/ Kitaplar / Phrygia Bölgesi azizleri ve Haç Merkezleri

Phrygia Bölgesi azizleri ve Haç Merkezleri

PHRYGIA BÖLGESİ AZİZLERİ VE HAC MERKEZLERİ

T.C

PAMUKKALE ÜNİVERSİTESİ
FEN – EDEBİYAT FAKÜLTESİ
ARKEOLOJİ BÖLÜMÜ

HAZIRLAYAN
HÜSEYİN TOLGA CANDUR
11169016

DANIŞMAN

Yrd. Doç. Dr. BAHADIR DUMAN

DENİZLİ – 2015

İÇİNDEKİLER

İÇİNDEKİLER ……………………………………………………………………………………………………………. I

ÖNSÖZ ……………………………………………………………………………………………………………………. III

KAYNAKÇA VE KISALTMALAR………………………………………………………………………………. IV

  1. GİRİŞ……………………………………………………………………………………………………………………. 1
  2. PHRYGİA BÖLGESİ………………………………………………………………………………………………. 4
  1. HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE YAYILIMI…………………………………………………………… 12
  2. MANASTIR SİSTEMİ VE AZİZLERİN ORTAYA ÇIKIŞI………………………………………….. 22
  3. HRİSTİYANLIKTA HAC VE HACILIK KAVRAMI…………………………………………………. 31

5.5.Farklı Yerlerlde Hac Merkezleri……………………………………………………………………………………………39

  1. PHRYGİA BÖLGESİNDE HACILIK VE HAC MERKEZLERİ……………………….. 40

7.SONUÇ VE DEĞERLENDİRME ……………………………………………………………………….. 62

  1. HARİTALAR VE RESİMLER……………………………………………………………..64

ÖNSÖZ

Din insanlıkla birlikte var olagelmiş bir olgudur. En medeni toplumlardan en ilkel topluluklara kadar din bir ihtiyaç olarak kendini hissettirmiş ve onların hayatında önemli bir rol oynamıştır. Hristiyanlıkta dünyayı en çok etkileyen dinlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hristiyanlık, Anadolu’da etkisini 600 yıl sürdürdükten sonra önce Arap akınları, daha sonra Orta Asya’dan gelen Türklerle etkisi zayıflamıştır. Bizans İmparatorluğunun yıkılmasıyla birlikte Anadolu topraklarında hiçbir savunucusu kalmayan Hristiyan inancına mensup insanlar, Türklerden baskı görmemelerine rağmen kendi istekleriyle kitleler halinde Müslümanlığa geçmişlerdir.

Phrygia bölgesi Hristiyanlığın savunucu Bizans İmparatorluğunun tam sınır hattında yer almaktadır. Arap akınları ve Türk Devletlerinin saldırılarına ilk maruz kalan bölge olan Phrygia bu savaşlar sırasında verdiği şehitleri ile de ayrı bir öneme sahiptir.

Bu çalışma, dünyada en çok mensubu bulunan dinlerden birisi olan Hristiyanlığın, Phrygia bölgesindeki gelişimini ve bu bölgenin içinde yer alan kentlerin azizlerini tanıtmak amacıyla kapsamlı şekilde çalışılmıştır.

Ölmeden önce yapılacaklar listemin en başında yer alan Arkeolog olma fikrinde ve hiç bir şey için geç olmadığını söyleyerek bana destek olan tüm CANDUR ailesine; hayatıma anlam katan ve tezimin her aşamasında yanımda olan Eylem ÖZDEMİR’e; Ankara’da yaptığım kütüphane çalışmalarında benimle uğraşmak zorunda kalan sevgili kuzenim Ece CANDUR’a; kütüphanesini açmasının yanı sıra dostluklarını da benden hiç esirgemeyen TRIPOLIS KAZI EVİ ekibine; tezime başlangıç aşamasında yabancı kaynakları önererek bana bir yol çizen Pamukkale Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü hocalarından Yrd. Doç Dr. Gökçen Kurtuluş ÖZTAŞKIN’a; değerli katkılarıyla beni bu konuya yönlendiren ve büyük bir zevkle çalışmamı sağlayan, bilgi ve tecrübelerini esirgemeyen danışman hocam Yrd. Doç. Dr. Bahadır DUMAN’a en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

                                                                   Hüseyin Tolga Candur 2015

KAYNAKÇA VE KISALTMALAR

Acara, M. (2010). “Hristiyanlıkta Haç Kültü ve Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde Bulunan Bir Grup Haç”. Doğan ve M. Kadiroğlu (Ed.). Bizans ve Çevre Kültürler: Prof. Dr.S.Yıldız Ötüken’e Armağan. (S.27-43). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

 Anadolu Uygarlıkları Görsel Anadolu Tarihi Ansiklopedisi, Cilt 2 (1982). Görsel Yayınlar

ArkeoAtlas, 2012/01, (2012), Doğan Burda Dergi Yayıncılık, İstanbul.

Ağaoğulları, M.A. – Köker, L. (2001). “imparatorluktan Tanrı Devletine”. İmge Kitabevi, İstanbul.

Arthur, B. (2006). “Bizans ve Türk Dönemi’nde Hierapolis (Pamukkale)”. Ege Yayınları, İstanbul.

Aykıt, D.A. (2012). “Akdenizli Bir Keşiş: Sütuncu Simeon”. Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 12(2), 81-104.

Baskıcı, M.M. (2009). “Bizans Döneminde Anadolu iktisadi ve Sosyal Yapı (900-1261)”. Phoenix Yayınevi, Ankara.

Başçı, A. (2011). “Türkiye’de inanç Turizmi Kapsamında Aziz Pavlus’un Yeri Önemi ve Turistik Ürün Potansiyelinin Değerlendirilmesinde Tanıtım Faaliyetlerinin Rolü’’”. Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara.

Brown, P. (2000). “Geç Antikçağda Roma ve Bizans Dünyası” (Çev. Turhan Kaçar). Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.

Çelik, M. (1999). “Siyasal Sistem Açısından Bizans imparatorluğunda Din ve Devlet ilişkileri”. Akademi Kitabevi, İzmir.

Darga, M. (1993). “Şarhöyük – Dorylaion Kazıları, 1989 – 1992”. XV. Kazı Sonuçları Toplantısı, 481 – 501, Ankara.

Doğan, S. (2003). “Ortaçağ Manastır Sistemi: Doğu ve Batı Manastırları”. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 20 (2), 73-89.

Drew-Bear, T. (2010). “Frigya Pentapolisi’nde Bir Bizans Kentinin Lokalizasyonu: Otrous”, Şurada: I.Uluslararası Sevgi Gönül Bizans Araştırmaları Sempozyumu, (A. Ödekan, E. Akyürek, N. Necipoğlu), 256 – 263, İstanbul.

Duman, B. – Konakçı, E. (2006). “Kolossai: Höyük, Kalıntı ve Buluntuları”. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Dergisi, VIII (2006/2), 83 – 109.

Erbaş, A. (2002). “İslam Dışı Dinlerde Hac”. Sakarya Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, 5, 97-120.

Erdoğan, E.G. (2012). “Bizans Manastırlarının Tarihi Gelişimine Genel Bir Bakış ve Konstantinopolis Örneği”. Batman Üniversitesi Yaşam Bilimleri Dergisi, 1(1), 434-441.

Foss, C. (2002) “Pilgrimage in Medieval Asia Minor [Ortaçağ Anadolu’sunda Hac]”. Dumberton Oaks Papers, Vol. 56, 129-151.

Gül, A. (2005). “Haçın Hristiyanlık Teolojisindeki Yeri ve Önemi”. Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi, Sakarya.

Karakurt, R. (2004). “Hristiyanlıkta Ruhbanlık”. Yüksek Lisans Tezi, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Kahramanmaraş.

Demirkent, I. (2006). “Niketas Khoniates’in Hıstoria’sı (1180 – 1195). Komnenos Hanedanı’nın Sonu ve II. Isaakios AngelosDevri”, Dünya Yayıncılık, İstanbul.

Ostrogorsky, G. (1981). “BizansDevlet Tarihi”, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara

Öztürk, Y. (2012). “Tımar-Thema Teriminin Ortaya Çıkması Bizans Uygulaması ve Osmanlı ile Mukayesesi”. Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi (OTAM), 157-208.

Polat, S. (2004). “Hristiyanlıkta Manastır Hayatı”. Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara.

Mango, C. (2008). “Bizans Yeni Roma imparatorluğu”. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul

Maraval, P. (2002). “The Earlist Phase Of Christian Pilmrimage in the Near East (before the 7th Century) [Hristiyanlık’ta Haccın Yakın Doğu’daki En Erken Evresi (7. Yüzyıl Öncesi)]”. Dumberton Oaks Papers, Vol. 56, 63-74.

Malay, H. (2011). “II. Yüzyılda Sandıklı’da Yaşamış Ünlü Bir Hristiyan Azizi: Aberkios”, Şurada: Sandıklı Araştırmaları Sempozyumu, 51, Sandıklı.

Mitchell, S. (1993). “Antolia. Land, Men and Gods in AsiaMinor”. I.—II., Oxford

Norwich, J.J. (2013). “Bizans Erken Dönem (323-802)”. Kabala Yayınevi, İstanbul

Parman, E. (2002). “Ortaçağda Bizans Döneminde Frigya ve Bölge Müzelerindeki Bizans Taş Eserleri”. T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir

Selen, H.S. (1955). “Bizans Devleti (395-1453)”. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt:10 Sayı:3

Sevin, V. (2001). “Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası I”. Türk Tarih Kurumu, Ankara.

Sevin, V. (1982). “Phrygler”, Anadolu Uygarlıkları Görsel Anadolu Tarihi Ansiklopedisi, 230 – 232.

Sezer, B. (2006). “XI.-XIII. Yüzyıllarda Bizans Kilisesi”. Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi, Elazığ.

Strabon (2009). “Antik Anadolu Coğrafyası”, (Çev. Adnan Pekman). Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.

Şimşek, C. (2012). “Kutsal Kent Laodikeia’nın Kiliseleri’. Denizli Belediyesi, Denizli

Toprak, B. (2011). “Montanizm ilk Dönem Apokaliptik Bir Reform Hareketi’. Yüksek Lisans Tezi, Uludağ Üniversitesi, Bursa.

Vryonis, S. (1975). “Nomadization and İslamization in Asia Minor”. Dumberton Oaks Papers, Vol. 29, 41-74.

Wittke, A. M. (2012). “Phrygia Kayaların Efendileri”, ArkeoAtlas 2012/1, 10 – 25.

  1. GİRİŞ

İnsanlar çevrelerinde gelişen ve nedenini çözemedikleri olayları birtakım dinsel nedenlere bağlamışlardır, bunun sonucunda da ortaya sayısız Tanrı ve Tanrıça çıkmıştır. Mevsimlerin değişmesi, güneş, rüzgâr, yağmur, gök gürültüsü ve deprem gibi doğa olayları; savaş, barış, kıtlık ve hastalık gibi insan elinden çıkan etmenler, Tanrıların insanlara verdiği bir nimet veya ceza olarak algılanmıştır. Doğadaki nesneler, Tanrı ve Tanrıçalarla özdeşleştirilmiş ya da dolaylı olarak ilgisi olduğu düşünülmüştür. Örneğin paganlık döneminde gök gürültüsü ve şimşekler Zeus’la, savaşlar Ares’le, barışlar ise Athena’yla ilişkilendirilmiştir.

Zaman ilerledikçe ortaya yeni dinler çıkmaya başlamış ve insanlar bu farklı gördükleri inanç sistemlerinin peşinden gitmişlerdir. İlk önce Hz. Musa ile başlayan Yahudilik, Filistin’den başlayıp tüm dünyayı etkilemiş ardından kendisini Yahudiliğin bir reformisti olarak gören Hz. İsa aynı topraklardan çıkarak tüm eski dünyaya Hristiyanlığı yaymıştır.

Hristiyanlığın yayılmasında bir köprü vazifesi gören ve bu yeni inancın ilk etkileşime geçtiği yer Anadolu topraklarıydı. İsa çarmığa gerildiğinde peşinden giden ve ona sadık olan sadece 12 Havarisi bulunuyordu. Hristiyanlığın yayılmasında işte en önemli rolü bu havarilere oynamış ve bu yeni peygamberin mesajını zengin, fakir, köle ya da efendi ayırt etmeden tüm insanlığa iletmişlerdir.

Hristiyan inancına mensup kişiler 4. Yüzyıla kadar çok fazla zulüm görmüş ve ibadetlerini gizli olarak yapmışlardır. O zaman bile “kutsal topraklara’’ gitmek için hiçbir tehlikeden kaçınmamışlardır. Hristiyanlığın doğduğu ve peygamberin anılarının yaşatıldığı belki de onunla manevi olarak iletişime geçildiği topraklara “Hac ziyareti” yapmak günümüzde olduğu kadar o dönemde de çok popülerdi.

Hacılık sadece kutsal toprakları ziyaret ederek yapılmıyor, Hristiyanlık için can vermiş şehitler, azizler ve Yeni Ahit’te adı geçen Meleklere adanmış mekânları ziyaret ederek de uygulanıyordu. İşte bu mekânların en yoğun olduğu bölge Hristiyanlığın ilk etkileşime geçtiği Anadolu topraklarıydı.

Anadolu, o zamanlar Bizans dönemi boyunca daimi ve sık hacı akınına uğrayan bir konumdaydı. Din adamı grubundan olsun olmasın, hacılar ticaret ve ruhani yolda ilerleme hazzının birleştiği merkezlerde toplanırdı. Bunun dışında yerel halkın sevgisini kazanmış daha küçük mabetler grubu vardı ki bugün onların pek azını biliyoruz. Bu mütevazı köylü halk büyük ihtimalle her dönemde ve her bölgede hacıların çoğunluğunu oluşturuyordu. Uzun yollar kat eden yüksek kademelerdeki insanlar gibi onlar da imanlarını yenilemek, dua etmek ve özellikle şifa arayışı için geliyorlardı. Her ne kadar bu antik dönemlerin parlak imajı tekrarlanamasa da, belgeler her ne kadar kusurlu olursa olsun bize şunu söylüyor; hacılık Hristiyanlığın ortaya çıktığı ve Bizans döneminde geliştiği tarihi boyunca hatta daha sonra bile, bireylerin ve halkların hayatlarının önemli bir parçasını oluşturmuştur.

Tezimin ana konusu olan Phrygia Bölgesi’nde yer alan hac merkezleri, tüm bu hacılık faaliyetleri göz önüne alınarak oluşturulmuştur. Hac nedir? Hacı kime denir? Hac yerleri nasıl oluşur? Gibi sorulara cevap bularak başladığım incelememin son kısmını Phrygia bölgesinde hac merkezi olarak ziyaret edilen yerler, Phrygia bölgesinin azizleri ve bölgeyi tanımlayan haritalar ve resimlerle sonlandırdım.

  • AMAÇ:

Tez çalışmamdaki amacım; Hristiyanlığm yayılmasından sonra ortaya çıkan kutsal mekânların ve bu mekânların içini dolduran maneviyatın nasıl meydana geldiğini araştırmaktır. Hac merkezlerini ve hacılığın insanlar üzerindeki etkisini incelemek, yayılım sürecinin üzerinde durmaktır. Bu genellemeler çerçevesinde Anadolu’da ve özellikle Phrygia bölgesinde konunun özeline inerek antik kaynaklar ve arkeolojik bulgular ile anlatılmasını sağlamaktır.

  • KAPSAM:

Tez çalışmamda; Hristiyanlığın doğuşundan başlanmış olup, ardından yayılımından söz edilmiştir. Hristiyanlık bir bütün olarak ele alınmış ve konu bütünlüğü korunmuştur. Hristiyanlığın yayılım süreci ve özellikle Anadolu özelinde araştırması yapılmıştır. Hristiyanlığın yayılımda rol oynamış etkin kişiler araştırılmış, Hristiyanlığın manevi değerleri göz önünde bulundurularak Hac ve Hacılık kavramları incelenmiştir. Tezimin ana konusu olan Phrygia bölgesi azizleri ve hac merkezleri tüm bu incelemelerden sonra sonuçlandırılmış ve işlenmiştir.

  • YÖNTEM:

Tezdeki çalışma yöntemim; Hristiyanlık hakkında yapılan araştırmaları içeren tezler ve kitaplar ile veri taramasına başlanmış olup, kütüphane kaynak taramaları ile devam etmiştir. DOP metinlerinin çevirisi yapılarak yabancı kaynaklardan yararlanılmıştır. Taramalar sonucunda bulunan kaynaklar derlenip, çalışmamamın ana hattı oluşturulmuş ve tez yazım aşamasına geçilmiştir.

  1. PHRYGİA BÖLGESİ
    • Tarihi ce Coğrafyası
      • Coğrafyası

Phrygia Bölgesi günümüzde, yaklaşık olarak Ankara, Afyonkarahisar ve Eskişehir illerinin tümünü; Konya, Isparta ve Burdur illerinin kuzey, Kütahya ilininse bazı bölümlerini kapsamaktadır.(Figür 1)

Klasik Phrygia genel olarak, doğuda Kappadokia, sonraları Galatia; güneyde Lykaonia, Pisidia bölgeleri, Kabalis, Milyas ve Kibyratis yöreleri; batıda Mysia, Lydia, Karia; kuzeyde de Bithynia ve Paphlagonia bölgeleriyle komşudur. Kolaylıkla çizilebilen bu genel şemaya karşılık, bölgenin kesin sınırlarım saptamak oldukça güçtür. (Figür 2)

Ancak Phryglerce kutsal olan esas bölge, Helenistik Çağ’da Phrygia Epiktetos (yani Küçük Phrygia) adını taşıyordu; burası bugünkü Eskişehir ile Afyon illeri arasındaki dağlık bölgeyi kapsamaktadır. Daha doğuda Ankyra (bugün Ankara) ve çevresi de önemli bir Phryg yerleşme bölgesiydi. Kızılırmak’ın doğusunda ise Boğazköy, Pazarlı, Alişar, Alacahöyük, Kültepe ve Göllüdağ gibi Phryg merkezleri vardı.

Eski Çağ’ın ünlü coğrafyacısı Strabon, Geographika adlı eserinde bize bu bölge hakkında en geniş bilgiyi vermektedir. Geographika’ya göre “Aizanoi (Çavdarhisar), Nakoleia (Seyitgazi), Kotiaeion (Kütahya), Midaeion (Karahüyük), Dorylaion (Eskişehir) Phrygia Epiktetos’un kentleridir; keza bazı yazarlara göre Mysia’ya ait olduğu kabul edilen Kadoi (Gediz) de bunlar arasında yer alır. Phrygia Epiktetos’un üstünde güneye doğru Büyük Phrygia yer alır, bunun sol tarafında Pessinus (Ballıhisar), Lykaonia ve Orkaorki bölgeleri, sağ tarafında ise Maiona’lılar, Lydia’lılar ve Karia’lılar bulunur. Epiktetos’ta Phrygia Paroreia olarak adlandırılan kısım (Phrygia’nın dağlar boyunca uzanan parçası) ve Phrygia’nın Pisidia boyunca uzanan parçasıyla Amorion dolayındaki kısımları ve Eumenia (Işıklı) ve Synnada (Şuhut) ve ondan sonra Phrygia kentlerinin en büyükleri olan Laodikeia kentiyle Apameia Kybotos olarak adlandırılan bir kent bulunur.”

  • Phrygia Tarihi

Phrygia’nın tarih öncesi çağlardan itibaren iskân bölgesi olduğu Paleolitik, Neolitik, Kalkolitik ve Tunç Çağlarına ait buluntularla kanıtlanmış durumdadır. Bu çağlara ait en önemli arkeolojik veriler Demirci höyük kazılarında ortaya çıkmıştır. Kazısı halen devam etmekte olan Şarhöyük (Dorylaion) ve araştırmaları bitmiş olan Fidanlık bölgesi, yukarı Phrygia’nın tarihi açısından önemli sonuçlar vermektedir. İ.Ö. 2. Binde bölgede Hitit egemenliği görülür. Bu egemenlik İ.Ö. 1200 yıllarında Hitit Devletinin yıkılmasıyla son bulur. Tamda bu yıllarda balkanlardan göç eden bir topluluk olan Phrygler, geniş kitleler haline boğazlar yoluyla Anadolu’ya ayak basmış Thrak boylarından biri olduğu bilim dünyasındaki hâkim görüştür. Ama bazı bilim insanları ise bu topluluğun Anadolu’nun yerel halklarından biri olduğu görüşünü savunmaktadır.

Phryg göçünün Balkanlar’dan İ.Ö. 1200’de ya da hemen sonra mı gerçekleştiği yoksa daha Tunç Çağı’nda mı olduğu ve Phryg etnik kimliğinin Anadolu topraklarında gelişmiş bir olgu olduğu sorularına tam bir yanıt vermek en azından bugün için çok zordur.

İ.Ö. 1200’ler de ya da daha sonraları gerçekleşen Phryg göçüne dair bilgiler özellikle Herodot ve Strabon tarafından aktarılır. İçinde, Phryglerin Anadolu’ya yerleşmeleri ve bir Phryg devletinin varlığından bahsedilen, İlyada’nın da, İ.Ö. 8.yüzyılda gerçekleşen tarihsel olayları yansıttığı kabul görür.

Phrygler, İ.Ö. 8. Yüzyılda bölgede merkezi Gordion olmak üzere güçlü bir devlet kurmuşlardır. Arkeolojik buluntuların yardımıyla Phryg Krallığı’nın sınırlarının güneyde Burdur çevresine, kuzeyde Zile Maşat Höyük ve Samsun yakınlarında Akalan’a kadar genişlediği görülür. Kızılırmak’ın doğusunda Boğazköy, Alişar, Alacahöyük, Kültepe ve Göllüdağ’da da Phryg yerleşimleri olduğu buluntular sonucu ortaya çıkmıştır.

İ.Ö. 7. Yüzyılın birinci çeyreğinde Kimmer akınlarına karşı koyamayan Phryg Devleti yıkılmıştır. Bu dönemin ardından bölgede İ.Ö. 6. Yüzyılda Pers egemenliği görülür. İ.Ö. 4. Yüzyıla gelindiğinde tarih sahnesine bu kez Büyük İskender çıkar. Anadolu’ya gelip Persleri yenerek bütün Phrygia’yı egemenliği altına almış; böylece Phrygia’da Helenistik Çağ başlamıştır. Bu dönemde Pessinus, Dorylaion, Midaion Helenistik Çağ Phrygia’sının en ünlü kentleri olmuşlardır. İ.Ö. 2. Yüzyılda Bergama Krallığı Phrygia topraklarına egemen olmuş; Phrygia’nın kuzey kısımları bu tarihten itibaren “Phrygia Epiktetos” olarak anılmaya başlanmıştır. İ.Ö. 133’de Bergama Krallığı veraset yoluyla Roma’ya bırakılınca Phrygia, “Asia” eyaletinin toprakları içerisinde kalmıştır. İ.S. 1. Yüzyıl ile 3. Yüzyıl arasında Roma İmparatorları Flavius ve Antoninler dönemi Phrygia’nın zenginlik, bereket ve barış dönemidir. 395 yılında Roma’nın ikiye bölünmesi ile de Phrygia Doğu Roma topraklarında kalmıştır. (Figür 3)

  • Bizans Döneminde Phrygia

Bizans, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından bölgedeki boşluğu değerlendirerek oldukça geniş sınırlara hâkim olmuştur. Bu coğrafyanın içinde Anadolu, Yunanistan, Batı Balkanlar, Sicilya ve Güney İtalya Bizans hâkimiyetinin en kuvvetli olduğu bölgelerdi.

Bizans İmparatorluğu’nun hâkimiyet alanı içerisinde nehir boyları sınırları belirlemede çok elverişliydi. Tuna nehrini güneyde dik bir kıyı takip ediyor; burada sıralanan kaleler, kuzeydeki bataklık kıyılara karşı mükemmel bir savunma hattı meydana getiriyordu. Tuna boyu, onu müteakip kolay aşılamayan Balkan dağları, Romalılar zamanında olduğu gibi, Bizans devleti içinde hudut vazifesini görmüştür. Böylece Balkan yarımadasının büyük bir kısmı Bizans Devletinde kalıyordu. Aynı zamanda, Kırım Yarımadası’nın güneyi de Bizans sınırlarına dâhildi.

Anadolu ve Suriye’nin tamamı, Irak’ın kuzeybatısı, Bizans ülkesine dâhildi. İran sınırı, Çoruh ağzından başlıyor, Doğu Anadolu’dan geçerek, Diyarbakır ve Mardin’in doğusuna ulaşıyordu; sonra Akdeniz’e giden kervan yolunu takip ediyor, Hapur Çayı üzerinden Fırat’a, oradan sonra çölü aşarak, Akabe Körfezi’ne varıyordu. Birinci Şelaleye  kadar Mısır ülkesi, Bingazi ve Libya’da Bizans sınırlarına girmiş bulunuyordu. BöyleceBizans ülkesi, Doğu Akdeniz etrafını bir yarım ay gibi çevirmekte idi.

Bunların arasında Bizans İmparatorluğu’nun merkezinde yer alan hem en güçlü hem de en zayıf zamanlarını yaşayan bölge ise Anadolu idi.

Anadolu’nun önemi Bizans sınırları içinde doğu ve batı dünyası arasındaki önemli kara ve deniz yollarının bu bölgede yer alan şehirlerden geçmesiydi. Hristiyanlık için ise; karayolu ile Kutsal Topraklar ‘a gitmek isteyen Avrupalı Hristiyanların yine Anadolu’yu kullanmalarıydı. Belki de bu sebeptendir ki bölgede tarihi boyunca dini imar faaliyetlerinin yoğunluğu göze çarpar. Hristiyanlık döneminde de bu değişmemiş dini bakımdan hem manastır sayısı ve faaliyetleri hem de çok sayıda aziz kültü bunların yanında imparatorluğunen fazla nüfusa sahip metropolitliklerini içerdiği için Anadolu yine önemliydi. Konstantinopolis patrikliğinin en önemli etki alanı olan Anadolu 11. Yüzyılda yaklaşık 45 metropolitlik, 10 başpiskoposluk ve çok sayıda piskoposluğa sahipti.

Anadolu topraklarında yer alan Phrygia, Ege’nin doğu kıyıları ve iç batı Anadolu’nun yüksek yaylası arasında kalan coğrafi konum ile ulaşım ve ticaret için Ege ve Ön Asya ülkelerini birbirine bağlayan ve Anadolu’nun en eski yollarının kavşak noktasında kalan bir bölgedir. Orta Anadolu yüksek yaylası, Kızılırmak ve Niğde bölgelerine kadar sınırları uzanan bir alanı kapsar. Antik çağın yazılı kaynaklarına göre Büyük (Megale) ve Küçük (Mikra) adları ile iki Phrygia bölgesi vardır. Büyük Phrygia, doğuda Kızılırmak, batıda Lidya bölgesi ile güneyde İkonium (Konya), kuzeyde Köroğlu Dağları ile sınırlanmaktadır. Phrygler için kutsal olan esas bölge ise Küçük Phrygia veya Dağlık Phrygia denilen bugünkü Eskişehir, Afyon ve Kütahya illeri arasında kalan yüksek yaylaları kapsayan bölgedir.

Phrygia’nın tarihi coğrafyası, bu bölgedeki yol bağlantıları başkent Konstantinopolis’i Suriye ve Filistin’e bağlayan ana yollar, hem ticari hem dinsel hem de askeri öneme sahiptir. Bölgenin bu önemli konumu, ortaçağda da devam etmiştir ve Bizans dönemi Phrygia’sı, kuzeyinde Dorylaion (Eskişehir-Şar höyük), doğusunda Amorion (Emirdağ-Hisar köy) ve Polybotos (Bolvadin), batısında Menderes ve Gediz ırmaklarının vadileri, güneyinde Sozopolis (Uluborlu), Laodikeia (Denizli-Lâdik), Chonai (Honaz) kentleri arasındaki alanı kapsamıştır. Bu bölgenin yol bağlantıları, bereketli ovaları, geçitleri, askeri kilit noktalarını oluşturan kentleri ve kaleleri, Phrygia’nın ortaçağda Bizanslılar açısından stratejik önemini ortaya koymaktadır.(Figür 4)

Phrygia’nın sınırları hangi zaman dilimi olursa olsun her dönemde çok değişkenlik göstermiştir. Örneğin Megale ve Mikra yani büyük ve küçük Phrygia, Phrygia Epiktetos, Phrygia Pareoreios gibi adlar epigrafik, etnik, politik kültürel ve idari değişkenliklerin sonucudur. 381 yılında yapılan Konstantinopolis Ekümenik konsilinde ilk kez kilise kayıtlarında, Phrygia Pakatiana ve Phrygia Salutaria (Figür 5) adları geçmektedir. Pakatiana ve Salutaria adları, Thedoret’in kilise tarihinde 367 ve 375 yıllarında yazılan  mektuplarında ilk kez ortaya çıkıyor.

Kilise Kayıtlarına Göre Eyalet Bölünmeleri ve Adları 7.yüzyılda  Phrygia’nın kilise tarafından ayrımı ve kentleri

  1. Phrygia Pakatiana
  2. Metropolis: (Başpiskoposluk Merkezi): Laoikeia (Denizli-Lâdik)
  3. Başpiskoposluğa Bağlı Bölge Ruhani Merkezleri:

Akmonia (Ahat-Orta Phrygia)

Alia (Asar-Kozören-Afyon)

Appia (Abiye-Kütahya)

Aristeia (Sincanlı Ovasında)

Atanassos (Sincanlı Ovasında)

Aizanoi (Çavdarhisar-Kütahya)

Diokleia (Ahırhisar-Orta Batı Phrygia)

Eumenia (Işıklı-Yukarı Menderes ovasında)

Kadoi (Kütahya’nın güneybatısında)

Khonai (Denizli-Honaz)

Kidyessos (Afyon Çayhisar-Büyük Sincanlı ovası)

Kolossai (Honaz’ın 4 km. kuzeybatısında bugün büyük bir höyük)

Peltai (Karayahşiler-Yukarı Menderes ovasında)

Pepuza (Banaz çayı kıyısında olduğu söylenir; ancak kesin yeri tam belli değildir.     Phrygia Pakatiana’nın ve montanistlerin önemli bir merkezi olduğu bilinir)

Sebaste (Selçikler-Uşak)

Synaos (Simav)

Timenu Therai/Temenu Thyrai (Uşak)

Traianupolis (Çarık ve Ortaköy arasında Uşak’ın 12 km. doğusunda)

Trapezupolis (Phrygia-Karia sınırında Seyne denilen yerde Pamukkale’nin 19 km. güneybatısında)

  1. Phrygia Salutaria (Salutaris)

 

a)Metropolis: Synnada (Şuhut)

b)Başpiskoposluğa Bağlı Bölge Ruhani Merkezleri:

Augustopolis (Afyon yakınında olabilir)

Aurokla (Dinar yakınında olabilir)

Bruzos (Karasandıklı ovasında Afyok-Şuhut‟un batısında)

Dokimion (Afyok-İşcehisar)

Dorylaion (Eskişehir)

Eukarpia (Afyon‟un 50 km. güneybatısında-Emirhisar)

Hierapolis (Koçhisar-Sandıklı ovası)

İpsos (Afyon yakınında)

Kinnaborion (Karamıkovası Afyon-Şuhut yakınında olabilir) Kotyaion (Kütahya)

Lykaon (Kesin yeri belirsiz, Şuhut yakınında olabilir)

Meros (önce Malatça sonra Demirözü-Yukarı Phrygia’da) Metropolis (Seyitgazi-Kümbet’in 10km. Doğusu)

Midaion (Eskişehir-Karahöyük)

Nakoleia (Seyitgazi)

Otrous (Kılandıra veya Kelenderes-Sandıklı ovası)

Phyteia (Kemerkaya-Afyon’un 50 km. doğusunda)

Polybotos (Afyon-Bolvadin)

Prymnessos (Afyon-Süğlün)

Sibindos (Kesin yeri belli değil, Güney Phrygia’da olabilir) Skordapia (Yukarı Porsuk bölgesinde olabilir)

Soa (Kütahya-Altıntaş)

Stektorion (Menteş-Orta Phrygia)

Sublaion (Dinar’ın batısında)

 

  1. yüzyılda Herakleios döneminde Bizans İmparatorlu Arap ve Pers saldırılarına karşı Anadolu’yu askeri ve siyasi bakımdan güçlendirip korunma ve savunmayı kolaylaştırmak için ordu ve idare düzeninde köklü değişiklikler yapmıştır ve bunun sonucunda Thema sistemini kurmuştur. Bu sistem ortaçağ Bizans devletinin eyalet idaresine yüzyıllar boyunca damgasını vuracaktır. Thema’lar düzeni Diokletianus- Konstantinos nizamına son verip, eksarkhlıkların organize edilmesiyle başlayan devamı olmuştur. Thema’ların başında, bölgelerinde en yüksek askeri ve sivil yönetici olan strategos’lar bulunmaktaydı. Bu nedenle, thema’’nın ilk kurumsal fonksiyonu askeri nitelikte olmuştur.

Ostrogorsky’e göre, Bizans idari geleneğinde kolordu manasına gelen Thema’nın aynı zamanda yeni askeri bölgelere ad olarak da kullanılması, yeni düzenin en aydınlatıcı hususiyetidir. Anadolu’da ilk thema askeri birliklerin Anadolu’nun çeşitli bölgelerine iskân edilmesi suretiyle kurulmuştur. Birliklerin yerleştirildiği bölgelerde thema olarak zikredilmiştir. Bu suretle, bunlar sadece askeri birlikler değil, aynı zamanda idari ve iskân bölgeleridir.

Böylece Phrygia’da Anatolikon ve Opsikion olmak üzere iki askeri bölge – Thema’ya ayrılmıştır. Erken Bizans dönemi eyaletleri olan Pakatiana (veya Kapatiana) ve Pisidia, Anatolikon Thema’sında kalmışlardır (8. Yüzyıl). Sadece batı Phrygia’nın dış ucu Gediz’deki Laodikeia, Hierapolis, Kolossai Thrakession Themasına; Akmonia, Tiberupolis, Dorylaion, Midaion, Kotyaion, Opsikion Themasına dâhil edilmişlerdir.

  1. yüzyılda Kotyaion. Nakoleia uzun süre özerk piskoposluk merkezleri olarak kayıtlara geçmiştir. 10. Yüzyılda Amorion, Phrygia Salutaria eyaletine katılmıştır. 11. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu dini merkezlerin yavaş yavaş yok olduğu, çok sayıda rahip ve din adamlarının güvenlik gerekçesiyle Konstantinopolis’e göç ettiği bilinmektedir.
  2. yüzyıl sonunda bazı büyük yerleşimlerin piskoposluk merkezleri kısmen ayakta kalabilmiş ki bu da Bizans ve Selçukluların zaman zaman aralarında yaptıkları barış süreçleri, ticari ve ekonomik ilişkileri nedeniyle örneğin Khonai’de ki ticaret merkezinde alış-veriş yaptıkları kaynaklardan anlaşılmaktadır.
  3. yüzyılda Phrygia’da kilise yaşamına ilişkin az da olsa bazı bilgiler mevcuttur; özellikle bölgenin batısı tamamen Türklerin eline geçmiş bulunmaktadır; ancak bazı Hristiyan toplulukları halen yaşamakta ve pek fazla idari sorunlarının olmadığı belirtilmektedir. 1343’te Laodikeia – Denizli halen bir piskoposluk merkezi olarak yaşamaktadır. 14. Yüzyıl sonunda Phrygia’nın tümünde Türk egemenliği sonucunda Bizans dinsel ve politik yaşamının noktalanmış olduğu sonucuna, bu tarihten itibaren Phrygia bölgesinde kilise idaresiyle ve yaşamıyla ilgili bir not bulunmamasından ulaşıyoruz.

 

  1. HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE YAYILIMI
    • Hristiyanlığın Doğuşu

Roma İmparatorluğu üç kıta üzerinde yayılmış, çok dinli, çok ırklı ve çok kültürlü bir mozaikti. Bünyesinde barındırdığı bütün dinlere karşı, o dönemde nadir rastlanabilecek bir hoşgörüyle bakıyordu. Ortam böyleyken milattan sonra I. Yüzyılın ikinci yarısının başında, yeni bir din ışıldamaya başladı. Başlarda Yahudiliğin bir mezhebi gibi algılanan bu din, tüm imparatorluk merkezlerinde inanılmayacak derecede hızlı bir şekilde destek buldu.

Miladi 30’lu yıllarda Filistin’de İsa – Mesih isminde bir peygamberin çıktığına şahit oluyoruz. Hristiyanlığın kurucusu olarak kabul edilen Hz. İsa hakkındaki bilgiler, tamamen İncillere ve Yeni Ahit’teki Mektuplara dayanmaktadır.

Bildiğiniz üzere Hristiyanlık İsa merkezli bir dindir. Hristiyan inancının temeli, İncil’in varlığı ya da doğruluğu üzerine değil, İsa’nın yaşamı, ölümü ve ölümden dirilişi üzerine kurulmuştur. İsa’nın hayatı üzerine en önemli kaynağımız yine Kanonik İnciller olmuştur ve İsa’nın dünyaya gelişi İncil’de şöyle anlatılmıştır.

“Tanrı, Melek Cebrail’i Celile’de bulunan Nasıra adlı kente, Davut’un soyundan Yusuf’un nişanlısı Meryem’e gönderdi. Onun yanına giren Cebrail “Selam, ey Tanrı’nın lütfuna erişen kız! Rab seninledir” dedi. Söylenenlere çok şaşıran Meryem’e melek şöyle seslendi, “Korkma Meryem”, “sen tanrının lütfuna eriştin. Gebe kalıp bir oğul doğuracak, adını İsa koyacaksın. O büyük biri olacak kendisine “Yüceler Yücesi’nin Oğlu” denecek. Rab Tanrı ona, atası Davut’un tahtını verecek. Meryem meleğe bir erkeğe varmadığı için bunun nasıl olacağını sorar. Melek Cebrail ise bu doğumun Kutsal Ruh vasıtasıyla olacağını söyler”

İsa Celile eyaletinin Nasıra kasabasında doğmuştur. İncillerde İsa’nın çocukluk yıllarına ait belgeler olmadığı gibi 12 yaşında iken yaptığı Kudüs ziyaretinden sonra gençlik yılları ile ilgili bilgi de verilmemiştir. Ta ki Vaftizci Yahya ile karşılaşmasına kadar.

Yine en güvenilir kaynağımız bu konuda İncil’dir. İsa, vaftiz olmak için Ürdün’e gider. Hristiyanlara göre Vaftizci Yahya İsa’yı vaftiz ettiğinde Kutsal Ruh güvercin şeklinde gelip onun başına konmuş ve gökten İsa’nın Tanrının Oğlu olduğunu ve Tanrının O’ndan hoşnut olduğunu ifade eden bir ses işitilmiştir.

Hz. İsa bundan sonra tebliğlerine başlamıştır ve 3 yıl süresince devam etmiştir. Ancak yine bu dönem hakkında detaylı bir bilgi yoktur. Genel bir değerlendirme yapılacak olursa; İsa, yeni bir din getirmemiştir. O, ırkının bütün çizgilerini üzerinden taşıyan safkan bir Yahudi idi. Elinden de Tevrat vardı ve hahamların, Musa’nın getirdiği “şeriatı” bozduğunu söyleyerek, onlarla mücadele ediyordu. Kısacası İsa, kendisini Musa dininin bir reformatörü gibi görüyordu.

Hz. İsa’nın bu 3 yıllık tebliğ döneminden sonra, dünyadan ayrılışı sonunda, kendisine uyanların toplam sayısı on ikiydi. İsa’dan sonra bu Havariler, O’nun hatırasını yaşatmak için Kudüs’te teşkilatlanıp, O’nun mesajını ırkdaşlarına ve dindaşlarına ulaştırmaya çalıştılar. Gün geçtikçe sayıları artmaya başladı. Böylece amaç faaliyetleri daha düzenli ve sistematik bir hale geldi. Neticede İsa’nın mesajı Filistin topraklarının dışına taştı.      

İncil’de Saul adıyla ilk defa karşımıza çıkan benim ise bundan sonra Paulus olarak tezimde konu edeceğim St. Paul’un Yeni Ahit’te bahsedilen mucize ile cemaate katılmasıyla , Hz. İsa’nın mesajının “Kudüs dışına” taştığını ve imparatorluğun önemli askeri ve siyasi merkezlerinden biri olan Antakya’da yayılmaya başladığını görüyoruz. Kudüs’ün Titus tarafından M.S.70 yılında tahrip edilmesiyle, cemaatin merkez üssü Antakya oldu ve cemaat ilk defa burada kendilerini diğer Yahudilerden ayırt etmek için  “Christian” adını kullanmaya başladı.

Hristiyanlık, eski dünyaya yeni bir mesaj getiriyordu. Özellikle ezilen, horlanan yoksul ve mazlum kitlelerin dikkatlerini ruhi faziletlere yöneltiyor, bu zor yaşantılarının çektikleri çilelerle yıpranan hayatlarının hedefini de ölümden sonraki bolluk ve mutlu dünyaya çeviriyordu. Kısa zamanda bu yeni din, imparatorluğun her tarafında, özellikle doğuda Filistin, Suriye, Mezopotamya, Ermenistan, Anadolu; batıda Makedonya, Yunanistan, Güney İtalya, Fransa ve İspanya sahilleri; güneyde ise Mısır ve Kuzey – Batı Afrika eyaletlerinde sesini duyurmaya başlamıştı.

 

  • Aziz Paulus’un Seyahatleri ve Hristiyanlığın Anadolu’da Yayılışı

Hristiyan inancının geniş coğrafyalara yayılmasının belki de en büyük etkeni Aziz Paulus ve onun seyahatleridir. Aziz Paulus kendisini “Ben Kilikya’dan Tarsuslu bir Yahudi, hiç de önemsiz olmayan bir kentin vatandaşıyım” şeklinde tanımlar.

Aziz Paulus ve Barnaba 46-48 yıllarında ilk misyon yolculuklarına Antakya (Antiokheia) ‘dan liman kenti olan Samandağ (Seleucia)’a gelmiş ve buradan bir gemiye binerek Kıbrıs’a gitmiştir. Kıbrıs’ta bir süre konakladıktan sonra yine deniz yoluyla Antalya limanına, ardından karadan yoluna devam ederek Aksu (Perge) kentinden İsparta’nın Yalvaç (Pisidia Antiokheia), Konya (İkonium), Karaman’da Hatunsaray (Lystra) ve Derbe’ye (Aşıran Köyü) uğramıştır. Buralarda vaazlarını verdikten ve çok sayıda kişinin Hristiyan olmasını sağladıktan sonra aynı yoldan Aksu (Perge) ve Antalya’ya dönmüş ve Antakya (Antiokheia)’ya giderek yolculuğunu sonra erdirmiştir.

Aziz Paulus’un I. Misyon Yolculuğu (Figür 6) olarak isimlendirilen bu seyahati mektuplarında yer almazken; elçilerin işlerinde 13:1 – 14:28 bölümlerinde detaylıca anlatılmaktadır.

Aziz Paulus ve Barnaba daha sonradan “Kudüs Komili” ya da “Havariler Konsili” adını alacak toplantıya katılmak üzere Kudüs’e giderler. Bu Kudüs seyahatinin arından Aziz Paulus, Antakya’dan ayrılarak Anadolu, Balkanlar ve Yunanistan’daki çeşitli merkezlere misyon faaliyetlerinde bulunmak üzere ikinci kez yola çıkar.

Aziz Paulus’un Anadolu’dan Yunanistan’a, oradan da tekrar Anadolu yoluyla Filistin’e kadar uzanan bu yolculuğu elçilerin işlerinde 15:36 – 18:22 bölümlerinde detaylıca anlatılmaktadır.

Paulus 49 – 52 yıllarında yaptığı yolculuğunda sırasıyla önce Antakya, Derbe, Listra, Phrygia, Kuzey Galatia, Mysia ve Troia gibi Anadolu’nun çeşitli yerleşim merkezlerini dolaştıktan sonra gördüğü bir düş ile Makedonya’ya gitmeye karar verir. Daha sonra buradan deniz yoluyla Efes’e geçer. Bir müddet burada kaldıktan sonra yine deniz yoluyla Filistin’deki Sezeriye’ye ve oradan da Kudüs’e gider. Burada kısa bir süre kaldıktan sonra yolculuğunun başlangıç noktası olan Antakya’ya geri döner. Böylelikle II. Misyon Yolculuğu (Figür 7) da tamamlanmış olur.

Antakya’da kısa bir süre kalan Aziz Paulus, yeniden yollara koyulur ve Anadolu’dan Makedonya’ya ve Yunanistan’a oradan da tekrar Anadolu yoluyla Kudüs’e kadar uzanan III. Misyon Yolculuğuna çıkar (Figür 8).

  • Misyon seyahati yaklaşık olarak 4 yıl sürer (53-57). Elçilerin işlerine göre bu seyahatin amaçlarından biri önceki görev yolculuklarında çeşitli merkezlerde kurulan Paulus yanlısı cemaatleri ziyaret edip onlara iman esaslarını tekrar hatırlatmak; diğeri ise bu cemaatlere karşı aleyhteki grupların faaliyetleri nedeniyle cemaatlerde oluşabilecek olası bir bölünme veya kopmaya karşı önlem alma düşüncesidir. Paulus, öncelikle Galatia ve Phrygia bölgelerini dolaşarak, bu yörelerde önceden oluşturduğu cemaatleri ziyaret eder sonra buradan Efes’e geçer.

Aziz Paulus, Efes’e yaptığı bu 2. Ziyaretinde burada hali hazırda mevcut bir cemaat bulur. Ancak bu cemaat Vaftizci Yahya öğretisine göre vaftiz olmuş bir gruptur ve İskenderiyeli Apollos’un faaliyetleri sonucunda iman etmişlerdir. Dolayısıyla Aziz Paulus’un savunduğu iman esasları hakkına bilgileri yoktur. Aziz Paulus onlarla konuştuktan sonra, onları Rab İsa adına vaftiz ederek kendi cemaatine katar.

Aziz Paulus, III. Misyon seyahati boyunca da mucizevi tavır ve davranışlarını sürdürür. O, gittiği merkezlerde hastalıkları iyileştirir, kötü ruhları kovar hatta Troya’da olduğu gibi ölüleri diriltir.

Paulus’un IV. Misyon Yolculuğu 58-64 yıllarında olmuştur (Figür 9). Kudüs’te yaşadığı bazı sorunlar yüzünden yargılanmak için Sezar’ın huzuruna Roma’ya götürülür ve böylece IV. Misyon yolculuğu başlar.

Aziz Paulus, diğer bazı tutuklular ile birlikte Romalı askerler gözetiminde deniz yolu ile Roma’ya doğru yola çıkar. Sidon, Kıbrıs ve Myra yoluyla Malta’ya gelinir. Daha sonra kendisini gözeten askerlerle birlikte yeniden yola çıkan Aziz Paulus, deniz yoluyla Malta’dan Sicilya’ya buradan Puteoli’ye ulaşır ve ardından karaya çıkar. Elçilerin işlerine göre burada kendisini “kardeşleri” karşılar.

Geleneksel Hristiyan düşüncesi Aziz Paulus’un İmparator Nero döneminde idama mahkûm edilerek öldürüldüğü kanaatindedir. Erken dönem kilise babalarının verdiği bilgilere dayanarak biliyoruz ki İmparator Nero’nun emriyle Aziz Paulus kafası kesilerek; Aziz Petrus ise çarmıha gerilerek öldürülmüştür.

Hristiyan misyonerlerin en ünlülerinden ve belki de en etkili ismi Aziz Paulus’un doğum yeri ve aynı zamanda yaptığı tüm yolculuklarda uğradığı, ilk Hristiyan topluluklarını oluşturduğu yerleşimlerin büyük bölümü Anadolu toprakları içerisindedir.

Bunu daha iyi anlıyoruz ki Anadolu’nun Hristiyanlaşmasında Aziz Paulus büyük bir pay sahibi olmuştur. Hristiyanlığın ilk dönemlerinde havarilere ve önemli dini şahsiyetlere ev sahipliği yapan Anadolu, bu dinin yayılmasında merkez üssü konumundadır. Bu nedenle bu topraklarda pek çok mekân, İstanbul, Efes, İznik, Antakya ve Tarsus bu dinin inananları tarafından kutsal sayılmaktadır.

Paulus’un Hristiyanlığı yayma faaliyetleri iki bakımdan önemlidir, biri Hristiyan Kilise örgütlenmesinin temellerinin bu faaliyetler sonucunda atılmış olması diğeri de, Hristiyan teolojisinin felsefi dayanaklarının belirginleşmesidir.

İsa’nın kurduğu düşünce, giderek büyüyen bir din halini alarak Roma İmparatorluğumun sınırlarında sayıca çoğalmaya başlamıştır. Önce güçsüz ve sayıca az olan İsa taraftarları sayıları arttıkça ve pagan inancından dönenler çoğaldıkça bu durum devleti yönetenleri endişelendirmeye başlamıştır. Artık devlete karşı hem sayıca hem de yayılış politikalarıyla tehdit oluşturunca Roma, Hristiyanlara karşı baskı, zulüm ve kıyımlara başlamıştır.

Hristiyanlık son büyük zulüm dalgasını ise Diocletian Dönemi (284-305) „nde yaşadı. Hristiyanlara ait bütün kiliselerin temelinden yıkılmasını, kutsal kitaplarının ateşte yakılmasını, pagan tanrılarına kurban sunmayanların öldürülmesini emretmiştir. Hristiyanlığa mensup her fert, tabii vatandaşlık haklarından mahrum edildi. Devlet daireleri Hristiyanlardan temizlendi. Kiliselerin yıkılması, kutsal kitapların imha edilmesi, Suriye ve Anadolu’nun her tarafında iç isyanlar çıkmasına sebep oldu. Ancak, bu isyanlar imparatorun emriyle çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Arka arkaya yayınlanan fermanlarla herkes resmi devlet dininin ilahlarına kurban kesmeye ve pagan tapınaklarına devam etmeye, mecbur edildi. Hristiyanlık artık silinme noktasına gelmişken, kader onların önüne Büyük Konstantin’i çıkardı.

Hristiyanlıktaki hızlı ilerleyiş, bir yandan da Hristiyanlara yapılan kıyımlar imparatorluktaki kargaşaların daha fazla artmasına zemin hazırlamıştır. Diokletian’ın Hristiyanlara karşı yürüttüğü baskı ve takibatları sonuç vermediği de açıkça görülüyordu. Bu kıyımlara rağmen Hristiyanlar inancını terk etmemişti. Bu durum da ülkede gergin ortamın artmasına sebep olmuştur. Batı’nın yeni imparatoru unvanını alan, Konstantin Klor’un oğlu Büyük Konstantin ise ülkede oluşan bu gerginliği M.S. 312’de tersine çevirmiştir.

  • Phrygia’da Hristiyanlığın Kökeni ve Yayılışı

Phrygia’da pagan, Yahudi ve ilk Hristiyanlar aynı toplumda beraber uyum halinde yaşamışlar; birbirlerinin inançlarını kabul edip birbirlerinden etkilenmişlerdir. Anadolu’daki yerleşik pagan dini uygulamaları gerek Yunan – Roma gerekse Helenistik kültürlerle de iç içe geçip tek bir potada kaynaşıp dinsel sistem oluşturmuştu. Phrygia’da birbiri ile yan yana ve hatta Hristiyanların inançlarını ve yazıtlarındaki yorumları, sembolleri, birbirinden kesin olarak ayırarak algılamak mümkün değildir.

Phrygia ve Pisidia’da ve aynı şekilde komşu eyaletlerde Lykaonia ve Galatia’da bilinen ilk Hristiyan misyoner hareketleri Aziz Paulus ile başlamıştır. Paulus’un bu misyon seyahatlerinin sonunda yazılmış olan GalatiaMektupları, Anadolu’da Hristiyan kilisesinin ilk yazılı kanıtı olması açısından önemlidir.

Paulus 3. Misyon seyahati ile ilgili kaynaklar Efes’e gitmeden önce Phrygia ve Galatia’ya geldiğini gösteriyorlar. Anadolu’nun diğer bölgeleri gibi Phrygia ve Pisidia’da da Yahudi topluluğunun varlığı, Hristiyanlığın yayılması açısından bu misyona yol açmışlardır.

Üç güneybatı Phrygia kentinin yani Hierapolis, Laodikeia, Kolossai kentlerinin Paulus’un sadık yardımcısı Epaphras tarafından Hristiyan dinini kabul etmişlerdir. Paulus’dan sonra 2. Yüzyılda Anadolu’da Hristiyan misyonerler örneğin Hiempolisli Aberkius, hep seyahat ederek bu dini yaymaya çalışmışlardır. Kiliseler arası ilişkilerde Hristiyan mesajını iletmek de yazılan mektuplar kadar önemlidir.

Misyonerler Phrygia bölgesinde ziyaret ettikleri şehirlerde iki önemli yerleşik dinsel gelenekle karşılaştılar:

  • Bölgesel / yerel pagan inançlar ve ahlak kuralları
  • Yahudi toplumların sıkı adalet ve ahlak kuralları (Yudaizm)

Her iki dinsel inançta da “tanrı korkusu” olan bir topluluktan söz etmek doğruydu ve Paulus’un başarılı olduğu topluluklarda bunlar oldu. Görülmüştür ki tanrı korkusu olan insanlar Hristiyanlığı kabul etmekte zorlanmamışlardır.

Sonuçta, Paulos’un mektupları Phrygia’da yaygın pagan inanç ve kurumları değiştirme açısından önemlidir. İ.S. 1. Yüzyılda kilisenin gelişimi Phrygia’dan başlamış ve komşularını belirgin olarak etkilemiştir.

  • Hristiyanlığın Resmiyet Kazanması

M.S. 312 yılının sonbaharında batıdaki iki imparatordan biri olan Konstantin Roma’daki düşmanı Maxentus ile karşılaşmak üzere Roma’ya doğru yürüdü. Tiber Nehri üzerindeki Milvian Köprüsünde karşılaşan iki ordu burada savaşır ve mucizevi bir şekilde Konstantin bu savaştan galip ayrılır.

Hikâyenin en eski anlatımı, bizim bu devirdeki ana kaynaklarımızdan olan, zulümlerden bir şekilde sağ kurtulmuş ve Konstantin tarafından Crispus’a eğitmen tayin edilmiş, Hristiyan âlim ve hatip Lactantius’a aittir. Lactantius olayı şöyle nakletmektedir:

“Constantinus’a rüyasında “Göksek İşaret” in askerlerin kalkanlarına resmedilmesi ve bundan sonra savaşın başlatılması bildirildi. Söyleneni yukarı doğru çıkan bir çizgi sonunda dönüp yuvarlanıyor, böylece İsa’nın monogramını oluşturuyordu.

Nakledilen “Göksel İşaret” , Hristiyan yazıtlarında uzun zamandır bildik bir simge olan, İsa’nın (Christus) adının ilk iki harfini, chi (x) ve rho (P) „nin bir monogramıdır.

Konstantin kazandığı zafer sonrasında tüm batı dünyasının kontrolünü ele geçirmişti ve iki sene sonra kendisiyle daha önce ittifak yapmış olan Licinius ile karşılaştı. Licinius ile Hristiyanların durumunu gözden geçirdiler. Büyük Konstantin Hristiyanlığa karşı kıyımları azaltmak için Şubat 313’de Milano’da bacanağı Licinius ile anlaşarak ülkede kıyımlara bir son vermek ve iç huzuru sağlamak için “Milano Fermant” olarak bilinen ünlü bildiriyi birlikte yayınladılar. Bu ferman gereğince, ister Hristiyan olsun, ister başka dinden olsun herkes inancında ve istediği dine girmekte tam bir serbestliğe kavuşuyordu. Aynı emirname Hristiyanlara önceden gasp edilmiş olan kiliselerin hiçbir zorluk gösterilmeksizin geri verilmesini de emrediyordu.

Ülkenin dört bir tarafından asırlardan beri takip edilen dini politikanın hem iç huzuru bozduğunu, hem de siyasi mekanizmayı tıkadığını görülüyordu. Ancak Büyük Konstantin, Milano Fermanıyla da ülkede dinlerin bu hürriyetten faydalanarak bir kargaşa meydana getirmelerine müsaade edemezdi. İster inansın, ister inanmasın Büyük Konstantin için tehlike olmaktan çıkarıp, birleştirici bir unsur olarak kullanmaktı. İmparatorlukta

yaşayan dinler içerisinde ise, istikbalde bu birleştirici özelliği taşıyan din, Hristiyanlıktı.

İşte bunu gören Konstantin, Kiliseyi güçlendirmeye karar verdi ve bunu yaparken de imparatorluk sınırları içinde kiliseye ciddi imtiyazlar tanıdı:

  1. Büyük Konstantin’den önceki zulüm ve baskı dönemlerinde müsadere edilen Kiliseye ait tüm mal varlığı, iade edildi.
  2. Devletin resmi dinine tanınan imtiyazların aynısı Hristiyanlığa da tanındı.
  3. Ruhban sınıfı genel hizmetlerden muaf tutuldu.
  4. Kiliselere ve manastırlara vakıf elde etme hakkı tanındı.
  5. Pazar günü resmi tatil olarak kabul edildi.
  6. Din adamları, din eğitimi yapan öğrenciler ve her sınıftan ruhbanlar askerlikten muaf tutuldu.
  7. Kilise ve dini kurumlar vergiden muaf tutuldu.
  8. Din adamları sınıfına mensup olanlar her türlü devlet memuriyetinden de muaf tutuldular.
  9. Hristiyanlar, Pagan şenliklerine katılmaktan muaf tutuldular.
  10. Kilise, tahsisat adı altında devletten her yıl külliyetli miktarda yardım (para,

gıda ve emlak gibi) almaya başladı.

Konstantin bu imtiyazların dışında kiliseye hukuki haklar da tanımıştı. Örneğin; Piskopos Mahkemelerinin verdikleri kararları, Sivil Mahkemeler aynen onaylamak mecburiyetindeydiler ve temyiz için hiçbir mahkemeye götürülemezdi. Bu mahkemelerin kararları kesin olup, hiçbir şekilde bozulamazdı.

Kilise, artık devlet içinde bir kurum ve ayrılmaz bir parçası idi. Onun karşı karşıya kaldığı her problem, devleti de yakından ilgilendiriyor. Kilise dışardan kendisine yönelen tehlikelerden uzak olduğu her dönemde, kendi iç problemleriyle uğraşıyordu.

Bizans İmparatorluğu, 392 yılında Hristiyanlığı resmen kabul ederken, ondan “birleştirici bir unsur” olarak faydalanmak düşüncesindeydi. Bu nedenle kiliseleri hiyerarşik bir düzen içinde, siyasal yapıya bütünleştirmişti.

Hristiyanlığın kendi iç problemleri bu tarihlerde yoğun olarak yaşanmaya başlamıştı. Arius, Sabellius, Marcellus, Futinos, Makdunyos, Apollinaris, Onomiyos ve daha sonrasında Nestorius v.b. kilise babalarının isimleriyle anılan fikir akımları, ülkeyi ilahiyat tartışmalarının sahnelendiği bir arena durumuna getirmişti.

Büyük Konstantin’le beraber, Hristiyanlık devletin koruması altına alınmış olsa da, henüz devletin “Resmi Dini” değildi. Geçen yıllar içinde Hristiyanlık o kadar kuvvetlendi ki Paganizmde de karşı koyacak güç kalmadı. Her şeyden önce irdelemek gerekirse Paganizm, şehitler doğuracak kudret ve ruha sahip değildi. İmparator dâhil, herkes bu sebeplerden yüzünü Hristiyanlığa çevirmişti.

İmparator Theodosius bu zaferini perçinleştirmek için 392 yılında son bir ferman yayınladı. Bu fermanda devletin eski resmi dini ve kültleri başta olmak üzere her türlü putperestlik, hurafe kabul edilerek, mahkûm edildi. Bu fermana tarihte “Putperestliğin Cenaze Marşı” denilmiştir. Bu dönemden itibaren VI. Yüzyıla kadar papaz, rahip, rahibe, keşiş ve piskoposların çoğaldığı ve yetiştiği devir; ne bundan önce ne de bundan sonra görüldü. Ülkenin dört bir yanında yerden ot biter gibi kilise ve manastırlar yükselmeye başladı. Hacıların bu toprakları karış karış gezmeleri, münzevilerin sütunlar üzerinde can verdiği, azizlerin mezarları başında düzenlenen dua ayinleri, mistisizm ve monastizmin bir

hayat tarzı haline gelmesi, hep bu çağın karakteristik özelliklerindendir.

  1. MANASTIR SİSTEMİ VE AZİZLERİN ORTAYA ÇIKIŞI
    • Manastırların Ortaya Çıkışı

    Manastır hayat tarzı kaynağını Hristiyanlığın ilk dönemlerinden alır. Bu dönemlerde keşiş ve rahibelerin münzevi bir yaşam sürmek amacıyla başlattıkları bu hayat tarzı, zaman içerisinde taraftarlarının çoğalmasıyla birlikte disipline edilmiş ve büyük manastırlar kurulmuştur. Bu nedenle, manastırlar Hristiyanlığın en eski ve köklü kuruluşlarından biri olmuştur. Manastırlarda yaşayan keşişler, Hristiyanların hem ruhani hem de sosyal ve kültürel hayatında önemli görevler üstlenmiştir.

Manastır sözcüğü, Yunanca “Monakos” tek başına yaşamak fiilinden türemiştir. Temelde manastırcılık din dışı bir hareketti. Keşiş, sözcüğün gerçek anlamıyla İsa’nın buyruklarına uyan Hristiyan din dışı kişiydi. Roma İmparatorluğunda Hristiyanlığın yayılması sırasında ilk keşişler, 3. Yüzyıl sonlarında görülmeye başlamıştır. Dünyadan el etek çekerek, kendilerini toplumdan uzakta inzivaya çekip dua ve ibadet yoluyla Tanrıyı arama, Hristiyanlığın ilk yıllarında ortaya çıkmıştır. İnziva yolunu seçen kişi, münzevi ya da Yunanca erenos (çöl ıssızlığında yalnız yaşayan) olarak tanımlanmıştır.

Manastırcılıkda daha başında söylememiz gereken bir nokta varsa bu hareketin din dışı olduğudur. Manastırcılığın babası olarak kabul edilen Aziz Antonius’un yaşamına bakacak olursak, İsa’nın “git neyin varsa sat, fakirlere ve ardımdan gel” sözünü bir emir olarak algıladığını görürüz. Antonius 269’dan itibaren münzevi hayatı yaşamaya başladı. Böylece yavaş yavaş köyünün civarından uzaklaştı, 285’ten sonra çölün içlerine doğru ilerlemeye başladı. 356 yılında, 105 yaşında öldüğü zaman, en yakın şehre birkaç hafta uzaklıktaki dayanılmazı ve yaşanması güç olan bir çölde 70 yıldan fazla kalmıştı. Antonius, o dönem insanının bildiği uygarlığı terk etmişti ve “keşişlerin babası” adıyla anılmaya başlanmıştı. Okula gitmek istemeyen Mısırlı çiftçinin çekingen oğlu, Roma İmparatorluğu’nun her şehrinde Hristiyan kilisesini etkiledi.

Antonius, önce köyünün yakınındaki bir dağda bulunan bir mezar içinde inzivaya çekilir ve kimseyle görüşmeden yaşar. Bir süre sonrada da Kızıldeniz kıyısına gider ve bugün Mar  Antonius denilen bölgede, dağlarda inzivaya çekilir. Ardından çölde yaşamaya başlar ve öğrenciler edinir. Etrafında toplanan öğrencilerinin ve Antonius’u ziyaret edenlerin  barınabilmesi için oluşturulan mekânlarda kalınan yerde bir yapı topluluğu zamanla oluşur. Bu mekânlar küçük evler biçimindedir ve skete olarak adlandırılmaktadır. Skete içinde kalmayı seçenler ortaklaşa bir hayat sürerler. Zamanla bu yapıların içinde yaşayanların sayısı artar ve benzer evler Nil nehri kıyısından farklı bölgelere yayılır. Sonuç olarak Antonius sonrasında bazı kimseler onun münzevi hayatını tercih ederek hücrelerde yaşamışlar, sadece belli zamanlarda dua etmek ve yiyecek sağlamak amacıyla ortak kullanım alanlarına çalışmışlardır.

Aslına bakılırsa, manastır hareketi anında karşılık buldu. Bunun tam olarak nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz, çünkü hareketin ilk seksen ya da yüzyılına ilişkin bilgilerimiz oldukça az. 4.yüzyılda manastır hayat düzeninin başlaması ile birlikte, manastırlar çok sayıda sıradan insanlarla dolmuştur. Çünkü bunlar dünyadan el etek çekerken, dış dünyada yaşarken yokluğunu çektikleri pek çok şeyi manastırlarda bulacaklarını umarak manastırlara gelmişlerdir. Köylüler, köleler vb. ağır ve yorucu iş sahibi olan kişiler manastırlara girerek rahat etmeyi ummuş, bunun yanında Roma yönetiminin ağır vergilerinden ve askerlikten kaçanlar da manastırları bir sığınak olarak görmüştür.

Güvenilir nitelikteki en eski kaynaklar, yaklaşık 4. Yüzyılın ortasında, manastırların Roma dünyasının birçok kesimine zaten yayılmış olduğu ve on binlerce bağlı kişinin bulunduğu bir döneme aittir. Genel kabul görmüş kanı manastır hareketinin Mısır’da başladığı üzerine olsa da, kısa bir süre içinde Filistin, Suriye ve Mezopotamya’ya da ulaşmış olmalıdır. 340 yılından önce Anadolu’nun kuzeyinde kurumsallaştığını ve yaklaşık 350’ye gelindiğinde, Batı Avrupa’da da bazı keşişler bulunduğunu biliyoruz.

Mısırlı Antonius’u inziva hayatının kurucusu olarak kabul edilmiştir. Onun arkasından 346 yılında ölen Pachomius kendisine katılanlarla birlikte her biri 100 keşiş barındıran dokuz manastır kurmuş ve müşterek hayatı örgütleyen bir kural yazmıştır. Ancak asıl olarak Doğu’da manastır keşişliğinin kurucusu olarak Kayserili Basilius kabul edilmiştir. Onun keşişleri için oluşturduğu kuralların Doğu Kiliselerinde hala geçerliliğini koruduğu bildirilmiştir. Doğuda, Filistin ve Bizans toprakları manastır hayatının diğer önemli merkezleri olmuşlardır. Bu bölgeler temel öğreti ve uygulamalarda birbirleriyle benzerlik göstermiş olmakla birlikte, her bölge kendine has bir anlayış ve geleneğe sahip olmuştur.

  • Bizans İmparatorluğu Döneminde Anadolu’da Manastırlar

Bizans yaşamının başka hiçbir yönü, manastırlardaki yaşam kadar geniş bir biçimde belgelenmemiştir. Kutsal keşişler hakkında yazılan yüzlerce biyografi, manastır yaşamını ele alan sayısız düşünce, mektup, vaaz, nasihat ve meşrulaştırmalar günümüze ulaşmıştır. Bunlara ek olarak, bir dizi kural, disiplin yönetmeliği, imparatorluk fermanı, hatta hatırı sayılır bir arşiv malzemesine sahibiz. Gene de, bu külliyat yoğunluğuna rağmen, Bizans manastır yaşamını, bugün bizlerin anlayabileceği tarzda anlatabilmek kolay değildir.

Bizans döneminde manastırların kökeni üzerine iki farklı görüş söz konusudur. İlk görüş Bizans’taki manastırları Mısır’a bağlamaktadır. İkinci görüş ise Konstantinopolis’e gelen ilk keşişlerin de Suriyeli olduğu bilgisinden yola çıkarak bu kökeni Suriye’ye dayandırmaktadır.

Bu ayrım Bizans manastırlarında geçerli olan iki farklı kural ve kaynaktan ileri gelmektedir. Elimize geçen kaynaklar ise bu iki farklı manastır yaşamanı seçmiş keşişlerin yazdıklarıdır. Bunlar Pachomius’un Mısır kökenli kuralları ile Rabbula’nın Suriye geleneğine dayanan kurallarıdır. Bizans manastırları, erken dönemden itibaren, bu kuralların etkisinde gelişim göstermiştir.

Bizans manastırlarını etkileyen ve yaygın bir manastır tipi olan kinobion ‘un öncüsü Antonius ile çağdaş olan Pachomius’dur. Kinobion tipi olarak oluşturulan manastırlar bir duvarla çevrelenerek dış dünyadan ayrılmaktaydılar, ancak içlerinde ortaklaşa bir hayat sürülmekteydi. Bir yapılar topluluğu olan manastırlar; toplanma holü, yemekhane, çalışma birimleri ve farklı tiplerde evlerden oluşmaktaydı. Bizans Döneminde Anadolu sınırlarında etkin olan Pachomius’un manastırları dış dünya ile ilişkiyi yasaklayan kurumlar değildiler. Her ne kadar ilişkiler kısıtlanmış olmakla birlikte, örneğin keşişlerin seyahat etmesine ve birbirlerini ziyaret etmelerine izin verilmektedir. Diğer yandan, Pachomius’un kurallarını kabul etmiş manastır düzenleri ve buralarda yaşayan keşişler gündelik hayatlarında kısıtlamalar yaşamaktaydı. Dünyevi olarak kabul edilen şarap içmek ve banyo yapmak uygun olmayan davranışlar içindeydi.

Keşişler, kendilerine ait olmakla birlikte kilitleri bulunmayan hücrelerde yatıyorlardı ve bir şilte, iki yakasız gömlek, bir başlık ve başka bir iki temel gereç dışında hiçbir şey bulundurmalarına izin yoktu. Ne oruç ne de ibadet aşırı boyutlardaydı. Kutsal Yazılara ilişkin biraz bilgi ile asgari düzeyde okur – yazarlık zorunluydu, ama daha ileri eğitime gereksinim duyulmuyordu. Ne yapıyor olurlarsa olsunlar, keşişlerin birbirlerinden bir kol boyu mesafeyi korumaları gerekiyordu; karanlıkta hiç kimseyle konuşamıyor, binalar topluluğunu izinsiz terk edemiyorlardı (izin aldıkları zamanlarda, ancak çiftler halinde gidebiliyorlardı); döndükleri zaman. Dışarıda duydukları hiçbir şeyi anlatamıyorlardı. Ama yine de bu manastırdaki sıkı düzen altındaki yaşama binlerce kadın ve erkek cazibesine kapılarak tercih ediyordu.

Bizans manastırlarında etkili olan bir diğer kurallar dizisi de, 5. Yüzyıl’da yaşamış olan Edessa (Şanlıurfa) Piskoposu Rabbula tarafından ortaya konulmuştur. Kurallar, Mısır kökenli olan kurallardan farklılık göstermekle, beraber iki bölgenin kuralları karşılaştırıldığında, ayinler, münzevi olmanın kuralları ve manastırın başındaki kişiye itaat etmek gibi kuralların benzerlik gösterdiği görülmektedir.

Rabbula’nın kuralları, manastır hayatını seçmiş keşişlerin uymaları gereken sınırlamaları da içermektedir. Manastırlara kadınlarını girişini kesinlikle yasaklamıştır. Bunun dışında manastırın bulunduğu köy ya da şehre gelen ve kalacak yeri olmayan kişiler manastır veya kiliseye sığınabilir. Tüm bunlara ek olarak, keşişlerin kişisel mal edinmelerini yasaklayan kurallarda söz konusuydu.

Bizans’taki manastır yaşamı önemli merkezlere sahip olmuştur. Bunların en önemlileri de Anadolu toprakları içirişinde yer almaktadır.

  1. yüzyıl ortalarında Basileios, Kappadokia’da kurduğu manastır için kurallar hazırlayarak Pachomius manastır sistemini, bazı değişikliklerle Anadolu’ya uyarlamaya çalışmıştır. Basileios’un sistemindeki bu değişikliklerin temelinde, Mısır’ın kalabalık manastırlarının aşırı büyük olmasına karşın, manastırların küçültülmesi görüşü benimsenir. Pachomius sisteminden ayrılan bir diğer yanı da, Basileios manastırlarının çöllerde değil, kentlerde kurulmuş olması, keşişlerin inşalardan kopuk yaşamak yerine, hayır işleri yaparak topluma yararlı olduklarını ortaya koymaktadır.

Anadolu’daki manastır hayatı büyük ölçüde, Kayseri Basileios (329-379) tarafından şekillendirilmiştir. Onun önderliğinde, Doğu’daki manastır hayat tarzında yeni bir dönem başlamış ve Basileios Hristiyan manastır hayatını Kilise„ den sapmaktan kurtaran keşiş olarak anılmaya başlanmıştır. Manastırlarda toplu halde yaşamı, münzevi yaşama tercih etmiş, keşişin toplum ile iç içe yaşaması gerektiğini vurgulamıştır. Şehirlere manastırlar ve okullar kurarak, Hristiyan inziva yaşamını, Kilise organizasyonu ile birleştirmeye çalışmıştır.

Basileios, kardeşi Nyssa’lı Gregory ve arkadaşı Nazianzen’li Gregory ile birlikte Aryanizme karşı tanrının aşkınlığını ve Mesih’in kutsallığını savunmuş ve Asya’da Kilise’nin en güçlü liderlerinden biri olmuştur. Teolojiye yaptığı katkılar ve manastır hayatına getirdiği düzenlemelerle, Basileios, Doğu’da bu hayat tarzının babası sayılmıştır. Ona göre ilahi çağrının en iyi ifadesi manastır yaşam şeklidir ve keşiş, gerçek Hristiyan’dır, ancak o, Mesih’in ilkelerini tam olarak yerine getirebilir. Basileios’a göre, manastır toplumu, “Kudüs’ deki ilk Kilise’nin” en iyi taklididir.

Basileios; manastırlarını toplumdan uzak, ıssız bölgelere kurmak yerine, Hristiyan toplumun yaşadığı şehir, kasaba ve köylerde kurmuştur. Basileios’un sisteminde manastırlar, her yerde rastgele kurulmaz, her papaza ait bölgede, bir manastır yapılırdı. Her manastır, bir başkan tarafından yönetilirdir. Topluluğuna bir ailenin babası gibi dikkat etmek zorundaydı. Basileios’un manastır yaşam tarzında göze çarpan önemli bir unsur, kesin ve zorunlu itaate yer vermiş olmasıydı. Başkanın emri kesindi. Tanrının emirlerine açıkça karşı gelmediği müddetçe, onun emirlerine ölüm bile olsa itaat etmek zorunluydu.

Basileios’un en büyük başarılarından biri, manastırları Hristiyan kurumlarının en önemli bölümlerinden biri yapmıştır. Onun oluşturduğu kurallar Doğu’daki manastır yaşamı için temel alınmakla birlikte, Latince ’ye tercümeleri yapılarak batıdaki manastır yaşamını büyük ölçüde etkilemiştir.

Anadolu’daki manastır hayatının diğer önemli iki ismi Basileios’un kardeşi Gregory Nyssa ve arkadaşı Gregory Nazianzen olmuştur. Bu üç keşiş yakın arkadaşlıkları sebebiyle “Kapadokya Babaları” adıyla anılmıştır.

Manastır hayatı 4. Yüzyıl sonlarında ve 5. Yüzyıl boyunca İstanbul’a yönelmiş ve başkentte büyük bir gelişim göstermiştir. Basileios’un yazıları temel alınmış, ancak her manastır kendine özgü uygulama ve düzenlemelere sahip olmuştur.

İmparator Justinian zamanında (6. Yüzyılın ortaları) İstanbul’da seksenin üzerinde manastırın var olduğunu biliyoruz. Justinian, manastır hayatını yasal zemine oturtmaya çalışmıştır ve manastır hareketinin Kilise yapısı içindeki yerini belirlemeyi amaçlamıştır. Justinian çıkarttığı kanunlarla öncelikli olarak manastırları, piskoposun emri altına almaya çalışmıştır. Manastırlar kendi başkanlarını seçerken piskoposun yetkili kılınmasını sağlamıştır.

  Justinian döneminde artık iyice güçlenen kilise, devletin bir müessesi ve ayrılmaz bir parçası idi. İmparatorluk topraklarının her yerine nüfus etmiş ve ordudan bile daha iyi teşkilatlanmış bir yapı konumuna gelmişti. Bu yüzden onun karşı karşıya kaldığı her problem, devleti de yakından ilgilendiriyordu. Bunun haricinde Kilise’nin önemli bir toplumsal işlev gördüğü apaçık ortadadır. Zenginden alıp, ihtiyaç olanlara barınak, yiyecek ve tıbbi bakım sağlamakla, toplumsal kaynakların bir tür yeniden paylaştırıcısı olarak hareket etti. Kilise’nin bu etkinlikleri, gerek devletin, gerek yerel yönetimin yapabileceğinden çok daha etkili bir biçimde yürüttüğüne kuşku yoktur, çünkü bağış yapanların duygularına hitap edip, onları cennetle teşvik, cehennemle tehdit edebiliyorlardı.

Bu dönemin sonunda kent meclisleri zayıfladıkça, piskoposlar da gittikçe artan şekilde bir dizi ekstra dinsel işlevi üstlendiler. Onların adalet dağıttığını, pazarı denetlediğini, ağırlık ve uzunluk ölçülerini düzenlediğini, köprüleri onardığını, tahıl ambarları inşa ettiğini görüyoruz. Bir yerel yöneticinin olduğu her yerde, piskopos onun dengiyken, başka kentlerde bir devlet yöneticisine denk en üst düzey kişilik oluyor ve doğallıkla, etkileyici olması ve yönetsel deneyime sahip bulunması gerektiği için, yüksek tabaka arasından seçiliyordu. Laik bir kişinin, özellikle dindar olmasa bile, doğrudan piskoposluğa getirilmesi son derece normaldi.

  • Keşişler ve Azizlerin Ortaya Çıkışı

Manastır papazlarını kilise papazlarından ayırmak için keşiş kavramı kullanılır. Kural olarak keşiş, papaz veya rahip sınıfından değildir ve bu durum keşiş için ideal olarak görülmüştür. Manastır hayat tarzı ve Kilise arasındaki uyum, ilk dönemlerde bu hayatı tercih edenlerin asıl hedefiydi. Keşişler manastırların güçlenmesiyle birlikte kısa bir süre sonra piskopos olarak seçilmeye başlanmıştı. Manastır keşişliği, bir yaşama tarzını ve dini kuruluşları ifade etmektedir. Bu kuruluşlarda, erkek ve kadınlar itaatin, fakirliğin, iffetin çetin kurallarını kabul ederek, kendilerini Allah’a vakfetmişlerdir. Manastırlarda, belirli bir disiplin altında kutsal metinleri okuma, kopyalama ve araştırmalarını sürdürmüşlerdir. Ayrıca dini esasların manastır içinde ve dışında öğretilmesi ve tebliğ edilmesi işini de üstlenmişlerdir. Keşişler, birer misyoner olarak Hristiyanlığın yayılması amacıyla

dünyanın en ücra köşelerine kadar gidip faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

Aziz ve azize, Hristiyanlıkta iyilikleriyle tanınmış kutsal kişidir. Hristiyan toplumu için önemli işler başarmış, üstün ahlaklı ölümünden sonra kilise tarafından aziz (Saint) ilan edilirdi. Arapça kökenli aziz sözcüğü ermiş anlamına gelmektedir.

Hristiyanlığın ilk zamanlarında azizlik konumuna genellikle şehitlik yoluyla ulaşıla bilineceği düşünülmekteydi ve inanan kişi şehidin ölümünden sonra kutsal kişinin kişisel eşyaları aracılığıyla onunla iletişim kurmaya çalışılırdı.

Hayatta iken kutsal olarak nitelenen kişiler ise bir anlamda yaşayan şehitlerdi ve toplum içerisinde ölmüş azizler gibi bir rol üstleniyorlardı. Bu nedenle kutsal insana gösterilen bağlılık, azizlere ya da şehitlere gösterilene çok benziyordu.

Aziz unvanı verme yetkisi önceleri mahalli kilise yetkililerine ait iken 1234’ten itibaren sadece papalara tanınmıştır. Aziz unvanına hak kazanacak kişinin hayat ve eserleri etraflı bir şekilde araştırılmakta, Hristiyan inancına ve geleneklerine aykırı bir durum yoksa kerametleri incelenmekte ve o kişi papa tarafından aziz ilan edilmektedir. Azizler ölüm yıl dönümleriyle anılırlar; ayrıca 1 Kasım günü bütün azizler için azizler günü olarak

kutlanmaktadır.

Üçüncü yüzyılda Hristiyanların bir bölümü hayatlarından memnunken, dünyayı ruhunda kötülük besleyen bir sığınak olarak gören, bir azınlık vardı. Bu kişiler zamanla dünya nimetlerinden vazgeçmeye başladılar. Keşişlik, manastırcılık ve azizlik kavramları böylece anlam bulmaya başladı.

Manastır yaşamı ve keşişlerin yoğun olarak hissedildiği 4. Yüzyıl’ın sonlarında Metruk Baalbek tapınağının yakınlarında bir yerde, sütunun üstünde muzaffer bir edayla oturup davaları karara bağlayan, kehanette bulunan, şifa dağıtan, bütün Doğu İmparatorluğu’nun yönetici sınıfına öğüt veren ve onları azarlayan Simeon, benzer bir değişimin işaretiydi.

Manastırda aşırı bir hayat yaşayan Simeon’un mucizevi davranışları halk arasında dilden dile yayılmaya başlar. Bunun sonucunda giderek ünlenen Simeon’un neden böyle bir karar alıp sütun üzerine çıktığı bilinmemekle beraber bazı yazarlara göre kalabalıktan kaçmak; kimine göre de Musa ve Elijah’dan ilham alması gösterilmektedir. Üzerine çıktığı sütunun ilk olarak 1.80 metre yüksekliğinde olduğunu biliyoruz.

Azizin üzerinde bulunduğu sütun onun emri doğrultusunda yükseltilmiştir. Böylece üç kademeli bir şekilde yukarıya doğru çıkan sütunun bir süre sonra 18 metre yüksekliğe kadar ulaştığı zikredilir.

  Aziz, günün uyku haricindeki zamanlarında ya insanlar vaazlarda bulunmakta, onları dinlemekte ve şifa dağıtmakta ya da ibadet ve dua etmektedir. Simeon, sütunun üzerinde iken insanlar ona bir takım yiyecekler getirirler. Günde sadece bir kez bir şeyler yiyen aziz, onlardan gelen yiyecekleri yukarıdan aşağıya doğru sarkıttığı bir sepet aracılığıyla elde eder. Theodoret’in anlattığına göre Simeon’un mübarek bir insan olduğuna inanan İsmaillilerden (Araplar kastediliyor) iki kabile gelir ve onun, kendi reislerini kutsamasını isterler. İki kabile anlaşamayınca kendi arasında kavga etmeye başlar ve Simeon, yukarıdan ‘köpekler’ diye bağırıp onları zoraki susturur. Bu durum, Simeon’un kutsamasının ne kadar önemli olduğuna bir delil olarak ileri sürülürmektedir.

Azizin göstermiş olduğu mucizeler halk arasında yayılmaya başladıkça ziyaretçisi ve ona inanlar çoğalmaya başladı. Çok farklı kaynaklarda çoğu Süryanice olmak üzere Simeon’un mucizelerini anlatan yazarlara rastlıyoruz.

Sütunun üzerinde bir ömür geçiren aziz, günün belirli saatlerinde ibadet eder, secdeye kapanır ve gelen insanlara günde iki kez vaazlarda bulunurdu. Hatta birinde o kadar fazla secdede bulunmuştur ki insanlardan biri bu secdeleri saymaya çalışmış ve ancak 1244’e kadar sayabilmiştir. Söylenenlere göre Simeon secde ettiğinde başının ayaklarına kadar değmektedir.

Yaklaşık 40 yıla yakın sütunun üzerinde duran ve hayatını burada sürdüren Simeon, 460’lı yıllarda sütunun üzerinde vefat eder. Vefatı ise ziyaretçilerinden birinin sütuna tırmanmasıyla anlaşılır. Bunun öğrenen piskoposlar yukarı çıkar, onun elbisesini öper ve üç mezmur okurken, kurşundan yapılmış bir tabut getirtilir. Piskoposlar azizin cesedini hazırladıktan sonra kaldıraç yardımıyla aşağıya indirilir. Binlerce insan toplanır ve kadın erkek herkes büyük bir hüzünle ağlamaya başlarlar. Nakledilenlere göre azizin yüzü nur gibi ışık saçarken, sakalı da kar gibidir.

Simeon’un ardından „sütuncular / Stylites’ ismiyle bilinen bir grup oluşur. Bunlar da tıpkı Simeon gibi bir sütuna çıkıp hayatlarını burada idame ettirirler. Bunların içinde en önemlisi İstanbul’da sütun üstünde yaşayan „Stylite Daniel (ö.493) olarak göze çarpar.

M.S. 460’da Aziz Simeon öldükten sonra yapımına başlanan ve M.S. 490 yılında yapı bitirilen Stylite Aziz Simeon Kilisesi onun anısına yapılmış ve zamanın en büyük dini yapısıdır. Bizans İmparatoru’nun desteğiyle Stylite Simeon haç merkezi, Aziz Simeon’un sütunun bulunduğu yere yapılmıştır.

  1. HRISTIYANLIKTA HAC VE HACILIK KAVRAMI
    • Haç Kültü

Haç Hristiyan inancında ve sanatında sembolik anlamı, liturjideki yeri ve tasvir sanatlarında anlamı nedeni ile tercih edilmesi açısından önem taşır. İsa’nın çarmıha gerilişi, ölüme karşı zaferi, Hristiyanlık ve imparatorlar için düşmanlara karşı kazanılan zaferin sembolüdür. Roma İmparatorluğu’nun erken dönemlerinde askeri törenler, ayinler ve zafer kutlamalarında taşınan standart, vexillum ve tropaeumların yerini Bizans Döneminde haç almıştır.

 Haç bir noktada kesişen iki çizginin oluşturduğu dört yönü gösteren bir şekildir. Başlangıçta Grekçe stavros şeklinde ifade edilen bu kelime “direk, sivri uçlu kazık, sırık” anlamlarına gelmekteyken sonraları haçı ifade etmek için kullanılmaya başlanmış; Aynı kelime istavroz şeklinde Türkçeleştirilmiştir.

Haç kültü, 4. Yüzyılda, Büyük Konstantin’in Milvian Köprüsü’ndeki savaş sırasında gördüğü rüyadan sonra önem  kazanır. İmparator, savaşı zaferle sonuçlandırdıktan sonra Romalıların haçı işkence aleti olarak kullanma geleneklerine son verir.

Haç, taç giyme ve kabul törenleri gibi imparatorluk seremonilerinin, savaş sırasında ve zaferle başkente dönüldüğünde askeri törenlerin ve dini törenlerin önemli bir parçasıdır.

O dönem yazarlarının naklettiği bir diğer bilgide ise Büyük Konstantin’in annesi Helena 327 yılında, 72 yaşında, tutkulu bir din değiştirmenin bütün coşkusuyla, Filistin’e gitmek üzere yola çıktı. Orada Kudüs Piskoposu Makarios onu başlıca kutsal alanlara götürdü ve geleneğe bakılırsa, o gezinti sırasında Helena bir Aphrodite Tapınağı’nın arkasındaki mahzende Haçı* buldu; ölmekte olan bir kadının üzerine koydu ve mucizevi bir şekilde iyileştiğini gördüler. Böylece yaşanan bu mucize “Haçın” İsa ile birlikte çarmığa gerilen iki hırsızınkinden farklı olduğunu anlamışlardı.

Helena gerçek “Haçı” bulması sayesinde yıllarca İmparatorlukta son derece popular olmanın keyfini sürmüştü ve büyük bir hevesle sarıldığı din aşkı karşılığında çok büyük sayıda insanın din değiştirerek Hristiyanlığa geçmesini sağladı. Kutsal yerlere yaptığı yolculuk tüm Hristiyanlığın rüyası haline geldi. Helena’nın hakiki haçı bulduğundan şüphe duysak bile, bu bölgedeki gittiği kiliselere, manastırlara, hastanelere ve yetimhanelere yaptığı yardımların ne sayısını ne de cömertliğini inkâr edebiliriz. Helena’nın Doğu Akdeniz’de ne kadar kaldığı ya da nasıl ve ne zaman öldüğünün ayrıntılarını bilmiyoruz. Konstantinopolis’e döndüğüne dair kesin bir kanıt yok ve adanma törenlerine katılmış gibi de görünmemektedir. Bundan dolayı söyleyebiliriz ki, muhtemelen dilemiş olduğu gibi (bilinen ilk Hristiyan Hacısı ve o zaman bu zamana kadar süren hacılık geleneğinin kurucusu olarak) Filistin’de ölmüş olabilir.

  • Hac ve Hacılık Kavramı

Hac (pilgrimage) ve hacılık (pilgrim) terimleri batı dillerinde hac olgusunu ifade etmek için kullanılan “pelerinage” ve “pelerin” kelimeleri, kök itibariyle Latince’de din dışı kullanımdaki manası yabancıyı ya da gezgini belirtmek için kullanılan “peregrinatio” ve “peregrinus” kelimelerine dayanmaktadır. Uygulamada pilgrimage (hac) terimi vurguyu fiziksel anlamda yer değiştirme fikrine yapsa da (ister çok uzak mesafelerden olsun, ister çoğu hacının durumunda olduğu gibi yerel çevrede birkaç ufak gezi olsun), bu harekete asıl   anlamı katan şey hacının ilgisinin merkezi olan yerdi. Hristiyanlığın ortaya çıktığı ilk yüzyıllarda belirli keşişler tarafından hem savunulan hem yaşanılan münzevi hayatla yakından bağdaştırılan bir diğer hac türüne ise xeniteia denmekteydi. Hacı; bu yerin özel bir değer ya da kutsallık taşıdığını kabul eder, dua ve yapınma için giderdi.

Hristiyanlık temel olarak Museviliğin ürünüdür ve ancak yavaş bir şekilde kendini bu zeminden uzaklaştırmayı becerebilmiştir. Nasıl Hristiyanların kutsal mekânları varsa bunun özünde Museviliği aramakta doğru olacaktır. Kudüs, kutsalların kutsalını içeren Tapınağın bulunduğu “kutsal şehir” idi ve Museviler için Kudüs’e gidip Tapınakta ibadet etmek yıllık yapılan bir görevi. Hristiyan hac inancının özünde bunun belirtilerini görebiliyoruz. Aynı şekilde, zaman zaman hürmet gören yerler vardı: Peygamberlerin mezarları, Mamre gibi yerler ve Nablus’da ki Yakub’un Kuyusu bunlardan bazılarıdır. Bu tarzdaki davranış biçimi İsa’nın havarilerinden bazılarında da görünüyordu ancak Hristiyanlığın ilk kaynağı olan Yeni Ahit metinlerinde hac ile ilgili açık ifadelere rastlamıyoruz. Yeni Ahitteki bazı metinlerin içinde geçen bazı cümleler yorumlanarak haccın gerekliliği delil gösterilmektedir. Hz. İsa’nın, bir öğrencisine hitaben kullandığı “benim ardımca gel” sözü bu manada en dikkat çekici örnek olarak gösterilmektedir. Hristiyan din bilimcilerinin “manevi yolculuk” diye tanımladıkları “had”, Hristiyanlar için İsa’nın bizatihi kendisini takip etmekten ibarettir. İncil’de bazı bölümlerde “Simun ve Yuhanna Tapınağa dua etmeye gittiler; Pavlus Kudüs’e gitti ve Tapınakta da ibadet etti” gibi sözlere rastlıyoruz ve bu ziyaretlerin manevi bir yolculuk olduğunu anlayabiliyoruz.

 

  • Hac ve Hacılığın Ortaya Çıkışı

Hristiyanlığın ilk dönemlerinde egemen olan eğilim bu tarz şeylerle ilgilenmese ve belirli mekânların kutsallaştırılması fikrini reddetse bile, İsa’nın hayatındaki önemli olaylarla da bağlantısı olan yerler için geçmişten kalan bir saygı gösterme tutumunun var olduğunu söyleyebiliriz. Bununla ilgili birkaç gösterge, Kudüs’ün eski halkındakiler arasında, İsa’nın yaşamının son evrelerine tanıklık etmiş yerlere geziler düzenleyerek ifade edilen bir dini ilgi olduğu öne sürülüyor. İsa’nın mezarında da durum kesinlikle böyleydi. Taştan yontulmuş bu mezar dışında, iki farklı mağara da önem kazandı ve bunlardan birinde 2. Yüzyıla kadar erken bir zamandan bahsediliyordu. Bunlar, İsa’nın havarileriyle son buluştuğu Zeytin Dağı’ndaki yer ve Beytüllahim’de doğduğu yerdir. Arkeolojik kanıtların azlığından edebi kaynakların yorumlanması sonucunda “Yahudi – Hristiyanların bu mağaraları en azından 135 yılına kadar sıklıkla ziyaret ettiği” söylenebilir.

İmparator Hadrian 135 yılında Kudüs’ü fethettikten sonra Temple (Mabed) Dağı üzerine Zeus’a ait ve Golgotha sitesi üzerine Venüs’e ait birer tapınak ve ayrıca Beytüllahim mağarasında da Adonis’e ait bir sunak inşa ettirmiştir. Hristiyanlar İmparator Hadrian’ın yaptırdığı bu tapınakları ziyaret etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi.

160 tarihine dayanan Polikarp’ın Passio’suna göre Smyrna Kilisesi piskoposun “kutsal kalıntıları” na sahipti. “değerli taşlardan daha nadide ve altından daha kıymetli” (timiotera, daha sonrasında kutsal emanetler için kullanılan bir terim) olan kemikleri, şehit

oluşunun yıldönümünün anılabileceği, uygun bir yerde tutuluyordu. Benzer bir şekilde, Efes’li Polikrates’in Roma’lı Viktor’a mektubu; Yuhanna, Filipus ve Filipus’un kızlarının mezarlarının Asya’da bulunduğundan bahsettiğinden, azizlerin mezarlarının ve dünyevi kalıntılarının inananlar arasında ilgi çeken şeyler olduğunu doğrular.

Hristiyanlığın ilk yıllarından beri şehit mezarları yerel toplum tarafından ziyaret edilmekte ve Ökaristi ayinleri genellikle buralarda yapılmaktaydı. Üçüncü yüzyılda özellikle sözde kilise ateşkesi dönemi olarak geçen ikinci yarısında belirgin olan Hristiyan sayısındaki artış ve bu dönemde ibadet yerlerinin inşası ister istemez kişilerin ve mekânların kutsallaştırılmasına olan eğilimi etkiledi.

  1. Constantin’den önce Petrus ve Pavlus’un mezarları da İmparatorluğun başkentine gelen insanlar tarafından dua maksadıyla ziyaret edilirdi. Havarilerin mezarlarını ta’zim etmek için Pers soyundan olduğu tahmin edilen Aziz Maris, karısı Marthe ve oğulları Audifax ile Avakum’un Roma’ya geldiklerine dair çok kesin olmayan rivayetler bulunmaktadır. İkinci yüzyılın sonunda Romalı Gaius, Phrygien Proclus’a, şehre geldiği takdirde kendisine birisi Vatikan tepesinde, diğeri is Ostia yolu üzerinde bulunan Roma Kilisesi’nin kurucuları olan havarilerin anıtlarını göstereceğini yazmıştır.

Roma’daki Saint Pietro (Aziz Petrus) Kilisesinin büyük sunağı altında yapılan kazılar, insanların havarilere ve sevdikleri kimselere bağlılıklarını bildiren yakarışlarını ifade eden resim ve resim ve yazıları gün ışığına çıkarmıştır. Bu resim ve yazılardan bazılarının tarihi 150 yılına kadar gitmektedir.

  1. yüzyıldan itibaren Ortaçağa kadarki yüzyıllar boyunca Hristiyan haccı Kudüs, Roma ve Compostelle üçgeninde gerçekleştirilmiştir. Hristiyanlar tarafından Kudüs, günahtan kurtuluşun gerçekleştiği esrarlı mekân, yaratılmış dünyanın merkezi, Mesih’in ikinci kez dönüş yeri; Roma, havari Petrus ve Paulus’un mezarlarının ve birçok şehidin kutsal anıtlarının bulunduğu kutsal şehir; Compostelle ise, dünyanın öbür ucunda havari Büyük Yakup’un kült merkezi olarak kabul edilmektedir.

Konstantin yönetiminde bu bir politik program haline. 312-314 yılları arasında Roma’da kaldığı sırada imparator, Romalı şehitlerin mezarlarında mabetler kurulmasını sağladı ve imparatorun Hristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte, Hristiyan haccının gelişmesi hızlanmıştır. Bu dönemde Doğu’da girişimlerin çoğunluğu Kudüs üzerine odaklıydı. 325 yılındaki I. İznik Konsilini takiben imparatorun emriyle Kudüs piskoposu Makarios; hem İsa’nın haçının hem de mezarının bulunmasını sağlayan arayışa başladı. Büyük Konstantin’in annesi Helena’da piskoposla birlikte hareket ediyordu ve “hac”ı bulduktan sonra Hadrian’ın putperest tapınaklarını yıktırıp, Beytüllahim mağarasının ve Hz. İsa’yı çarmıha gerilmiş olarak gösteren figürün üzerine büyük kiliseler inşa ettirmiştir. Bundan yaklaşık on sene sonra Helena’nın Kudüs’ü ziyareti, hac mekânları olacak kutsal mekânların belirlenmesinin ilk işareti olmuştur.

   Kudüs’te ve sonrasında Filistin genelinde mabetler yapılmasıyla bu kutsal mekânların gelişimi bir üç yüzyıl daha devam edecektir. Bu üç yüzyıl yoğun faaliyetle geçen üç dönemle anılır: Konstantin dönemi, II. Theodosius’un eşi Evdokia dönemi (437 sonrası) ve Justinianos dönemi. Filistin’deki çeşitli varlıklı ziyaretçilerle birlikte piskoposlar, bu çalışmayı kendi istekleri doğrultusunda sürdürdüler ve tamamladılar. Bu dönemlerde Kudüs ve Filistin genelinde kutsal metinler, yerel gelenekler ve çeşitli vahiy formlarından yola çıkarak kutsal mekânların detaylı bir kaydı oluşturuldu. Bunların hepsi piskoposlar hiyerarşisi tarafından sıkı bir şekilde kontrol edilmesine rağmen büyük bir kısmı hayal gücüne çok şey borçluydu. Filistin’deki tüm ana güzergâhlarda önem derecesi değişiklik gösteren mabetler ortaya çıktı ve kısa süre içerisinde bunların etrafında dini hizmetler için manastırlar ve hacıları ağırlamak amacıyla hanlar yapıldı.

   Bunların dışında Hristiyan inancına mensup kişiler ayrıca üç hac yeri kategorisi daha belirlemişlerdir. Şehitler, azizler ve meleklere adanan kutsal yerler.

Hemen hemen tüm imparatorluk genelinde şehitlerin mezarları; Martyria, şapel ve bazilika gibi kutsal, mukaddes sayılan mabetlerle bezenirdi. Bazen o zamana kadar bilinmeyen şehitlerin mezarlarının ve emanetlerinin keşif ya da tekrar bulunması süreci olurdu. Biz yine araştırmalarca biliyoruz ki bu süreç bilinçli bir Hristiyanlaştırma politikasının bir parçası olarak piskoposlar tarafından kontrol ediliyordu. Bir örnek vermek gerekirse: Nysa’lı Gregory’nin yazmalarında belirtilen Sebasteia (Sivas) kentinde Kırk Şehitler Bayramı eskilerden beri kutlanmaktaydı, ancak Büyük Zulüm (Great Persecution) döneminin kurbanı olan ama Kırk Şehitler’in gölgesinde kalan Piskopos Peter’in festivali ise sahneye 380 yılından sonra çıkar. Bu dönemdeki en ünlü şehit hac merkezleri: Mısır’da Aziz Menas; Menuthis’teki Azizler Abbakyros ve John mabediyle birlikte haccın önemli bir merkezi haline geldi; Suriye’de Rusafe Kenti Aziz Sergios’un mezarına yapılan hac ziyaretleri sayesinde büyüdü; İsauria’daki Seleukeia’da Aziz Tekla’nın Efes’te Aziz John’un, Kalkedon’da Aziz Euphemia’nın, Euchaita’da Aziz Theodore’nin ki, ve Thessalonike’de Aziz Demetrios’un ki. Hakkında bilgi sahibi olunanlardan sadece bir kaçı, büyük çoğunluğu bilinmiyor ve belki de sonsuza kadar bilinmez kalacak. Nysa’lı Gregory 380’lerden kalmış olan bir mektubunda yalnızca Kapadokya’da sayısız martyria olduğunu beyan etmiştir.

Şehitlerin yanı sıra kısa sürede başka azizler de ortaya çıktı; Hristiyanların “kutsal adamları”; keşişler ve piskoposlar. Bu fenomen diyeceğimiz durum farklı şekillerde farklı yerlerde ortaya çıktı. Dördüncü yüzyıldan itibaren Mısır, keşişleri görmek isteyen hacıları kendine çekerek kar etmek istemedi, keşişler kalıntılarının inananların gözünde kutsallaşmasını engellemek için ellerinden geleni yaptı: Manastır sisteminin ve keşişliğin kurucusu olarak kabul edilen Antony mezarının yerinin bir sır olarak tutulmasını istedi ancak altıncı yüzyılda mezar tekrar bulundu. Filistin’de, Kıbrıs’ta ölen Hilarion’un kalıntıları öğrencilerinden biri tarafından manastıra geri getirildi ve burada kısa sure içerisinde kendini adanmışlığın bir simgesi haline geldi. Yoğun bir ziyaretçi nüfusuna sahip oldu ve hac merkezi olarak tarihte yerini aldı. Aynı şekilde altıncı yüzyıl boyunca Euthymios ve Sabas gibi büyük manastır kurucularının mezarları da böyle olacaktır. Suriye’de, Yaşlı Simeon’un durumunda olduğu gibi belirli keşişler yaşamlarında bile birçok ziyaretçiyi kendine çekti. Ölümünden sonra bile, kalıntıları Antakya’ya taşındığında Saint Simeon Stylites Kilisesi onun mezarının etrafında inşa edildi ve burası sık sık hac yapılan bir merkez oldu; bölgede ziyaretçilerin ihtiyaçlarını karşılamak için inşa edilmiş birçok han bunun en büyük kanıtıdır.

Bu saydığım üç hac yeri kategorisinde ise sonuncu olarak eklenmesi gereken meleklere adanan tapınaklardır. Dördüncü yüzyılın sonuna doğru yerel bir kurul tarafından Yahudiliğin bir kalıntısı olarak bulunmasına rağmen, Melek inancı beşinci yüzyıldan itibaren özellikle Phrygia” da hızlı bir şekilde yayıldı ve buradan başkent de dâhil olmak üzere birçok bölgeye sıçradı.

Beşinci yüzyıldan itibaren ikinci bir Kudüs olarak sunulan Konstantinopolis, kısa süre içerisinde Doğu’nun kutsal coğrafyasında önemli bir yere sahip oldu. Konstantin’in annesinin Kudüs’ten “Çile” den kalma çivilerle birlikte çarmıhın kalıntısının bir parçasını getirmesi kutsallaştırmanın kasıtlı bir politika sonucu olduğunu gösterir. Bu emanetler saray ve yönetici ailenin kullanımı için saklandı. Çarmıhın bir parçası Konstantin’in büyük bir statüsüne yerleştirilmişti ayrıca çiviler bir miğfer ve imparatorun atına gem yapımı için kullanıldı. Bu dönemde kutsal emanetler Filistin’den gelmeyi kesmedi. Aynı durum şehitlerin emanetleri için de geçerliydi. Hristiyan dünyasının her köşesinden getiriliyorlardı ancak çoğu zaman; papaların Aziz Peter ve Aziz Paulus’un kalıntılarını yollamayı reddettiği ve İtalya’da kalmasını gerektiğini savunduğu durumlarda oluyordu.

Kutsal emanetlerin toplanması; imparator, piskoposlar, devlet memurları, ruhban sınıfı ve keşişler tarafından tertiplenen kasıtlı bir siyasetti. Saltanatı döneminde birçok mabedi inşa ya da restore ettiren I. Justinianos kutsal emanetleri elde etmekte oldukça hevesliydi ve hatta kendini buna adamıştı. Bu emanetlerin başkente ulaşması büyük bir olaydı; adventus seremonisiyle şehrin kapılarında ciddiyetle teslim alınırlardı ve yeni mabede yerleştirilmeleri adına bir şölen günü düzenlenirdi. Bu hem Hristiyanlaştırmanın bir siyasetiydi hem de Ortodoksluğun muhafaza edilmesini amaçlıyordu. Bu politika Konstantinopolis’in özellikle Doğu vilayetlerinin Arapların eline geçmesinden sonra, hacıların uzaklardan geleceği yeni bir kutsal şehir olmasını sağladı.

 

  • Hacılar Ne Yapardı?

Hacılar kutsal mekânlara dua etmeye gelirlerdi. Hacının duası bir minnet göstergesi, bir yeminin yerine getirilmesi, bir bağışlanma talebi ya da çeşitli iyilikler talep etmek için olabilirdi. Hacı belirli bir kutsal mekâna dua etmek için geldiğinde, bu temel niyetinin farklı bir renk alacağını ve duasının kutsal mekânın katkısıyla daha da kuvvetleneceğini düşünürdü. Hacının asıl amacı daha iyi bilgilenmek değil, duasını beslemektir.

   Şehit ya da orada yatan aziz sayesinde Tanrı’ya yakınlaşma ritüeli kutsal emanetleri formda tuttu. Daha öncede söylediğim gibi, hacların başarısı bu kutsal emanetlerin katlanmasına neden oldu ve kısa süre sonra, ani bir şekilde ziyaretçiler nesnelerin kutsanmasında rol oynamayı ya da onlarla temas kurmayı talep etmeye başladılar. Hacılar artık sadece kutsal mekânda dua etmek için gelmiyordu, daha çok kutsallığa ortak olmanın bir yolu olarak mekâna tapınmak için geliyorlardı. Hacıların yaygın aktivitelerinin birçoğu buradan çıkmıştır. Birçok farklı şekilde bu mekânların ve nesnelerin yüceltilmesi sağlandı: Gözyaşları ya da parfümle kaplanıp öpülen kutsal emanet kutusuna secde etme, eve götürebilmek için kutsal emanetin yakınına bir nesne koyma veya ismini yazma gibi. Bunlar arasında en çok bilinen ve kutsal mekândan sorumlu olan yetkililerin özellikle dikkatini çeken şey, çoğu zaman hastalıklara çare ve özel bir isteğin yerine getirilmesi için paganlık döneminden beri uzun zamandır uygulanan mabette ya da yakınında uyumaktır. Görmeye ve dokunmaya geldikleri kutsallığın bir kısmını götürebilmek de hacılar için oldukça önemliydi. Tabii ki bunun en ideali bir kutsal emaneti elde etmekti ancak bunlar çok seyrek ve sadece dini rütbesi ya da devlette önemli görevleri olanlara veriliyordu. Bu sebeple hacıların büyük kısmı bunların yapayları ve orayı simgeleyen eşyalarla yetinmek zorunda kaldı. Bunlar kutsal mekânın yakınlarında elde üretilen emanetlerdi ve çevrede kısa sürede küçük bir iş alanı oluşmasını sağladı. Aziz Menas anısına üretilen mataralar buna örnek gösterilebilir. Buradan onu anlıyoruz ki uzaktan ya da yakından gelen hacıların kutsal mekânı yüceltmek için oraya ait bir parçayı elde etmekle ne kadar ilgili olduklarını görüyoruz.

 

  • Farklı Yerlerde Hac Merkezleri

Helen’in Kudüs’ü ziyareti, hac mekânları olacak kutsal mekânların belirlenmesinin ilk işareti olmuştur. Bunlar sadece Golgotha, Saint-Sepulce ve Nativite Mağarasının (İsa’nın Doğumu Mağarası) bulunduğu yerler değil, aynı zamanda Eski ve Yeni Ahit’e ait birçok olayın da geçtiği yerlerdir. Bunların dışında daha birçok ülkede hac mekânı olarak tespit edilmiş birçok kutsal mekân bulunmaktadır. Mesela, Gaule’de Tourslu Aziz Nicolas’ın, Sinai’da Azize Catherine’in, Afrika’da Aziz Cyprien’in ve Kıbrıs’ta Aziz Epiphane’ın mezarları bunlardan bazılarıdır. Mezarların dışında bazı kutsal kalıntıların bulunduğu yerler de hac mekânları olarak kabul edilmişlerdir. Treves’de bulunan Mesih’in Gömleği, Turin’deki Kutsal-Kefen, Yugoslavya Trsat’ta veya Chartres’de Lorette’nin Santa Casa’sı, Bakire’nin Gömleği ve Etiyopyalı Axoum’un kutsal sandığı bunlardandır. Rusya’nın Kiev şehrinde özellikle Ortodoks hacılar için önemli sayılan 73 aziz mezarı, kalıntılar, ikonlar ve yüceltilmiş kiliseler bulunmaktadır. Lourdes ve Fatima, Hristiyan haccının en yoğun olarak yapıldığı yerlerdendir. Bu gibi hac mekânlarını ziyaret ettikten sonra dönen hacıların etkisi Doğu’da kiliselerdeki litürjik adetlerin çabucak benimsenmesini sağlamıştır.

 

  1. PHRYGIA BÖLGESİNDE HACILIK VE HAC MERKEZLERİ

İ.S. 1. Yüzyılda kilisenin gelişimi Phrygia’dan başlamış ve komşularını belirgin olarak etkilemiştir. Gizli veya açıkça Hristiyan olduğunu belirten mezar taşları, oldukça tartışmalı, spekülasyona açık ve kimlik belirleme açısından pek çok kuşkular taşımaktadır.

Mitchell’e göre başka bir yerde görülmeyen bir biçimde, orta Anadolu erken Hristiyanlık epigrafisinde, pagan kültür, aile, vatan ve inanç öğeleri iç içe ve eşitlik içinde kullanılmışlardır.

Phrygia’da en erken Hristiyan yazıtı İ.S. 157 tarihli ve yukarı Gediz ovasında Kadof de bulunmuştur. Kadof de bulunan taş halen İzmir Müzesi’ndedir. Diğer erken yazıt ise Çeltfkçf de bulunan; bir elinde üzüm salkımı diğerinde üzeri haç işaretli madalyon tutan bir figür kabartmasıdır. Bir görüşe göre de madalyon gibi görünen yuvarlak nesne, şükran günü ekmeği (Ökaristi Ekmeği) de olabilir.

Gerek ökaristik sembol gerekse haç figürlü pek çok mezar taşı Kadof den başka Synaus, Ancyra—Sidera, Aizanoi, Temennutheria (Uşak)’da bulunmuştur.

Son çalışmalarla ortaya çıkarılan binden fazla yazıt bize gösteriyor ki 3. Yüzyıl sonlarına gelindiğinde Phrygia’da Hristiyan topluluğu oldukça gelişmiştir. Belli merkezler ise, Apameiai Eumenia, Dionysiopolis ve Sebaste’dir.

Phrygia bölgesinin önemli bir kült merkezi olduğu ve antik dönemden itibaren itibar gördüğünü, Hristiyanlığın gelmesiyle meleklere tapmanın devam ettiğini görüyoruz. Meleklere tapmanın uzun bir geçmişi vardır. Özellikle Güney Phrygia’da Kolossai antik kentinde güçlüdür. Paulus bu yüzden kenti aforoz etmiştir. Daha sonra da Baş Melek Mikhael Kilisesfmn burada yapılışı bir tesadüf değildir. 4. – 5. Yüzyıllarda Baş Melek Mikhael ve onun mucizelerine olan inanç, doğu ve batı Hristiyan dünyasında yaygındır. Meleklere ithaf edilen kiliseler Anadolu’da en yaygın biçimde Phrygia’da görülür. Örneğin: Antik Kolossai kenti yakınında Khonai (Honaz), Nakoleia (Seyitgazi) gibi önemli Phrygia bölgesi kentlerinde Mikhael adına anıtsal kiliseler yaptırılmıştır. Bunun sonucunda gerek yakın civardan gerekse uzaklardan gelen ziyaretçilerin uğrak yerlerinden olmuştur.

Ayrıca pek çok kaynakta Baş Melek Mikhaele ithaf edilen yazıtların varlığı örneğin Pessinus surlarında Mikhael’e ithaf edilmiş erken dönem Bizans kilisesinin varlığından söz eden bir yazıtın bulunması ve buna benzer pek çok yazıtta da Mikhael’e ithaf edilen kiliselerin adının geçmesi Phrygia bölgesinin bir Mikhael kült merkezi olduğunun kanıtıdır.

Baş Melek Mikhael ve mucizelerine olan inanç Anadolu’da en yaygın biçimde 4.-5. Yüzyıllarda Phrygia’da görülmektedir. Eskişehir’in Mihalgazi ve Mihalıççık ilçelerinin adları da bu bölgedeki Mikhael kültünün yaygınlığında kaynaklanmıştır. Mikhael’e ithafen yapılan en önemli ve görkemli kilisenin güney Phrygia’da Kolossai kenti yakınında Khonai deki Baş Melek Mikhael Kilisesi olduğu bilinir.

Phrygia ve yukarı Porsuk bölgesinin, gizli veya açık, 1.-3. Yüzyıl arasındaki yazıtların bol miktarda bulunduğu tek bölge olduğu gerçektir. Bu gerçeği Phrygia’da ortaya çıkaran radikal ve yerel Ortodoks karşıtı akımlar ve özellikle Montanistlerin varlığına bağlamak kaçınılmaz olmaktadır. Montanus, Rahibe Nanas, Sozimos gibi montanistlerce önemli kişilerin mezar taşları yukarı Porsuk bölgesinde bulunmuştur.

6.1. Montanizm’in Ortaya Çıkışı

Rahip Montanus muhtemelen 130 yılında fikirlerini yaymaya başlamıştır. Onun geniş bir kitleyi bulan takipçileri arasında üst sosyal sınıftan kadınlar da bulunmaktadır. Üstelik fikirleri sadece Phrygia ve Küçük Asya ile sınırlı kalmamış, Roma ve Kartaca’ya kadar ulaşmıştır. Anti – Montanistlere göre o delirmiş; yaşadığı utanç verici hayatını, tıpkı ihanet eden Judas gibi, intihar ederek sonlandırmıştır. Ne var ki Montanus ve Maximilla’nın intihar ettikleri iddiası da güvenilir değildir.

Kuşkusuz Montanizm’in doğuşunda sosyo – ekonomik şartların önemli bir etkisi söz konusudur. Gerçekten de bu devirde, özellikle askeri ve ekonomik sahada ciddi sıkıntılar vardır ve kriz dönemlerinde kurtarıcı beklentisi bilinen bir gerçektir. Anadolu halkının gündeminden bu krizlerin düşmemesi Montanizm’in doğuşunu tetikleyen önemli bir etkendir. Dolayısıyla söyleyebiliriz ki Montanizm uygun bir zaman ve mekânda ortaya çıktığı için Phrygia bölgesinde kısa sürede yayılma imkânı bulmuştur. Hristiyanlığın baskı ve zulüm altında olduğu bir dönemde, Montanus’un; dünyanın sonunun geldiğini, Pepuza’da göksel Kudüs’ün kurulacağı ve yakın bir zamanda İsa’nın gelerek bin yıllık krallığı kuracağını haber vermesi kitleler üzerinde büyük bir etkiye sebep olmuştur.

Eski kaynaklar, ilk dönemlerinde montanistleri Phrygialılara ve öğretilerinin de Phrygia Heretikleri olarak adlandırmışlardır. Hierapolis Piskoposu Claudius Apollianarius tarafından, başka bir takım piskoposların da isimleri eklenerek yeni gelişmeye başlayan Montanizm’e karşı bir reddiye kaleme alınmış; bunu diğer reddiyeler takip etmiştir.

Montanistlerin yayıldıkları bölgeler, bulunan yazıtlara göre, başta Phrygia olmak üzere, Galatia, Lidya, Kilikya, Hierapolis, başkent Konstantinopolis, Kuzey Afrika ve İspanya olmak üzere geniş bir alandır. Bu yayılmayı hızlandıran sebeplerden ilk, dönem kilisesindeki iç iletişim, diğeri ise kilise içerisindeki güçlü bir yenilenme talebidir.

Montanizm’de tüm kilise adamlarının aziz olarak kabul edilmesi, kadın peygamberlere (Priskilla ve Maksimilla) verdikleri önem ve statü, (yani rahibelere peygamber statüsü) evliliğe karşı oluşları kilise kurumuna ve onun pagan topluma uyguladıkları baskıya karşı çıkışları, asketik felsefeler yani azla yetinip keşiş gibi yaşamaları gelişmesinde etkili olmuştur. Coşkulu ayinleri ve rahibelere peygamber düzeyinde saygı göstermeleri, montanizmin Phrygia’daki kökeninin pagan kültürlere dayandığının kanıtı olarak kabul edilmektedir. Ancak bunun aksini ileri sürenlerde varıdır.

Öyle ki kadın peygamberleriyle ilgi çeken ve onlara karşı duyulan saygınlık montanizmin ortaya çıkışından yüzyıl sonra da devam etmiş ve güney Phrygia’da Hierapolis’’te rahip Phillippos’un dört kızı, bu geleneği devam ettirerek inançları ve yorumlarıyla “Phillippos’un bilge kızları” unvanını kazanmışlardır.

  1. Yüzyıldan itibaren Akmonia, Eumenia, Otrous, Dionysopolis, Apameia ve Sebaste’de pek çok yazıt bulunmuştur. Ramsay tüm bu yerleşmelerin montanistlerin önemli merkezleri olduğunu belirtmiştir.

4.yüzyılda Dorylaiori da bulunan başka bir yazıtta ise “Muntane Chreistiane Pneumatike” yani “ruhani montanist Hristiyanlar” tanımı dikkat çekicidir. 1897’de Dorylaion’da bulunan bu yazıt, bu kentin montaist kökeninin kanıtı ve bu kentte bulunan belki de tek erken Hristiyan belge sayılmıştır.

İmparator I.Konstantinus döneminde Hristiyan dininin resmi imparatorluk dini olarak onaylanmasından sonra ortodoksluğa karşı olan her türlü yerel inanç gruplarıyla bu kez devlet ve kilise birlikte savaşa devam etmişlerdir. Onlara göre “montanizm” gibi rahip ve rahibeler, meleklere inanış ve tapınışlar “sapkınlıktır” ve cezalandırılması gerekmektedir.

Montanizm, kimi yazarlara göre maneviyatı gittikçe azalan, sekülerleşen Katolik çevreye karşı vahyi bir protesto hareketi; kimine göre ise, Roma’nın inananlara yönelik işkencelerine karşı bir devrim hareketidir. Montanizm’in bir ihya/dini canlandırma hareketi mi yoksa kabul edilemez bir yenilik hareketi mi olduğu halen tartışılmaktadır. Ne var ki kilise, Montanistleri bir bütün olarak hedef almıştır. Kiliseyi bölmeksizin içerden bir

yenilenmeyi, öze dönüşü hedefleyen Montanizm bunu başaramadığı gibi, müstakil bir kilise olarak da varlığını sürdürememiştir.

 

  • Phrygia Bölgesi Azizleri

Phrygia bölgesinde yetişen ilk Hristiyan azizler de güçlerini pagan kültürlerinden almışlardır. Kaynaklarda bölgenin ilk Hristiyan azizleri olarak en çok Aberkius ve Trofimos’un adları geçmektedir.

Sandıklı ovasında bulunan ve beş kentten oluşan (Eukarpia, orta Phrygia’daki Hierapolis, Otrous, Stektorion, Bruzos) Pentapolis’in başkenti Hierapolis (Koçhisar) halkından gizli bir Hristiyan aziz olan Aberkisus, genç yaşta aziz Paulos ile tanışmış ve Hristiyan olmuştur. Bu dönemde Hristiyanlık henüz devletin resmi dini olmadığından din adamları da inançlarını gizlemek zorundaydı. Aberkius’da aynı şeyi yapmış, memleketi olan Phrygia’da Hristiyanlığı yaymak için uğraşmıştır. 72 yaşına geldiğinde günün modasına uyarak kendi mezar taşını hazırlatmıştır. Öldüğünde Hierapolis (Koçhisar) kentinin güney kapısı dışında, yolun kenarında herkesin görebileceği biçimde konulan bu taş, uzun zaman gizli Hristiyanların ziyaret yeri olmuş ve kutsal bir belge olarak korunarak günümüze kadar gelmiştir. Bu mezar taşı W. M. Ramsay tarafından 1883 yılında, Sandıklı – Hüdayi kaplıcası duvarında bulunarak yayınlanmıştır. Bu yayın çok büyük bir ilgi görmüş ve pek çok tartışmadan sonra Markus Aberkius’un, “Azizlerin Hayatı” adlı eserinde adı geçen Aziz Aberkius olduğu kanısına varılmıştır. Eserin Yazılmasında 4. Yüzyılda Afyon çevresinde Otrous piskoposu olan Zatikos’un yardımları olmuştur. Bu mezar taşı hakkındaki tartışmalı yayınlar Papalığında ilgisini çekmiş ve Sultan II. Abdülhamit’ten taşın Vatikan’a verilmesi rica edilmiştir. Böylece mezar taşı İtalya’da Lateran Müzesi’ne kaldırılmıştır.

Phrygia bölgesinde Hristiyanlığı yaymakla uğraşan azizlerden diğeri de Trophimos’tur. Afyon ve çevresinde misyonerlik faaliyetleri yoğunlaşmıştır. Pisidia Antiochia’sı (Yalvaç) seyahatinde tanışıp Hristiyan olan üç arkadaş Trophimos, Sabbasios ve Dorimadon birlikte gezerek dini yaymaya çalışıyorlardı. Gizlice Synnada’ya (Şuhut) geldiklerinde Yahudiler bu din adamlarını devlet adamlarına haber vermişler üçü de yakalanarak öldürülmüşlerdir. Hristiyanlık yayıldıktan sonra bu üç din adamının öldürülüp yakılması halk arasında hikâye edilir olmuş bir masal niteliğine bürünmüştür. Trophimos ve arkadaşları 3. Yüzyıl sonlarında martir olmuşlardır.

Trophimos’un adına Synnada’da bir kilise yapıldığı bilinmektedir. Synnada’da 1963 yılında ev yapımı sırasında temel kazarken bir yapı izine rastlanılmış ve bir de tasvirli, yazılı taş bulunmuştur. Bu taşın kabartma aziz tasvirleriyle süslü ve kilisenin templon arşitravı olduğu görülmüş; arşitrav Afyon Müzesine kaldırılmıştır. Orta Bizans döneminin tipik süslemeleriyle bezenmiş olan arşitravın üzerinde aziz tasvirleri ve bir de madalyon içinde martir Aziz Trophimos’un adı monogram biçiminde verilmiştir.

Phrygia’lı olduğu ve mezarının da buraya defnedildiği bilinen bir diğer azizin kutlamaları ise Nicaea (İznik) kentinde yapılmaktaydı. Her sene gerçekleşen Phrygia’lı azizin kutlamalarında mucizeye tanıklık etmek isteyen yüzlerce hacı yollar düşerdi. Decius’un (249 – 251) uyguladığı zulümler yüzünden şehit oluşuna şahitlik etmiş bir şehirdi burası. Nicaea’daki kilisede her Şubat ayının ilk gününde onun adına anma töreni düzenlenirdi. İşte yine bir gün, sabah ayininde, azizin şerefine ilahiler söylenirken koca kalabalık bir mucizeye şahitlik etti: Şehit azizin lambasına konmuş kurutulmuş nilüfer yaprakları kışın kıyametin ortasında birdenbire canlandı. Bir 13. Yüzyıl imparatoru olan II. Teodor Laskaris, şehidin ruhani nimetlerinden faydalanmak, şeytanlardan korunmak, onun maneviyatını hissetmek ve hastalıklara şifa dağıtmak için gelen halka bu mucizeyi bir sonraki şenlikte duyurdu. Tryphon, imparatorluğun sürgündeki koruyucu aziziydi, bu olaydan sonra şehrin madeni parasına azizin resmi ve nilüfer çiçeği basıldı. Onun bu mucizesi başkent Nicaea’ya büyük cazibe kattı.

  Tam anlamıyla söylemek gerekirse Phrygia bölgesi orta çağ boyunca da karışık ve karmaşık inanç gruplarının her türlü baskıya karşın kısmen de olsa yaşamaya devam ettiği bölgedir.

 

  • Önemli Dinsel Merkezler

AIZANOI (Kütahya – Çavdarhisar)

AKMONIA (Uşak – Ahat)

AKRONIOS (Afyon)

AMORION (Afyon – Emirdağ – Hisarköy)

APAMEIA (Dinar)

AYAZIN (İhsaniye yakınları)

DOKIMION (Afyon – İscehisar)

DORYLAION (Eskişehir – Şarhöyük)

EUKARPIA (Afyon – Uşak arasında Emirhisar)

EUMENİA (Uşak – Denizli arasında)

HİERAPOLİS (Denizli – Pamukkale)

HİERAPOLİS (Pentapolis içinde yer alan Koçhisar)

KHONAI (Denizli – Honaz)

KOTYAION (Kütahya)

LAODIKEIA (Denizli – Lâdik)

MIDAION (Eskişehir – Alpu Karacahöyük)

NAKOLEIA (Eskişehir – Seyitgazi)

POLYBOTOS (Afyon – Bolvadin)

PRYMNESSOS (Afyon – Sülün)

SEBASTE (Uşak – Selçikler)

SYNNADA (Şuhut)

TEMENOUTHYRAI (Uşak)

Piskoposluk Merkezleri

AMORION

HIERAPOLIS

KHONAI

KOTYAION

LAODIKEIA

NAKOLEIA

SYNNADA

  • Phrygia Bölgesi Hac ve Ticaret Yolları

Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’i “Kutsal Toprakları” Kudüs’e bağlayan yollar Phrygia geçiyordu. Bu nedenle de ilk Haçlı Seferi orduları Konstantinopolis ve Nikeia’dan (İznik) sonra Dorylaion’a (Eskişehir) gelerek burada Türklerle büyük bir çatışmaya girmişler ve kazanmışlardır. Antik dönemden günümüze Ege’nin liman kentlerini Anadolu’nun içlerine taşıyan ticaret yolu ve dini açıdan Hristiyanlığın hacıyolu da Phrygia’nın bir kısmından geçmekteydi (Figür 10).

  1. Kuzeybatı – Güneydoğu Yönünde Diyagonal Bağlantı

Nikaia (İznik) – Dorylaion (Eskişehir), Amorion (Emirdağ) veya Philomelion (Konya – Akşehir) – İkonion (Konya)

Dorylaion’dan kuzeybatıya, Nikeia, Nikomedia, Bursa üzerinden geçen bu yol başkente ulaşıyordu. Dorylaion’dan güneydoğuya uzanan yol ise Nakoleia (Seyitgazi), Amorion (Hisarköy), Laodikeia, İkonion’dan geçerek Suriye’ye uzanıyordu. Burada Dorylaion’un önemi ortaya açıkça çıkmaktadır. Kuzeybatı ve güneydoğu diyagonal ekseninde Dorylaion, hem başkente hem Suriye’ye bağlanan ana ticaret yolunun ve hac yolunun merkezinde yer alıyor. (Figür 11)

  1. Kotyaion – Akroinos – Philomelion

Kütahya ile Akroinos arasında iki bağlantı yolu bilinir; biri doğudan Meros üzerinden Altıntaş ovasına ulaşan yoldan ki bunun da 3. Yüzyıla ait yazıtlardan anlamak mümkündür. Roma – Bizans döneminden sonra Osmanlı Hani da kanıtlar. Yol, Yukarı – Dağlık Phrygia’yı katederek Seyitgazi’ye ulaşır. Roma – Bizans döneminde kullanılan ikinci yol ise Kotyaion ile Akronios ve Prymnessos arasındadır. Osmanlı döneminde de kullanılmış olup bugünkü Kütahya – Afyon karayoludur.

  • Batı – Doğu Yönündeki Yollar

Batıda en uç nokta olan Ephesos’tan başlayıp Menderes Ovası’nı izleyerek doğuya ulaşır. Bu yolun Ephesos’tan sonra ilk durağı Laodikeia kentidir. Daha sonra Apameia, Polybotos ve Iulia’ya ulaşır. Apameia ve Iulia (Çay) arasındaki yol erken Bizans döneminde tercih edilen bir yoldur ki bu hususu da mil taşlarından kanıtlamak mümkündür. Kotyaion, Aizanoi, Kadoi, Synaos üzerinden Propontis’e (Marmara) ulaşan yol ise Aslanapa’da bulunmuş olan ve Diokletianus dönemine ait bir mil taşı ile kanıtlanabilir. (Figür 12)

  1. Kuzey – Güney Yönündeki Yollar

Bu yöndeki yollar batı Anadolu’da hiçbir zaman batı – doğu yönündeki ve kuzeybatı güneydoğu yönündeki yollar kadar ekonomik ve askeri önem kazanamamışlardır. Phrygia için sadece güneye Akdeniz’e ulaşan yol iki önemli kentten Laodikeia, Apameia’ya gelen ticaret yollarıyla da birleşerek Akdeniz limanlarına ulaşırdı (Figür 13).

  • Phrygia Bölgesi Hac Merkezi Olmuş Kentler

6.5.1 Phrygia Pentapolisi Hierapolis ve Otrous

Phryg, Roma ve Bizans dönemlerinde yerleşim gören ama lokalizasyonu şimdiye kadar yapılamayan Otrous, yerel adından da anlaşılacağı üzere çok eski bir Phryg yerleşimiydi.

Bizans İmparatorluğu döneminde “Eukarpia Ovası” ilk kez 6. Yüzyılda adı geçen Pentapolis, yani “Beş Şehir” olarak adlandırılıyordu. Justianus Döneminde, Hierokles’in, Phrygia Saloutaris eyaletinin şehir listesinin başında bu kentler şu sıra ile yer alıyordu: Eukarpia, Hierapolis (Koçhisar), Otrous, Stektorion, Brouzas (Figür 14,15). Bu “Beş Şehif” in en büyüğü tabii ki biraz önce sözünü ettiğimiz Eukarpia idi. Afyon’un 50 km. güneybatısında ve eski Roma – Bizans yolunun üzerindedir. Hierokles kent listelerinde adı geçen Eukarpia, Phrygia Salutaria eyaletinin sınırları içindedir. 5. Yüzyıldan itibaren Ruhani bölge merkezi olarak Eukarpia’nın 12. Yüzyıla dek pek çok dinsel toplantıya temsilci din adamı göndererek katıldığı da bu konsillere katılan piskoposlar ve bölge temsilcilikleri listelerinden anlaşılmaktadır (Notitae Episcopatuum).

Eukarpia’nın güney – batısında Hierapolis şehri yer alıyordu. Anlamı yunanca “Kutsal Şehir” dir. Phrygia’da Hierapolis isimli iki şehir vardı, birisi büyük herkesin tanıdığı 4. Yüzyılda Montanizmin merkezi olmuş Pamukkale’deki kent. Diğeri ise küçük, Pentapolis’de yer alan Hierapolis. Bu isi, diğer Hierapolis’te olduğu gibi, yakınında bulunan ve tanrının bir lütfu olarak kabul edilen sıcak su kaplıcalarından dolayı verilmiştir. Bir Bizans efsanesine göre Aziz Aberkios’un ettiği duaların sonucunda bu sular ortaya çıkmıştır. Aynı şifalı su kaynağı Osmanlı döneminde olduğu gibi, günümüzde de halen faaliyettedir ve romatizma hastaları tedavi görür.

  1. yüzyılda yaşayan, adını bilmediğimiz bir Hierapolis’li, Roma imparatorlarından Marcus Aurelius devrinde (161 – 180) Phrygia’daki Hierapolis kentinin piskoposu olan Aberkios adındaki bir Hristiyan azizin hayat hikâyesini ve onun yarattığı mucizeleri ayrıntıları ile kaleme almıştı. Latince olarak Vita Abercii (Aberkios’un Hayatı) adı ile bilinen bu metin sayesinde büyük bir ün kazanan Aziz Aberkios, Kilise tarafından her yılın Ekim ayının 19. Gününde anılır ve hatta Havari Paulus ile bir tutulur oldu.

Vita Abercii adlı eserde Aberkios’un mucizeleri hakkında özetle şu bilgielr yer almaktadır:

“Aziz Aberkios’un Hierapolis kentinin piskoposu olduğu devirde imparatorlar Marcus Aurelius ile Lucius Verus tüm Roma imparatorluk kentlerine bir genelge göndererek, tanrılara kurban ve tütsü törenleri düzenlemesini emretmiştir. Bu dönemde, bir gece yarısı, bir rüyanın etkisi altında kalan piskopos Aberkios, eline büyük sopa alarak, çoğu kurban töreninin yapıldığı Apollon tapınağına gider ve Apollon’dan başlayarak, Herakles, Artemis, Aphrodite ve diğer tanrıların heykellerini tahrip eder. Bunun üzerine ellerine meşaleler alan kızgın bir kalabalık Aberkios’un evine yönelir. Amaçları evi yakıp yıkmak ve Aberkios’u öldürmektir. Aberkios yanına müritlerini alıp Pazar yerine (agora) götürür ve orada vaaz vermeye başlar. Oraya ulaşan kalabalık tam piskoposa saldıracak iken, bir rastlantı sonunu, üç kişiye sara nöbeti gelir ve Aberkios onları oracıkta iyileştirir. Bunun üzerine saldırganların tümü Hristiyanlığı kabul ederler ve ertesi gün en az 500 kadar kişinin vaftiz töreni yapılır. Bu olayı izleyen günlerde Aberkios’un evi yalnızca Büyük Phrygia’dan değil, aynı zamanda Asia, Lydia ve Karia eyaletlerinden de gelen inançlı ziyaretçilerin hücumuna uğrar.”

“Birkaç gün sonra Aberkios’un vaazını dinlemek üzere kör bir zengin kadın gelir. Bu kadın, imparatorun dostu olan ve onunla önemli konularda sık sık yazışan, nüfuzlu ve saygın kişi Euxeinianus Pollio’nun annesi Phrygella’dır. Phrygella Hristiyanlığa geçtiğini

Aberkios’un mucizesi sadece bunlarla kalmaz. Aynı kitapta anlatılana göre bölgeye ününü kavuşturan, hac ve sağlık merkezi olmasını sağlayan sıcak suların yerden fışkırmasını da bu ünlü aziz sağlamıştır. Hacılar için bir azizin gücünü gözle görebilmek, onları buraya çeken en önemli sebeplerden biriydi.

“Aberkios ve müritleri Hierapolis’in civarındaki köy ve çiftlikleri ziyaret ederler. Bir hamamları olmadığı için, köylülerin sağlık durumu içler acısıdır. Suyu bol bir nehir olan Kludros (Hamam Çayı) yanındaki Agros adlı yere geldiklerinde Aberkios diz çöküp burada bir sıcak su fışkırsın diye dua eder. Ardından bir gök gürlemesi ile birlikte, onun diz çöktüğü yerin hemen az ilerisinde yerden sıcak su yükselmeye başlar. Yöre halkı daha sonra burada yıkanılabilmesi için derin havuzlar inşa eder.”

Sonuç olarak, günümüz Hristiyan dünyası tarafından Aziz olarak anılan ve kimi zaman İsa’nın Dört Havarisi ile eşdeğer görülen Aberkios, hiç kuşku yok ki günümüz Sandıklı’sının yanı başında ki Hierapolis (Koçhisar)’ de yaşamış, burada piskopos olarak görev yapmış ve yine burada gömülmüştü.

Haritada görüldüğü gibi, yerleri bilinen Pentapolis’in bu dört şehri, hem ziraat hem de hayvancılıktan faydalanabilmek maksadıyla Sandıklı Ovası’nın batı kenarında, dağ dibinde, sırasıyla kuzeyden güneye doğru yer almıştır: Brouzos, Eukarpia, Hierapolis ve Stektarion. Bu düzene ve yerleşim sırasına göre ele alırsak Otrous’un Stektarion’a komşu olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda Otrous’u da ovanın batısında aramamız gerekir. Bugünkü bağlantıya göre, Ankara – Afyon – Antalya yolunun bir kısmı, kuzeydoğu istikametinde Sandıklı’dan Dinar’a gider. Bugünkü Dinar, içanadolu’nun en önemli ticaret merkezi olan Apameia şehri idi. Yani bugün Sandıklı’dan Dinar’a, Bizans döneminde ise Eukarpia’dan ve genel olarak Pentapolis’ten Apameia’ya giden bu yol, hiç kuşkusuz İç Anadolu’nun en önemli ticari ve askeri damarlarından biri idi.

Pentapolis’in yol ağlarını da inceledikten sonra çok işlek bir yol ağının tam ortasında yer alan Aziz Aberkios’un ünlü şehri Hierapolis’in çok fazla ziyaretçi alan bir hac merkezi olduğunu daha net söyleyebiliriz.

  • Lykos Ovası Kentleri Hierapolis, Kolossai (Khonai) ve Laodikeia

6.5.2.1 Lykos Ovası’nın Konumu ve Tarihi

Lykos (Çürüksu) Ovası Anadolu Uygarlıklarının en zengin kalıntılarını bağrında yaşatması yönüyle farklı bir konuma sahiptir. Bu küçük verimli ovada; Hierapolis, Laodikeia ve Kolossai dışında onlarca kent ve höyük yer almaktadır. Ama bu 3 kentin Hristiyanlık açısından çok farklı bir önemi vardır.

Ovaya adını veren, Lykos (Çürüksu) Nehri; Honaz (Kadmos) Dağı eteklerinden doğarak, kentin doğusundan kuzey ve kuzeybatısına doğru uzanır ve ova ortasında yer alan göle karıştıktan sonra, Sarayköy yakınında Büyük Menderes Nehri ile birleşir. Lykos Nehri’nin dışında Laodikeia’nın iki yanında daha küçük kollar olan nehirlerde yer alır. Lykos Vadisi iklim olarak Akdeniz ile karasal iklimin geçiş noktasındadır. Bu nedenle ovada pamuk, buğday, mısır, kiraz, üzüm gibi tarım ürünleri yetiştirilmektedir. Ayrıca Lykos Vadisi depremsel yönden, Afyon’dan başlayan ve Aydın’a kadar uzanan fay hattı üzerinde olup buna bağlı olarak çok zengin traverten ocakları ve termal su kaynaklarına sahiptir.

Lykos Vadisi’nin bulunduğu Menderes rotası antik dünyanın en önemli geçiş ve ticaret güzergâhıdır. Lykos Vadisi bu önemli rotanın bağlantı merkezinde bulunur. Ova ortasında yer alan Laodikeia batı, doğu ve güneyle bağlantıları sağlayan ana yolların kavşak noktasında kurulmuştur.

Lykos Vadisi’nin bu elverişli konumu çok erken dönemden itibaren yerleşmelere ve uygarlıkların gelişmesine olanak sağlamıştır. Bunlardan en erkeni, Çökelez Dağı’nın güneyoğu eteklerinde bir traverten ocağında tesadüfen bulunan Homo Erectus’a (Denizli – Kocabaş Adamı) kafatası olup M.Ö. 500 bin yıl öncesine tarihlendirilmiştir. Bu da bu coğrafyanın şimdilik 500 bin yıldan günümüze kesintisiz yerleşimlere sahne olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bunun arkasından Lykos Vadisi’nde en erken arkeolojik verilere kazı çalışmaları sonunda ulaşılmıştır. Laodikeia’da Batı Prehistorik Nekropolü’nde İlk Kalkolitik Dönem’e (M.Ö. 5500) tarihlendirilen düz ve kırmızı aşı boyasıyla yapılan geometrik süslemeli çanak çölekelr ortaya çıkarılmıştır. Prehistorik Nekropol Alanında tespit edilen pithos mezarlar, bölgede İlk Tunç Dönemi gömü geleneklerini bilinmesi yönüyle önemli bilgilere ulaşılmasını sağlamıştır.

Vadi sırasıyla Helenistik Krallıklar Döneminde Seleukos’luların hâkimiyetine geçmiş, daha sonra Roma İmparatorluğu ve Bizans İmparatorluğu hâkimiyeti ile birlikte Hristiyanlık ile tanışmaya başlamıştır.

  • Lykos Vadisi’nde Hristiyanlık

Vadi kentlerinde Yahudi topluluğunun varlığı yazılı kaynaklardan ve yapılan arkeolojik kazılar ile biliniyordu. Bölgede Hristiyanlığa geçişte Aziz Paulus’un ilk vaazlarının kabul edilmesine burada yerleşik yaşayan Yahudilerin yardımcı olduğu bilinmektedir. Aziz Paulus’un Kolossai’li meslektaşı Aziz Epaphras’a yolladığı mektuplar Laodikeia, Kolossai ve Hierapolis halkına okunmuştur. Lykos Vadisi’nde Hristiyanlığın yayılması, M.S. 40 – 50 yıllarından itibaren başlar. Bu din doğal olarak ilk önce Hierapolis’te, Laodikeia’da ve Kolossai de Yahudi toplulukları arasında yayılmıştır.

Laodikeia, günümüz Denizli’sinin 6 km kuzeyinde ve Hierapolis’in 11 km güneyindedir. Kentin geçmişi 5 bin yıl önceye uzansa da kent modern anlamda İ.Ö. 3. Yüzyılda kuruluyor. Kentin kuruluşu ile ilgili farklı söylemler anlatılsa da genel olarak kabul görmüş kanı Kral II. Antiochos tarafından karısı Laodike adına kurulduğudur.

Bölgedeki diğer kentler gibi pek çok kez depremlerle tahrip olan, yeniden ayağa kaldırılan, yeniden yıkılan kent en parlak dönemlerinin ilkini İ.S. 1. Ve 3. Yüzyıllar arasında ve ikincisini isi 4 – 6. Yüzyıllar arasında yaşamıştır.

Ticaret yollarının kavşak noktasında yer alan Laodikeia özellikle “tekstil zengini” bir kent olarak tanınmaktadır.

İ.S. 1. Yüzyılda Havari Aziz Paulus’un Efes ziyareti ve bu yolculukta gösterdiği mucizeler dilden dile dolaşıyordu. Yeni bir din ortaya çıkıyordu Pagan ve Yahudi toplulukları bundan etkilenmiş Hristiyan nüfusu artmaya başlamıştı.

Laodikeialılar başta zenginlikleri yüzünden bu yeni dine fazla ilgi göstermemişlerse de, daha sonra Hristiyanlık önlenemez bir şekilde bölgede hızla yayılmıştır. Aziz Paulus’un yazdığı mektuplardan (Colossaili’lere Mektup’ta, 1,2 ve IV, 15-16) Laodikeia’nın erken piskoposluk merkezi olduğu anlaşılır. Yeni Ahit metinlerindeLaodikei’nın en gözde Yedi Kilise’den (erken dönemde kilise, bir yapı olarak değil cemaat olarak algılanmalıdır) biri olduğu belirtilir ve bu referansı birçok yazıtta destekler.

Paulus mektubunun son selam bölümünde ise hapishane arkadaşlarının (Thikus, Aristarkus, Markos vd.) Hierapolislilere, Laodikeialılara ve Kolossaililere şükran ve selamlarını iletir. Ve son bölümler şu şekilde devam eder. “…Gerek sizin için gerek Laodikeia ve Hierapolis’te bulunanlar için çok emek verdiğine tanıklık ederim. Laodikeia’daki kardeşlere, Nimfa’ya ve onun evindeki topluluğa selam edin. Bu mektup aranızda okunduktan sonra, Laodikeia topluluğuna da okunsun. Sizde Laodikeia’dan gelecek olan mektubu okuyun. Ben Paulus bu selamı kendi elimle yazıyorum. Zincire vurulduğumu unutmayın. Tanrının lütufu sizinle olsun”.

Hristiyanlığın daha M.S. 1. Yüzyılda Aziz Paulus’un Efes’teki vaazları, Lidya ve Troia’daki geziler sayesinde, bu din paganları ve Yahudileri kendine çekmiştir. M.S. 1. Yüzyılda Pergamon, Ephesos, Sardeis, Thyateira, Philadelphia, Smyrna ve Laodikeia, Hristiyan Kiliseler unvanını almıştır. İlk Yedi Kilise unvanı verilen bu kentlere baktığımızda bunlar ticaret kentleri olup zenginlikleriyle ön plana çıkmaktadırlar. Bu da Hristiyanlığın yayılması için gerekli olan paranın büyük kısmının bu kentlerden tedarik edilmiş olabileceğini akla getirmektedir. Bu onursal bir unvandır. Çünkü Hristiyanlık, Büyük Constantinus zamanında Milano Fermanı ile serbest bırakılana kadar, ilk inananlar evlerde gizli olarak toplantılar yapmışlar ve bu yeni dini yaymışlardır. Laodikeia Kilisesi bu yönüyle Hristiyanlık âleminin en eski ve önemli kutsal yapısı olması özelliğini korumaktadır. Bu nedenlerden ötürü de bir hac kilisesidir.

Hristiyanlığı serbest bırakan imparator Büyük Constantinus’un ölümünden sonra (M.S. 337) başlayan Hristiyanlık tartışmaları, daha önceki pagan dinleriyle ilgili çekişmelerin yerini almıştır. Laodikeia’da toplanan Laodikeia Evrensel Meclisi (M.S. 343­-381) Hristiyanlığa karşı gelenleri (heretikler) belirleyen tanımları bilirmiştir. Laodikeia Kanunları olasılıkla daha sonra Kilise Kanunu’na eklenmiştir. Din adamları, rahipler, piskoposlar kenti Laodikeia’nın 14. Yüzyıla den tüm dinsel toplantılara (konsil, synod) katıldığı yine kaynaklardan anlaşılmaktadır.

Piskoposluk listelerinden üçüncüsünden anlaşıldığı üzere 8. Yüzyılda Laodikeia’ya bağlı ruhani bölge merkezlerinde büyük değişiklikler yapılmış; Laodikeia’ya bağlı bu merkezlerden Ankyra Synaos, Aizanoi, Kado, Synaos, Tiberiupolis daha yeni metropolis olan Hierapolis’e bağlanmıştır. Laodikeia’’a ise Akmonia, Ardida, Aristeia, Chairetopa, Diokleia, Kolossai, Kidyessos ve Horaka bağlı kalmıştır. 14. Yüzyıl sonunda ise sadece Khonai, Laodikeia’ya bağlıdır. Laodikeia, Roma çağından beri Phrygia’nın en büyük ve önemli kentlerinden biri olup Hristiyan ve Ortaçağ – Bizans döneminde de bu önemini korumuştur.

Laodikeia’da paganlar tarafından öldürülen ilk din görevlilerine baktığımızda; M.S. 6 Eylül 166’da Sagaris martyr (şehit) edilmiştir. M.S. 325’te Konsül Piskopos Nounechios, 341’de Aristonikos, 448’de II. Nounechios, 553’te Ioannes, 680’de Tiberius, 787’de Eustathios, 869’dan önce Theodoros, 869’da II. Sisinnios, 879’da Paulus ve Symeon, 1082’de Michael piskopos olarak atanmıştır. 1158’de Türkler Laodikeia’ya geldiğinde ise başpiskopos Solomon’dur.

Kolossai Phrygia’nın güneybatısında, Denizli’nin 25 km. kadar doğusunda, Büyük Menderes (Maiandros) nehrinin güneyinde verimli Lykos Vadisi’nde yer alır. Kolossai coğrafi konumuyla iç bölgelerle kıyı arasında geçişi sağlayan batıda Selçık (Efes), kuzeyde Uşak, doğuda ise Göller Bölgesi’ne açılan yollar üzerindedir. Kent hem coğrafi konumuyla, hem de kuruluşunun vadideki diğer kentlerden Laodikeia ve Hierapolis’e göre daha erken bir döneme tarihlenmesiyle öne çıkar.

Lykos Vadisi’nde Kolossai, Arkaik ve Klasik Dönemlerdeki ününe, M.S. 1. Yüzyılda Hristiyanlığın vadiye yayılması için çaba sarf eden Aziz Epaphras ile tekrar ulaşmıştır. Çünkü Yuhanna İncili’nde yer alan Aziz Paulus’un mektuplarının Roma’dan alınarak okunması ve dinin yayılması görevi, arkadaşı Kolossaili Aziz Epaphras’a verilmiştir. Olasılıkla Epaphras bir tekstil tüccarı olup sık sık mallarıyla birlikte Roma’ya giderek Aziz Paulus’u görmüştür. St. Paul tarafından Kolossaililer’e yazıldığı öne sürülen mektup, Hristiyanlık tarihi açısından oldukça önemli bilgiler içermektedir. M.S. 4. Yüzyıldan sonra Kolossai eski önemini kaybedince, M.S. 7. Yüzyıldan itibaren yeni kurulan Khonai (Honaz) önem kazanmaya başlamış ve bu dönemde yapılan kiliseden dolayı St. Michael olarak anılmıştır.

  1. F. Hamilton, 1836 tarihinde gezdiği Kolossai hakkında detaylı bilgiler vererek, Bizans tarihçisi Niketan Khoniates’in ismini doğum yeri olan bu kentten aldığını, aslında Honaz ile Kolassai’nin aynı yer olduğunu ve Bizans Dönemi’nde Kolossai adının Khonai’ye dönüştüğünü bildirir. Bugün höyüğün bulunduğu alanı kastederek, Honaz’ın 3 km. kuzeyinde birçok kalıntının bulunduğunu söyler.

M.S. 4. Yüzyıl civarında yapıldığı düşünülen Aziz Michael Kilisesi, Anadolu’nun en önemli kiliselerinden biridir. Bu yapı güzelliği ve dış görünümü ile büyük ve ünlü sanat eseriydi ve imparatorluk şehrindeki Büyük Şehit Mokios Kilisesi’nin üstünde idi. Günümüzde bu büyük ve önemli kiliseden hiçbir iz yüzeyde görülmemektedir. Bu kilisenin ve şehrin mucizeye şahitlik etmek için gelenlerle ve şifa bulmak için dua edenlerle ziyaretçi akınına uğradığını yine yazılı kaynaklardan biliyoruz. Bazı azizler bulundukları kentin ‘kale duvarları’ olarak anılırdı, şüphesiz bunda duaların etkisi ve özel koruma yetileri rol oynamıştır. Bunların arasında Nicaealı Aziz Neophytos, Nikomedialı Aziz Diomedes, Gangralı Hyptaios ve Tarsuslu Eleutherios vardı. Tabii ki dualar uzaktan da okunabilirdi, ancak insanlar korunmak veya zafer kazanmak için mabetlere özel olarak gelirlerdi. Yine bu sebeplerden ötürü 1176’da İmparator Manuel Komnenos Mryokephalon savaşına giderken Khonai’de ki Baş Melek Kilisesini büyük ihtimalle zafer kazanmak için dua etmeye gelmişti. Niketas Khoniates bu olaydan şöyle söz eder.

“12. Yüzyıl sonunda kilise tamamen yıkılmıştır. III. Haçlı Seferi sırasında ise başkentten hareketle Phrygia ve Laodikeia içinden geçip benim doğduğum yer olan müreffeh ve büyük şehir, eski Kolossai, şimdi Khonai’a geldi. Burada fevkalade büyük, şahane güzellikte ve her bakımdan hayranlık uyandıracak bir sanat eseri olan Baş Melek MikhaelKilisesini ziyaret etti.”  Bu ifadeden 11. Ve 12. Yüzyılda bile bu kilisenin ayakta ve çok çok önemli bir yapı olduğu anlaşılmaktadır. M.S. 451’de Epiphanius, 692’de Cosmos, 787’de Dositheus, 860’da Samuel, Khonai’de başpiskopos olarak görev yapmıştır.

Khonai imparatorların bile ziyaret edip zafer kazanmak için dua ettiği önemli bir hac merkezi idi. Önemli hac mabetleri aynı zamanda her bölgeden gelen satıcı ve alıcıları çeken bir panayır yeri olması yönüyle, hac ibadetinin ekonomiyle oldukça önemli bir bağlantısı vardı. Hac merkezlerine uzak mesafelerden gelen ziyaretçiler yükler dolusu tahıl, kuzu, et ve şarap götürürdü. Ama herkes büyük ganimetler sunacak kadar varlıklı  değildi. Zafer kazanarak savaştan dönen bir asker kılıcını azize sunmuş, fakir bir kadın çalınmış olan bir tavuğunu aziz için ayırmıştı. Gangra (Çankırı) kentine yakın olan Didia köyünden Khonai’de ki azizlere sunulan ikramların bekçisi Manuel ‘ikramların değerin iki kilo altından fazlaydı’ diye bildiriyor. Bu altınları getiren delikanlı, Khonai kentine yürüyerek gelmişti ve altınlar için öldürülmekten zor kurtulmuş. Onun kurtaran ise Aziz George idi, altını ise Baş Melek Mikael almıştı.

Azizlerin kutlamalarının yapıldığı belirli günlerde panayır kurulması ve bu esnada mucizeye şahit olmak kutsal mekânda ulaşılacak en son nokta olarak görülmekteydi. Bunlardan muhtemelen en önemlisi, manna mucizesiyle denk düşmesi için düzenlenen Efes panayırıydı. Bu panayır o kadar çok ticaretin yapılmasını sağlardı ki, kayıtlara göre VI. Konstantin, 795’te kiliseyi ziyarete geldiğinde panayırın sağladığı (toplam 45 kilodan fazla altın eden) gümrük vergisini kaldırdı. Bizans döneminde devam eden ve önemli bir gelenek olan panayır yerleri Euchaita ve Myra kentlerinde de kurulmuştu. 12. Yüzyılın sonlarında ise Phrygia bölgesinde yer alan Khonai kentinde böyle bir duruma rastlıyoruz. Khonai’de ki panayır tüm komşu kent ve vilayetlerden ve hatta “barbar İkonyalılar” denilen Konyalı Selçuklulardan bile alıp satmak için gelen insan akınına uğruyordu.

Hem o bölgede oturanlar hem de yabancılar, kalabalık halinde olsun bireysel olsun, büyük – küçük demeden mabetleri hac yapmak için ziyaret ederlerdi. Genellikle bu insanların kimlikleri bilinmese de ve sadece birkaç kişi ya da bazı yabancıların isimleri geçse de; her çağda insan kitlelerin hac ibadetiyle bir alış – verişi olduğu biliniyor. En ünlü mabetler en fazla ilgiyi görürken, mütevazı ve yerel olanlar da ilgisiz kalmazdı. Hac yapan insanların çoğu, mabetlerin hepsinde her zaman kuşkusuz o bölgede ikamet edenler; ezici çoğunlukla da çiftçiler olurdu. Bu konuda Anadolu, mabet sayısının fazlalığının çektiği yerel ilgi sayesinde keşişlerin hacı olduğu kutsal topraklardan (İsrail ve Filistin bölgesi) ayrılıyordu. Tabi oraya gitmek uçsuz bucaksız mesafelere katlanmak ve oldukça uzun zaman harcamak demekti ki bunlar avam halkın her zaman yapabileceği şeyler değildi.

Hayatları ve yolculukları en iyi bilinen Bizanslı hacılar, kuşkusuz azizlerdi ve hatırı sayılır sayıda biyografiye, çoğunlukla da çağdaş biyografilere kahraman olurlardı. Galesionlu Aziz Lazaros’ta işte bu hacılardan biriydi. Azizin biyografi yazarı, azizin yol boyunca tanıştığı kişileri ve azizin hacı olmak için çıktığı yolda yaşadığı maceraları anlatmıştır. Lazaros kutsal yolculuğu sırasında sahtekârlıklarla karşılaşmış, soyulmuş ve bir köle gibi satılmak istenmiştir. Günlerini ekmek ve ihtiyaçları için dilenerek geçiren aziz sonra da köylerde ve pazarlarda bunları satardı. Kutsal Topraklardan dönerken, Lazaros Khonai’ye uğradı. Bu ilk gidişinde Kapadokyalı bir hacı grubuyla karşılaştı, içlerinde parasını kaptırmış ancak namusunu korumak isteyen genç bir kadında vardı. Hacıların çoğunluğu gibi papaz olmadıkları, halktan oldukları anlaşılıyordu. Mabetlerde, özellikle şenliklerde katılan kişilerle ilgili sürekli kayıtlar geçmektedir. Euchaitalı Aziz Theodore adına düzenlenen bahar ve yaz şenlikleri betimlemelerinde John Mauropous, mucizeleri görmeye ve şifa bulmaya gelen insanların sokakları ve pazarları nasıl doldurduğunu kaydetmiştir. Yine 13. Yüzyılda Khonai şenliği hem kendi bölgesinden hem de komşu bölgelerden, hatta Türk topraklarından bile insan çekiyordu. Bu kalabalığın çoğunluğu din adamı olmayan bir kesimdi, çoğu şenliklerdeki panayırlara gelen tüccarlardı. Atroalı Aziz Peter, 9. Yüzyılın başlarında Khonai kentine yaptığı ziyaretinde demonların etkisi altına aldığı bir insan topluluğuyla karşılaştı. Aziz Peter, birçok insanı bu demonların etkisinden kurtardı. Biyografinin yazarı Peter’in orada bulunuş sebebinin şenlikler oluğ olmadığından bahsetmiyor, ancak Aziz Joannikios tarih boyunca her zaman büyük mabetlerin büyük kalabalıklar çektiğini kanıtlıyor.

Bunlardan anlaşılıyor ki genellikle hacıların yürüyerek seyahat etmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz, Atroalı Aziz Peter, Galesionlu Lazaros ve Paflagonyalı Genç Manuelve vitae’si bu bilgiyi doğrulamaktadır. Yolların ve kalacak yerlerin beklenmedik tehlikeleri olduğundan gruplar halinde yolculuk yaptılar. Manuel, Khonai kentinde yer alan azizlere götürdüğü kurbanları taşırken Anadolu themasında yorgun düştü ve köye gelmeden duraksamaya karar verdi. Onu üzerindeki para için öldürmek isteyen eşkıyaların evinde kaldı. Yine aynı şekilde Trakya’daki Phileaeli Aziz Cyril, 1075’te Khonai kentine vardı ve bir handa kaldı, hanın sahibi ise parasını çaldı ve az kalsın elbiselerinide gasp edecekti. Problemli zamanlarda yolculuk etmede ısrar eden azizleri bekleyen daha bir sürü tehlike vardı ve Phrygia bölgesi bunlar içinde en sorunlu olanıydı çünkü sınırda yer alıyordu.

Phrygia bölgesinde yer alan Lykos Vadisi’nin diğer önemli kenti antik dönemden günümüze kadar sağlık dağıtmış bir hac merkezi Hierapolis. Hierapolis, Lykos vadisinin üstünde, deniz seviyesinden yaklaşık 350 m. Yükseklikte kalker bir platoda yer alır. Zengin kaynak suları kalsiyum karbonat çökeltileri üretir. Günümüzde bile oluşumuna devam eden bu travertenler 400 bin yıllık bir süreçte birikmiştir. Helenistik dönemde kurulduğu bilinen kent, İ.Ö. 188 yılında Bergama Krallığının eline geçer ve İ.S. 2.-3. Yüzyıllarda en parlak dönemini yaşar. Daha sonra Bizans dönemi Hierapolis için ayrı bir anlam kazandırır. Hierapolis, Bizans için önemli bir kent olmuştur. Çünkü bu kent, antik dönemdeki kutsallığını ve saygınlığını, Bizans Dönemi’nde yeniden kazanmıştır. Hierapolis’te Lykos Vadisi’nde yer alan diğer kentler gibi kuvvetli Yahudi topluluğunun varlığı, Hristiyanlığın burada erken çıkmasına zemin hazırlamıştır ve 4. Yüzyıldan itibaren hızlı bir şekilde yayılmasını sağlamıştır. Kentin kutsallığı ve önemi, M.S. 80 yılında Oniki Havariden biri olan Aziz Phillippus’un, yeni dini yaymak için Hierapolis’e geldiğinde, kızıyla birlikte şehit edilmesinden kaynaklanmaktadır.

Hierapolis için, Hristiyan cemaatinin varlığından Aziz Paulus tarafından Kolossaililere yazılan bir mektupta söz edilir. Hierapolis’de İ.S. l.yüzyılda Hristiyan cemaatinin varlığı, Havari Phillippus’un kenti ziyareti ve piskopos Stakys tarafından misafir edilmesi sırasında bilinmektedir. Havari Phillippus kutsal toprakları Phrygia Bölgesi’nde vaaz vermek amacıyla bırakmıştır. Burada baş aşağıda çarmığa gerilmiş ve İ.S. 1. Yüzyıl sonlaarına doğru Hierapolis’e gömülmüştür. Kemiklerinin Roma’ya götürülerek Oniki Havari Kilisesi’nde (Santi Apostili Bazilikası) Aziz Johannes’in yanına gömüldüğü ve İ.S. 561 yılından itibaren tapınıldığı söylenmektedir.

Hristiyanlığın resmen kabul edildiği 4. Yüzyıla gelindiğinde, Hierapolis’de, Azizin öldürüldüğü alanda bir şehitlik yapılır. Bundan sonra kent, Hristiyan dünyası için kutsal bir hac merkezi olarak kabul edilir ve her yıl binlerce Hristiyan tarafından ziyaret edilmeye başlanır. Kentin Bizans Dönemi’nde yapılmış surlarının dışında, merkezden uzak bir konumda bulunan ve bugün “Aziz Phillippus Martyrionu” adıyla anılan şehitliğe, önce büyük bir köprü daha sonra taş basamaklardan oluşan uzun bir merdivenle varılıyor. Günümüzde de çok önemli bir hac merkezi olarak kabul edilen şehitlik her yıl binlerce Hristiyan tarafından ziyaret ediliyor.

Coğrafyacı Strabon Hierapolis’ten bahsederken kentte bol su olduğunu ve pek çok doğal havuz ve hamam bulunduğunu yazmıştı. Apollon Tapınağı ve sıcak su kaynaklarının bolluğu Hierapolis’i “Kutsal Kent” yapmıştı ve özellikle Roma Dönemi’nde çok ünlü bir sağlık merkezi olmuştu.

Kaplıcalar ve doğal su kaynakları tedavi edici değere sahip ve hastalıkların devalarını etkileyen baş etmenlerdi. Kayıtlara geçen birkaç şehir, Khonai’de bir kaplıca, Hierapolis’te bir kaynak suyu ve Pythai Therma (Yalova) ‘tır. Son ikisini popülaritesi çok eskilerden gelmektedir ve ünleri Pamukkale ve Yalova Kaplıcaları olarak sağlıklı olma arayışındaki insanların akınıyla devam etmektedir. Bu kurumların azizler olmadan hala işliyor olmaları, azizlerin kendi ekolleri zaten var olan ve ilgi çeken yerlerde birleştirme eğilimi gösterdikleri işaret edilebilir. Her iki durumda da azizlerin böyle yapıp yapmadığını konusu oldukça uzun ve şüpheli bir konudur. Çünkü biliyoruz ki insanlar azizlerin mucizeleri için geldikleri hac ziyaretlerinden sağlıklı bir şekilde evlerine dönmek istiyorlardı.

M.S. 4. Yüzyıl sonu ve 5. Yüzyıl başlarında, Aziz Phillippus’un kutsal alanının yapılmasından sonra kent, Metropol unvanına yükseltilmiştir. Bu alan, Hierapolis’in dinsel kimliğinin, Hristiyanlık için ne kadar önemli olduğunu gösteren bir simgedir. Aziz Philluppus kutsal alanı, şehrin en üst noktasındaki tepe üzerinde yer almaktadır. Bu haliyle ve anıtsallığıyla Hristiyanlığın Hierapolis’deki hâkimiyetini sembolize eder. Son yıllarda Hierapolis’te yapılan kazı çalışmaları ile Azizin martyriumunun yanında içinde Aziz Philluppus kutsal alanına ulaşan yol, köprü, merdivenler ve hamam yapısı ile su sistemleri günümüzde de o mistik havanın Hristiyan ziyaretçilerce algılamasını sağlayan arkeolojik veriler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hierapolis’in piskopos listesi eksiktir, ancak aşağıdaki şekilde düzenlediğim liste faydalı olacaktır:

Stachy ya da Heroes: İ.S. 1. Yüzyıl sonu. Aziz Philluppus’u kentte ağırlamıştır.

Papias: Hadrianus ya da Antonius Pius dönemi.

Claudius Apollinarius: Marcus Aurelius dönemi. Montanusculuğa karşı bir inceleme yazısı kaleme almıştır.

Flaccus: 325 yılındaki Nikaia Konsülü’ne katılmıştır.

Lucius: 394 yılındaki Constantinopolis Konsülü’ne katılmıştır.

Abenaetios, Beneagas ya da Venantius: 431 yılındaki Ephesos Konsülü’nde Paulus Kilisesi tarafından temsil edilmiştir.

Stephanos: 449 yılındaki ikinci Ephesos Konsülü’ne katılmıştır.

Philippos: İmparator Leon tarafından 458 yılında yazılan bir mektupta söz edilmiştir.

Auxanon: 553 yılındaki 5. Ekümen Konsülü’ne katılmıştır.

Sisinnius: 680 yılındaki Altıncı Ekümen Konsülü’ne Hierapolis metropolis piskoposu olarak katılmıştır.

 

6.5.3 Amorium (Emirdağ)

Bugün Afyon’a bağlı Emirdağ ilçesi Roma çağından itibaren Büyük Phrygia eyaletine bağlı önemli bir kent olan Amorium, 4. Yüzyılda Galatia Salutaria eyaletinde görülmektedir. 10. Yüzyıldan itibaren de Phrygia Salutaris eyaletine geçmiş olduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır.

Tarihsel kaynaklarda adını ilk kez Strabon’un kitabında görüyoruz. Geç antik çağda yapıldığı düşünülen, düzgün kesilmiş bloklardan bir kapı girişi ve üçgen bir kuleye sahip olan kent surunun, 5. Yüzyılda İmparator Zenon döneminde yeniden inşa edildiğini Bizans ve Arap kaynakları belirtmektedirler. 5. Yüzyılın sonunda da kentin iki büyük kiliseden birinin yapılmış olacağı düşünülmekte; 1991 yılındaki kazı sezonunda bulunan yazıtta ise kilisenin Aziz Konon’a adandığı belgelenmektedir.

7.yüzyılda başkent Konstantinopolis’ten Suriye’ye giden yolun üzerinde bulunması kentin askeri önemini arttırmıştır. 7.-9. Yüzyıl arasında Anatolikon Theması sınırlarına katılmıştır. Bizans tarihinde Phrygia bölgesinin önemi Arap akınlarıyla ortaya çıkar. Hristiyan Bizans devletiyle Müslüman Arap devleti arasındaki Anadolu’da ilk önemli çatışmalar Amorium bölgesinde olmuştur. Tarihsel kaynaklarda en çok sözü edilen 838 yılındaki kuşatma olup Abbasi halifesi Harun El-Reşid’in oğlu Mu’tasım’ın Amorion kuşatmasıdır. Saldırıda 30 bin Bizanslının öldüğü söylenmektedir. 838 savaşının Amorium’a verdiği zarar dışında Ortodoks Hristiyan tarihi açısından önemi kentten esir olarak alınmış ilerigelen 42 Bizanslının Irak’ın Samarra kentinde 845 tarihinde idam edilmiş olmalarıdır. O çağlarda esirlerin fidye pazarlığına tabi tutularak geri verilmeleri, sanıldığının aksine, idam edilmelerinden daha yaygın bir uygulamaydı. Fidye müzakereleri tamamlanmış bu 42 Bizanslının Halife tarafından idam edilmesi dini gerekçelere bağlanmış ve “Amorium’un 42 şehidi” Rum Ortodoks Hristiyan literatürüne geçmiştir. Daha sonra aziz mertebesine yükseltilen bu Bizanslılar yılın belirli günlerinde hala dini törenlerde anılmaktadır.

  • Synnada (Afyon – Şuhut)

Hellenistik dönemden itibaren bilinen kent, roma çağında bu mermer ocaklarıyla ünlüdür. Genelde Phryg, daha sonra Dokimion (İscehisar) mermeri olarak kayıtlara geçen mermer cinsi, Roma imparatorluk döneminde Synnada mermeri adıyla da tanımlanmıştır. Synnada’nın 20 km. kuzeyindeki Prymnessos (Süğlün) üzerinden Dokimion bağlantılı yol, mermer nakliyatı için kullanılmıştır. Dokimion’dan sonra Apameia (Dinar) üzerinden İtalya’ya, önemli Ege liman kentlerine (Ephesus, İzmir gibi) mermer nakliyatı gemilerle yapılmıştır.

Phrygia eyaletinin 4. Yüzyıl ortalarında ikiye ayrılmasıyla Synnada, Phrygia Salutaria veya Phrygia II denilen yeni eyaletin dünyevi ve dini Metropolisi olmuştur. Kendisine bağlı bölgesel ruhani merkezler de Amadasse, Augustopolis, Aurokla, Bruzos, Dokimion, Dorylaion, Eukarpia, Eulandra, Hierapolis (Koçhisar), İpsos, Kinnaborion, Kleroi, Kone, Kotyaion, Lykaon, Lysias, Malos, Meros, Metropolis, Midaeion, Nakoleia, Otrous, Polybotos, Prymnessos, Prypniassa ve Stektorion olarak belirlenmiştir. 9. Veya 10. Yüzyılda Akroinos (Afyon) da bu listeye eklenmiştir.

Yazıtlara göre 10. Yüzyılda Bizans sülalesinin önemli akraba ve ailelerinden iki tanesi, Synnada ve çevresinden çıkmıştır. Bu bölgeden çıkan bir yazıttan anlaşıldığına göre İmparator Ioannes Dukas da Synadenoi ailesinde gelmektedir.

Synnada, erken Hristiyanlık döneminde de martir (şehit) azizleriyle ünlü bir kenttir; bunların içinde ise en önemlileri Aziz Trophimos, Aziz Dorymedon ve Aziz Sabbastios’dur (Figür 16,17 ve 18). Azizlerin üçü de 3. Yüzyılda şehit edilmiştir. Kesin olmamakla beraber bazı kaynaklar 278 yılını önümüze çıkartmaktadır. Azizler şehit olmadan önce türlü işkencelere maruz kalmıştır. Ayaklarına içi demir çivilerle dolu ayakkabı giydirilmiş ve böylece hapishaneye atmışlardır. Azizlerin şehit edilmesinin asıl sebebi Hristiyanlığı yaymaktı fakat görünürde olan sebep ise bu dönemde herkesin tapınaklara gidip pagan tanrılar için zorunlu olarak kurban kesmesi gerekliliğiydi. Üç aziz uygulamaya şiddetle karşı çıkanların başında geliyordu ve bu büyük zulüm döneminin şehitleri olarak her yıl 19 Eylülde günümüze kadar ulaşan anma günleriyle unutulmadılar.

Synnada’da orta Bizans dönemi kayıtlarında martyrium kilisesinden söz edilmektedir.

Synnada çevresinde bulunan 4. Yüzyıla ait küçük bir lahit biçimindeki röliklerin, Aziz Trophimos’un kemiklerini saklamak üzere yapılmış olma olasılığı yazıtında anlaşılmaktadır. Bugün Afyon müzesinde (env. 1501) bulunan templon arşitravı, Synnada’da bir evin temel hafriyatında ortaya çıkmış olan mozaik zeminle kaplı kilisede bulunmuş ve müzeye getirilmiştir. Arşitravın üzerinde Trophimos’un monogramı ve Deesis kompozisyonuna ait olması gereken Ioannes Prodromos (Vaftizvi yahya) ile baş melek Gabriel kabartmaları ilginçtir.

Hac merkezlerinin nasıl ilan edildiğini açıkça belirttiğim tezimdeki verilerin ışığında söyleyebiliriz ki Synnada bir hac merkezi olabilir fakat yeterli araştırma yapılamadığı için şuan için kesin bir şey söyleyemiyoruz.

  1. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Hristiyanlığın kurucusu Hz. İsa bu yeni dini yaymaya başladığında ilk düşmanları Yahudiler olmuştur. Çünkü İsa kendini Yahudiliği düzeltmeye gelen bir peygamber olarak görüyor ve yanlış inançlarını yüzlerine vuruyordu. İsa Golgotha tepesinde çarmığa gerildiğinde sadece 12 inanı vardı. İşte Hristiyanlığın yayılıp gelişmesini bu 12 havari sağlamıştır. Şüphesiz ki Havariler içinde İsa’yı görmeyen Paulus’un seyahatleri ayrı bir öneme sahiptir.

Roma İmparatorluğu döneminde büyük zulüm gören Hristiyanların karşısına Bizans İmparatorluğu’nun ilk kurucusu olan Konstantin çıkmamış olmasaydı belki de yok olup gidecekti. IV. Yüzyılın başlarında (313) Milano Fermanı ile durdurulmuş baskı ve zulümleri, bu safhadan sonra ise, Hristiyanlığın bir din olarak kabul görmesi ve gizli saklı yayılışı izlemiştir. Konstantin bu hareketiyle, Bizans Kilisesinin de kurucusu olmuştur.

  1. Yüzyılın başlarında Hristiyanlığın resmen bir din olarak Bizans İmparatorluğu tarafından tanınmasıyla birlikte bu din, her yerde büyük bir inanç kitlesine kavuşmaya başlamıştır. Hem Doğu’da hem Batı’da bu yayılış artmıştır.

İnançlarını özgürce yaşamaya başlayan insanlar bu sefer Hristiyanlığın kutsal mekânlarını ziyaret ederek inançlarını tazelemişlerdir. Zengin ya da fakir fark etmiyordu bu mekânlarda tüm ziyaretçiler aynı statüde ve hepsi manevi bir haz almak için buralara geliyorlardı.

Hacılık kavramı ilk olarak kutsal toprakları ziyaret edenler için verilmiş olsa da Hristiyanlık gelişimini sürdürdükçe ve daha geniş kitlelere ulaştıkça kavram farklılık kazanmaya başladı. Hristiyanlık adına şehit olmuş azizler, manastır kurucuları, Hristiyanlığın yayılmasını sağlamış piskoposlar ve melekler bu kavrama dâhil edilmiştir. Bu kavram 7. Yüzyılda o kadar gelişmiştir ki neredeyse her kentin bir koruyucu azizi vardı. Hac merkezlerinin sadece dini özellikleri ön planlara çıkartan mekânlar olduğunu söyleyemeyiz, çünkü azizlerini anma dönemlerinde günlerce süren büyük panayırlar kuruluyor ve yerel halka ciddi maddi kazançlar sağladığını görüyoruz.

Anadolu’da yer alan Phrygia’da işte bu etkinin ve yol ağının tam merkezinde yer alıyordu. Filistin’e giden hac yolunun üzerinde ki bir bölgeydi ve I. Haçlı seferi yapılırken geçilen yolda her yerleşimdeki azizlere uğranıp muzaffer olmaları için dua etmişlerdir.

Phrygia bölgesinde Hristiyanlığın onaylandığı yıllarda karşıt, heretik bazı ilginç mezheplerin de taraftar bulduğu yine araştırmalardan ve yazıtlardan anlaşılmaktadır. Bu mezheplerin belki de en ilginci Montanizm’dir. Montanus adlı bir rahibin kurduğu mezhepte Priskilla ve Maksimilla adlı iki kadın rahibe, çok saygınlık görerek yüceltilmişler ve adeta peygamber statüsüne getirilmişlerdir.

Phrygia’nın dinsel tarih açısından diğer bir ilginç yanı ise meleklere olan tapınım yoğunluğudur. Mikhael’in kenti Khonai’de adına yaptırılan ve bugün mevcut olmayan, tarihsel kaynaklarda, özellikle uzun uzun anlatılan Mikhael Kilisesi ve bu bölgede daha pek çok Mikhael kiliselerinin varlığı, yazıtlarla ve arkeolojik bulgularla kanıtlanmaktadır.

Bunun dışında Paulus’un bu bölge halkına ayrı bir önem verdiğini Hristiyanlığa geçmeleri için mektuplar yazarak davet ettiğini biliyoruz. Paulus misyon yolculukları sırasında sık sık Phrygia bölgesine uğramıştır. Tüm bu veriler ışığında söyleyebiliriz ki Phrygia Hristiyanlık için hem tartışmalı bir bölge olmuş hem de inananlar tarafından önemini günümüze kadar korumaya devam etmiştir.

  1. HARİTALAR VE RESİMLER

PHRYGIA BÖLGESİ AZİZLERİ VE HAC MERKEZLERİ

Figür 2: Antik Dönemde Anadolu’nun Bölgeleri

PHRYGIA BÖLGESİ AZİZLERİ VE HAC MERKEZLERİ