/ Kitaplar / Bir Rus Gezgincinin Anıları BEŞİNCİ ANLATI

Bir Rus Gezgincinin Anıları BEŞİNCİ ANLATI

Bir Rus Gezgincinin Anıları

Yazar: Çeviren: Dominik Pamir

İKİNCİ BÖLÜM

BEŞİNCİ ANLATI

Starets: Gezginciyle yaptığımız son görüşmeden bu yana tam bir yıl geçmiştir. Yolunu dört gözle beklediğim kutsanmış biraderin sonunda kapıyı usulca tıkırdattığını ve yakaran sesini işittim.
– İçeri gel, sevgili birader! Gel, yolculuğunu ve dönüşünü kutsayan Allah’a birlikte şükredelim.
               Gezginci:
– Peder, yaban ellerde yaya gezen biz gezgincilere her yerde yardım elini esirgemeyen yüce Allah’a iyiliklerinden dolayı hamdolsun. Günahkâr kulunuz sizinle vedalaştıktan tam bir yıl sonra işte yine karşınızda. Allah’a şükürler olsun yeniden görüşebildik. Bana hoş geldin diyen sesinizi duyabildim. Kuşkusuz şimdi benden kutsal kent Kudüs hakkında tam bir açıklama bekliyorsunuz. Aslında ruhum oranın özlemiyle yanıyordu. Gerçek niyetim de oraya gitmekti. Ama ne yazık ki isteklerimiz her zaman gerçekleşmiyor! Benim bu isteğim de gerçekleşmedi. Bunda şaşılacak bir yan yok. Nasıl olur da alçak gönüllü olması gereken benim gibi zavallı bir günahkâr, Rabbimiz Mesih İsa’nın ayak izlerini taşıyan kutsal ülkeye ayak basabilirdi.
               Pederim anımsarsanız, bir yıl önce yaşlı, kör yol arkadaşımla İrkutsklu tüccarın mektubunu Odessa’daki oğluna götürmek için yola çıkmıştık. Oraya varınca da Kudüs’e doğru yollanacaktık. Sağ salim olarak ve oldukça kısa bir zamanda Odessa’ya vardık. Yol arkadaşım İstanbul’a gidecek bir gemide kendisine yer buldu ve hareket etti. Ben ise İrkutsklu tüccarın oğlunu aramaya başladım. Kısa sürede oturduğu yeri buldum. Bana iyilik yapacak adamın artık yaşamadığını öğrenince şaşırdım ve üzüldüm. Üç hafta kadar önce kısa süren bir hastalıktan sonra vefat etmiş, sonra da onu gömmüşler. Bu haber beni oldukça üzdü. Kendimi tamamen Allah’ın ellerine bıraktım. Merhumun ailesi çok kederliydi. Geriye üç küçük çocukla kalan merhumun dul eşi öylesine kedere kapılmıştı ki, durmadan ağlıyor ve günde birkaç kez şiddetli kusma nöbetleri geçiriyordu. Üzüntüsü öylesine derindi ki, sanki bir an önce ölmek ister gibiydi. Her şeye karşın beni çok iyi karşıladı. Ne var ki beni Kudüs’e yollayabilecek durumda değildi. Merhumun babasının yetim kalmış ailenin idaresini ve hesaplarını üzerine almak için Odessa’ya gelinceye kadar evlerinde iki hafta kadar kalmam istendi; ben de kaldım.
               Orada bir hafta değil bir ay belki daha fazla bir süre kaldım. Kendisinin yerine tüccarın mektubu geldi. Mektubunda işleri dolayısıyla gelemeyeceğini, buna karşılık aileyle birlikte işleri idare eden bütün personelin derhal İrkutsk’a gelmesini bildiriyordu. Denkler toplanmaya ve yolculuk için gerekli tüm hazırlıklar yapılmaya başlandı. Baktım ki kimsenin bana ayıracağı zamanı yok, bana gösterdikleri konukseverliğe teşekkür edip vedalaştıktan sonra yeniden Rusya toprakları üzerindeki yolculuğuma koyuldum.
               Uzun süre nereye gideceğime bir türlü karar veremedim. Sonunda ilk önce yıllardır görmediğim Kiev’e gitmeye karar verdim. Böylece yoluma o yönde devam ettim. İlk önceleri Kudüs yolculuğumun gerçekleşmemiş olmasına üzülmüştüm. Allah’ın isteği böyleymiş dedim. Sonra da insanları seven Rabbin çilekeş yolculuğumda ruhumun esenliğine yararlı olacak yapıcı planları olacağını umut ederek avuntu buldum. Düşündüğüm gibi de oldu. Gündüzleri yürek duasını söyleyerek yürüyor, akşamları da dinlenmek için mola veriyor ve esenliğimin görünmeyen düşmanıyla olan savaşımda ruhumun güç ve takviye bulması için Philokalia’yı okuyordum. Odessa’dan yetmiş verstlik bir uzaklıkta şaşırtıcı bir olayla karşılaştım. Önümde otuz yüklü arabadan oluşan uzun bir kervan geçiyordu. Arkasından yetiştim. Kervanın kılavuzu en başta, atının yanı başında yürüyordu, diğerleri ise bir sürü halinde onu izliyorlardı. Yol akıntılı küçük bir göl önünden geçmekteydi. Bahardaydık. Buzlar çözülmüş, gümbürtülü bir biçimde sürüklenerek kıyıda yığılıyordu. Kervanın başındaki adam birden atını durdurdu. Bunun üzerine bütün kervan da durmak zorunda kaldı. Bütün öteki arabacılar ne olup bittiğini anlamak için koşup öne geldiklerinde kılavuzun soyunmaya başladığını gördüler. Neden böyle davrandığını kendisine sorduklarında, gölde yıkanmak için içinde dayanılmaz bir istek duyduğunu söyledi. Arabacılar şaşırmışlardı. Aralarından bazıları da ona güldüler. Bazıları da deli misin diyerek onu azarladılar. Soyunan adamın öz ağabeyi elinden geldiğince ona engel olmaya çalıştı, hatta yeniden kervanın başına geçmesi için çenesine bir yumruk da indirdi. Herkes ona engel olmaya çalıştı, ama o yine bildiğini okudu. Gençlerden bazıları atlara su içirdikleri kovalarla gölden su getirip: yıkanmak isteyen adama serperek eğlenmek istediler. Biri suyu başına, bir diğeri de gömleğinden içeri döktü.

– Dur bekle, banyo yapmana yardım edeceğiz – dediler. Suyun vücuduna temas etmesiyle,
– Oh, ne kadar güzel – diye bağırması bir oldu.
               Sonra yere çöktü ve kendisini sırılsıklam etmelerine izin verdi. Ancak kısa bir süre sonra boylu boyunca yere yığılıp sessizce can verdi. Herkesi bir korku almıştı. Neden böyle olmuştu. Akılları bunu bir türlü almıyordu. Yaşlılar arasında faal olanlar olayı adliyeye intikal ettirmek taraftarıydılar. Ötekiler ise adamın ölmesinin kaçınılmaz olduğu görüşündeydiler.
               Yaklaşık bir saat kadar yanlarında kaldım, sonra yoluma devam ettim. Beş verst yol aldıktan sonra ana yol kenarında kilisesi bulunan bir köye vardım. Orada yaşlı bir papaz beni karşılayıp evine aldı. Ona tanık olduğum olaydan söz ederek bana bunun nedenini açıklamasını istedim.
– Sevgili kardeşim ne yazık ki seni bu konuda pek aydınlatamayacağım. Üstelik doğada daha aklımızın almadığı nice olaylar var. Bunun doğa yasalarında bazen ani ve normal değişiklikler yaparak, doğadaki Tanrısal girişimini ve gücünü açıkça insanlara göstermek için Tanrı tarafından düzenlendiğini sanıyorum. Ben de buna benzer bir olayla karşılaştım: Köyümüzün az uzağında dik yamaçlı derin bir dağ geçidi vardır. Geçit geniş değildir ama yaklaşık on kulaç derinliğinde; bilemedin daha derin. İnsan bu karanlık uçuruma bakmaktan korkar. Üzerine yayaların geçmesi için basit bir köprü gerilmiştir. Cemaatimden evli ve daima düzenli bir yaşam sürdürmüş bir köylü belli bir nedene dayanmadan bu sözünü ettiğim köprüden kendini atma isteğine kapıldı. Bir hafta boyunca önünü alamadığı bu düşünce ve bu istekle boğuştu durdu. Sonunda daha fazla dayanamadı; bir sabah kalktı, evden aceleyle çıkarak kendini uçuruma attı. Az zaman sonra uçurumun dibinden inilti sesleri gelmeye başladı. Onu oradan ayakları kırık olarak, zorlukla çıkardılar. Düşmesinin nedenini sorduklarında, çok şiddetli ağrılar içinde olmasına karşın, ruhunun artık yatışmış olduğunu, kendisini bir hafta boyunca rahatsız eden karşı koyulmaz dürtüye dayanamayıp sırf bu arzu yatışsın diye yaşamını bile vermekten çekinmediğini söyledi. Kent hastanesinde bir yıldan fazla yattı. Onu sık sık ziyarete gittim. Çoğu zaman ona bakan doktorlarla karşılaştım. Senin gibi ben de bu olayın nedenini öğrenmek istedim. Doktorların hepsi bunun bir “sıkıntı” olabileceği görüşündeydiler. Bunun ne anlama geldiğini ve bir insanın böylesi bir duruma neden düşebileceğini bilimsel olarak açıklamalarını rica ettiğimde onlardan tatmin edici bir yanıt alamadım. Bilim, doğanın bu gizli yanını daha aydınlatamamış. Bunun üzerine ben de onlara “bu durumdaki bir insan Tanrı’ya dua eder ve içini iyi insanlara açarsa bu önünü alamadığı ‘sıkıntı’sından kurtulabilir” dedim. Gerçekte insan yaşamında öyle olaylarla karşılaşılıyor ki, bu olaylar hiçbir mantıkla açıklanamaz.
               Konuşmaya öylesine dalmıştık ki akşam olduğunu fark etmedik bile. Geceyi orada geçirdim. Ertesi gün polis komiseri kâtibini ölüyü mezarlığa gömmek için gereken izni ve çevre doktorunun akli hiçbir dengesizlik belirtisi bulmadığı, tersine ani ölümün enfarktüsten ileri geldiğini belirten ölüm raporunu almağa gönderdi.
               Papaz bana:              
– Görüyor musun, doktor bile adamın karşı koyulamaz suya girme arzusunun nedenini açıklayamıyor – dedi.
               Daha sonra papazla vedalaştım, yeniden yola koyuldum. Günlerce yol aldım. Epeyce yorgun düşmüştüm. “Belıya Çerkvoy” denilen büyük bir yere geldim. Vakit epey geçti. Geceyi geçirecek bir han aramaya koyuldum. Kasabanın meydanında gezginciye benzeyen bir adama rastladım. Dükkânda o yörede oturan birinin adresini soruyordu. Beni görünce yanına yaklaşarak:

– Sen de gezgincisin galiba, gel birlikte Yevreynov’u soralım; buralarda oturuyor. Kendisi iyi bir Hıristiyan’mış. Bir evini konukları için düzenlemiş, hazır tutuyormuş; gezgincileri de seve seve kabul ediyormuş. Bende onunla ilgili bir yazı var… 
               Sevinerek ona katıldım, kısa bir arayıştan sonra adamın evini bulduk. Evin beyini evde bulamadık, ama yaşlı, iyi birine benzeyen eşi bizi hoş bir şekilde karşıladı. Dinlenebilmemiz için tavan arasındaki odalardan birini bizim için hazırladı. Odaya geçip bir süre dinlendik. Sonra evin beyi geldi ve bizi akşam yemeğine davet etti. Yemekte kim olduğumuzdan, nereden geldiğimizden söz ettik. Söz dönüp dolaşıp kendisine neden Yevreynov dendiğine geldi.
– Bu konu ile ilgili size hayret verici bir öykü anlatabilirim -dedi.
               Ve anlatmaya başladı.              
Bakın, babam Skovlu bir Yahudi’ydi. Kendisi Hıristiyanlardan nefret ederdi. Çok genç yaşından beri bir hahamın yanında eğitim görmekte ve Hıristiyanlığın yanlış olduğunu ispat etmeye çalışan Yahudilerin uydurduğu yazılan hararetle öğrenmeye çalışıyordu. Günün birinde yolu bir Hıristiyan mezarlığına düşmüş. Orada üst ve alt çeneleriyle çirkin görünümlü dişleri hâlâ durmakta olan bir kafatasına rastlamış. Bu kafatası herhalde kısa bir süre önce kazılmış bir mezardan çıkarılmış olacak. Nasırlaşmış yüreğiyle kafatasıyla alay etmeye başlamış, Üzerine tükürmüş, sövüp saymış ve tekme atmış. Bunlarla da yetinmeyip kafatasını alıp bir kazığa geçirmiş; aynen bir bostan korkuluğu gibi. Böyle eğlendikten sonra oradan ayrılmış. Aynı gece uykuya dalmak üzereyken kendisine tanımadığı bir adam görünmüş ve tehdit edici serzenişlerde bulunarak, “Benim zavallı kafatasımla alay etmek küstahlığında niye bulundun?” diye sormuş. “Ben bir Hıristiyan’ım sen ise bir Hıristiyan düşmanısın!” Bu görüntü o gece birçok kez görünmüş, rahat vermeyerek onu bir türlü uyutmamış. Daha sonraları bu görüntü babama güpegündüz de görünüp serzenişte bulunmaya devam etmiş. Zaman geçtikçe görüntüler daha da çoğalmış, Sonunda umutsuzluk, korku ve bitkinlik duymaya başlamış. Çareyi hahamın yanına gidip derdini anlatmakta bulmuş; ama bu defa görüntü onu rahat bırakmak bir yana daha tehdit edici ve daha sık rahatsız edici olmaya başlamış. Durumunu herkes öğrenmiş. Hıristiyan olan iş arkadaşlarından biri kendisine Hıristiyan olmayı salık vermiş ve onu hiçbir şekilde bu görüntüden kurtulamayacağına inandırmış. Yahudi nin Hıristiyan olmaya hiç niyeti yokmuş. Durum böyle olduğu halde: “Bu ıstırap verici ve dayanılmaz hayaletten kurtulabilmek için her şeyi yaparım” demiş. Onun bu sözüne sevinen Hıristiyan arkadaşı, vaftiz olarak Hıristiyanlığa geçmeyi istediğini belirten bir dilekçeyi yazıp episkoposluğa göndermeye ikna etmiş. Dilekçe hazırlanmış, Yahudi de buna istemeye istemeye imza atmış. Dilekçeyi imzaladığı andan itibaren görüntülerin ardı arkası kesilmiş ve bir daha da onu hiç rahatsız etmemişler. Babamın sevinci sınırsızmış. Eski huzuruna yeniden tam olarak kavuşmuş. Mesih İsa’ya şiddetle inanmış, hemen episkoposun yanına gitmiş. Episkoposa olayı baştan aşağı anlatmış ve vaftiz olmak istediğini belirtmiş. Vaftiz olduktan sonra Hıristiyan dogmalarını büyük bir istekle çabucak öğrenmiş, sonra da bu yöreye gelip yerleşmiş. İyi bir Hıristiyan olan annemle evlenmiş, birlikte mutluluk dolu bir yaşam sürmüşler. Yoksullara karşı eli açıktı, bunu bana da aşıladı. Ölmeden önce beni kutsayıp bu konuda bana görev verdi. Bana Yevreynov demelerinin nedeni işte bu…

Bu açıklamayı saygıyla ve duygulanarak dinledim. İçimden şöyle geçirdim: “Allah’ım! Rab Mesih İsa ne kadar bağışlayıcı, sevgisi de ne kadar büyük! Günahkârları değişik yolla kendine çekmesini ve aslında önemsiz bir olayı esaslı bir işte kullanmasını ne güzel beceriyor! Bir ölünün kafatasıyla eğlenen bir Yahudi nin, bu eğlenme yüzünden Mesih İsa’ya inanacağını ve dindar bir yaşantı süreceğini önceden kim kestirebilirdi ki? Akşam yemeğinden sonra Allah’a şükrettik ve konuksever Yevreynov’umuza teşekkür ettik; sonra yatmak için odamıza çekildik. Uyku tutmadığından birbirimizle bir süre daha konuştuk. Yol arkadaşım, eskiden Mohilev’de tüccarlık yaptığını, Bessarabya’da bir manastırda iki yıl rahip adayı olarak kaldığını, pasaportunun süresi bitmek üzere olduğundan memleketine dönüp tüccarlar kooperatifinden rahip olabilmek için süresiz izin almak istediğini söyledi. Oradaki manastırın sıkı kurallarını, nizamnamesinin ölçülü oluşunu, orada yaşayan birçok dindar starets’in Allah’a hoş gelen çileli yaşayışlarını övdü. Bessarabya manastırları ile öteki Rus manastırları arasında cennetle dünya arasındaki kadar ayrım olduğunu söyledi. Birbirimizle bu şekilde konuşurken aramıza üçüncü biri daha, izinli olarak memleketine gitmekte olan ve geceyi burada geçirmek zorunda kalan bir çavuş katıldı. Son derece bitkin bir halde olduğunu görünce akşam duamızı yapıp biz de yattık. Sabah erkenden yola koyulmadan önce ev sahibinin yanına varıp kendisine teşekkür etmeyi düşündüğümüz sırada, cemaati sabah duasına çağıran çan sesini duyduk. Tüccar arkadaşımla çan sesleri eşliğinde kiliseye uğramadan yola koyulmamızın doğru olamayacağını düşündük. Tanrı’nın tapınağına girip sabah ayinine katıldıktan sonra yola çıkmanın daha uygun olacağına karar verdik. Çavuşa da bize katılmasını söyledik. O ise:
– Yolculuk edildiğinde kiliseye gitmek de ne oluyor? Kiliseye gidip gitmememiz Allah’ın neyine! Eve varınca, duamızı ederiz. Siz, istiyorsanız, gidin. Ben gelmiyorum. Siz kilisede dua ile vakit yitirirken ben arkamda beş verstlik yol bırakmış olacağım. Eve mümkün olduğu kadar çabuk gitmek istiyorum!
               Bunun üzerine tüccar ona şöyle dedi:
– Bak kardeşim, insanın planlar yaptığını, Allah’ın da bu planları düzenlediğini sakın aklından çıkarma.
               Biz kiliseye giderken çavuş da kendi yoluna gitti. Sabah ayininin den sonra yolculuk hazırlıklarımızı tamamlamak üzere odamıza çekildik. Tam o sırada evin hanımı tüten semaverle birlikte çıkageldi.
– Aceleniz ne! İlk önce bir çay için, sonra birlikte öğle yemeğini yeriz. Aç acına yola koyulmanıza gönlümüz razı değil.
               Böylece kaldık. Semaverin başında oturduğumuz henüz yarım saat bile olmamıştı ki birden çavuşun soluk soluğa geldiğini gördük.

– Yanınıza biri sevinçli, öteki kötü iki haberle geliyorum!
– Ne oldu? – diye sorduk.
– Dinleyin, sizle vedalaştıktan sonra aklıma bir meyhaneye girip paramı bozdurmak ve daha rahat ilerlemek için bir tek atmak geldi. Paramı bozdurdum sonra bir doğan gibi yola koyuldum. Üç versti arkamda bıraktığım bir sırada acaba meyhaneci parayı doğru bozdu mu diye bozuk paraları saymayı düşündüm. Yol kenarında bir yere çöküp cüzdanımı çıkardım ve paralarımı saydım. Son meteliğine kadar tamamdı. Birden pasaportumun yerinde yeller estiğini fark ettim. Para tamamdı, notlarım da yerli yerindeydi, hepsi o kadar! Korkudan aklımı yitirip neredeyse yere yığılacaktım. Herhalde pasaportumu para bozdururken düşürmüş olacaktım! Böylece gerisin geriye yollandım. Koştum. Elimden başka ne gelirdi ki! Yolda giderken yeniden kaygıya düştüm: “Ya pasaportumu bulamazsam! O zaman benim için çok kötü olacaktı!” Soluksuz kalana dek koştum, meyhaneciden pasaportumu sordum. Bana “Görmedim!” dedi. Yeniden dehşete kapıldım. Orada burada daha önce geçtiğim, durduğum, kaçamak yaptığım her yeri aramaya koyuldum. Birden şans eseri pasaportumu samanla çamur arasında, yerde katlanmış, çiğnenmiş, yırtılmış ve kirlenmiş bir halde buldum. Allah’a şükürler olsun! Omuzlarımdan büyük bir yük kalkmış gibi rahatladım! Pasaportun kirli ve yırtık olması yüzünden epey söz işiteceğim ama zararı yok; herhalde eve kadar idare edebilirim. Sizin yanınıza bütün bunları anlatmak için geldim. Bir de korkudan o kadar hızlı gitmişim ki ayağımda yara açıldı şimdi ise adım atacak halim yok. Sizden bir bezin üstüne sürüp yaranın üzerine bastırmak üzere birazcık merhem rica edecektim.
– Bize kulak asmadığın ve bizimle birlikte dua etmeye gelmediğin için başına gelenleri gördün mü? Bizden çok daha uzağa gitmek istedin ama yeniden bize döndün. Üstelik bir ayağın da aksıyor. Sana daha önce de söylemiştim: insan planlar yapar ama onları düzenleyen Tanrı’dır! Aynen dediğim gibi de oldu. Bir de “Allah bizim dualarımızı ne yapacak” diyerek saçmalamıştın.
               Hiç kuşkusuz, Allah’ın bizim günahkâr dualarımıza hiç gereksinmesi yoktur, ama buna karşın, bizleri sevdiği için, dua etmemizden hoşlanır. Onun yalnız hoşuna giden, Kutsal Ruh’un bizzat kendisinin bize esinlediği, bizde gerçekleştirdiği sunmamıza yardımcı olduğu duadan başka kendisine sunduğumuz her düşünce, her atılımdır. O şöyle dememiş miydi: “Bende kalın, ben de sizde kalayım” (Yuh. 15,4). Onun gözünde onun uğruna yapılan en küçük iş bile değerlidir. Sınırsız bağışlayıcı Allah’ın eli açıklığı bizleri bütün bu yaptıklarımız için ödüllendirecektir. Sevgili Tanrı bizleri çalışmalarımızla elde edebileceğimizin bin misli daha fazlasını iyilikleri ile gark etmektedir: Tanrı uğruna küçücük bir şey bile yapan karşılığında saf altın alacaktır. Allah Baba’ya sadece gitmek iste, O’nun seni karşılamaya koşarak geldiğini göreceksin. Kısa ve duygusuz bir şekilde Tanrı’ya: “Beni kabul et! Bana acı!” desen bile onun seni kolları arasına alıp öptüğünü göreceksin. Göklerdeki Babamızın biz günahkârlara olan sevgisi işte böyledir! Bu sevgi yüzünden, bizi esenliğe götüren attığımız en küçük adım bile onu memnun eder. Biraz dua ettikten sonra hemen yeniden kendini dağıtacak olduktan sonra, ya da tamamen önemsiz herhangi iyi bir iş yapmakla, örneğin dua etmekle, beş ya da on defa secde kılmakla yürekten iç çekmekle ve Mesih İsa’nın adını yakarmakla ya da herhangi iyi bir düşünceyi akla getirmekle, ya da ruhunun esenliği için kitaplardan yapıcı bölümler okumakla, ya da yemek yemekten kaçınmakla, ya da bir hastalığa ses çıkarmadan katlanmakla Allah’ın şanına ne gibi bir katkım olabilir diye düşünüyor olabilirsin. Bütün bunlar sana esenliğe kavuşmak için yetersiz ve önemsiz gelebilir ve bunları yapmak boş şeylermiş gibi gelebilir. Hayır, hiç de öyle değil! Bu küçük işlerin hiçbiri boşuna yapılmış sayılmaz. Allah’ın her şeyi gören gözleri bunları göz önüne alıp yalnız öbür dünyada değil ama bu dünyada da yüz misliyle ödüllendirecektir. Bu söylediklerim ermiş Johannes Chrysostomos tarafından da onaylanmıştır: “Ne denli önemsiz görünse de her iyi şey adil Yargıç tarafından göz önüne alınacaktır. Sözlerimizden, düşüncelerimizden ve isteklerimizden ötürü hesap vermek zorunda olduğumuz günahlarımız da böyle ince elenip sık dokunsaydı! Ne denli küçük görünürlerse görünsünler iyi işlerimizden dolayı daha çok ödüllendirileceğiz. Sevecen Yargıç tarafından en küçük ayrıntılarına kadar özel bir gözlemle göz önüne alınacaklardır.”
               Geçen yıl tanık olduğum bir olayı anlatayım:
– Kaldığım Bessarabya manastırında dindarca bir yaşantı süren yaşlı bir starets vardı. Bu starets bir defasında, içinde kurutulmuş tütsülü balık yemek isteği duymuş. Bu istediği şey de her manastırda bulunmaz. Bu yüzden pazara gidip balığı oradan satın almak istemiş. Aslında bu isteğine karşı uzun süre direnmiş ve bir rahibin biraderlerce verilen gıdayla yetinmesi ve her çeşit arzudan uzak durması gerektiğini düşünmüş. Ama sonunda kötü güçlerin aklına soktukları düşüncelere inanarak, isteğine yenik düşerek, balık satın almak üzere pazara gitmeye karar vermiş.
               Manastırdan çıkmış, kente giden yolda yürürken tespihinin elinde olmadığını fark etmiş. “Böyle nasıl giderim! Bu bir savaşçının silahsız dolaşmasına benziyor. Sonra yakışık da olmaz! Yoldan geçen halk bir rahibi tespihsiz görünce beni yargılayacak ve bu durumu hoş karşılamayacaklar.” diye düşünmüş. Tespihini almak üzere geri dönmek istemiş ama ceplerini yokladığında tespihini orada bulmuş. Tespihi eline alıp haç çıkardıktan sonra sakin sakin yoluna devam etmiş. Pazara yaklaştığı sırada bir dükkânın önünde duran bir at görmüş. Atın koşulduğu araba da ağzına kadar kalkan balığıyla doluymuş. At birden ürkmüş, dörtnala koşmaya ve çifte atmaya başlamış, çiftelerden biri de rahibin omzuna isabet etmiş ve onu yere sermiş. Bereket versin rahibe bir şey olmamış. Tam o sırada araba iki adım ötede devrilerek parçalara bölünmüş. Rahip hemen yerden kalkmış. Korkudan beti benzi atmışmış. Aynı zamanda da Allah’ın, kendisinin yaşamını nasıl esirgemiş olduğuna şaşırmış. Çünkü araba bir saniye önce devrilmiş olsaymış, araba gibi kendisi de paramparça olacakmış. Daha sonra bu olayın üzerinde fazla durmadan istediği balığı satın almış ve manastıra geri dönmüş. Balığı afiyetle yedikten ve duasını yaptıktan sonra yatmaya gitmiş
               Yarı uykulu haldeyken tanımadığı hoş görünümlü bir starets kendisine görünerek şöyle demiş:
– Ben bu manastırın koruyucusuyum. Başına gelenlerden ne gibi bir ders alman gerektiğini sana açıklamak istiyorum. Şöyle ki: Şiddetli arzuna karşı gerekli çabayı göstermediğin için, kendini tanıma ve kendine hâkim olma konusunda gösterdiğin gevşeklik, düşmana sana saldırma olanağını verdi. Neredeyse gözlerinin önünde vuku bulan olay başına gelecekti. İyi ki iyilik meleğin bunu önceden sezmiş ve sana dua etmeni esinleyerek tespihini aramanı sağlamış. Onun esinine kulak vererek bu şekilde davranman seni ölümden kurtardı. Allah’ın insanlara olan sevgisini, ona bir parça bile yönelince bize vereceği ödülün büyüklüğünü görüyor musun?
               Bu sözleri söyledikten sonra staretsin görüntüsü kaybolmuş Rahip, starets konuşurken düşünde onun önünde diz çökmüştü Uyandığında kendisini yatağında değil de kapının eşiğinde diz çökmüş halde bulmuş. Bu gördüklerini başkaları da yararlansın diye birçok kimseye anlattı, bu arada bana da anlattı. Allah biz günahkârları gerçekten sınırsız bir biçimde seviyor! Küçücük bir davranışın, evet tespihi cepten çıkarıp elinde kaydırarak bir tek kez Allah’ın adını ağzına alması ile insanın kendi yaşamını kurtarması, insan yazgısı terazisinde kısa bir süre İsa’nın adını yakarmanın tembellikle geçirilen saatleri telafi etmesi şahane bir olay değil midir? Gerçekte burada meteliğe karşılık altınla ödeme yapılmış oluyor. Yakardığımızda İsa’nın adının ve duanın ne kadar güçlü olduğunu görüyor musun, kardeşim, “Philokalia”da ermiş Karpathoslu Johannes şöyle diyor: “İsa duasında İsa’nın adını yakarırken “günahkâr kuluna acı” dediğimiz her defasında Tanrı da gizlide “Oğlum, günahların bağışlandı” diye karşılık verir. Sonra şöyle ekleyerek dua ettiğimiz an ermişlerden, din şehitlerinden ve Kilise Babalarından pek bir farkımız olmadığını söylüyor. Çünkü diyor Johannes Chrysostomos, ne kadar günaha batmış olursak olalım dua ettiğimizde, dua bizi hemen günahlardan arıtır. Günahkar ve uyuşuk olduğumuz halde, şükran hislerimizi belirtmek için günde bir saatimizi Tanrı’ya ayırmadığımız halde, başımızdan aşkın işlerimizi ve kaygılarımızı her şeyden daha üstün tutmamız gereken duaya, Tanrı’yı ve görevimizi unutarak yeğ tuttuğumuz halde Tanrı yine de bize karşı bağışlayıcılığını gösteriyor. Belalara ve talihsizliklere işte bu yüzden düşüyoruz. Allah’ın sonsuz sevgisi yine de bunların olmasına aklımızı başımıza toplayıp kendisine doğru yönelmemiz için izin veriyor.
               Tüccarın astsubayla olan konuşması sona erince kendisine:
– Günahkar ruhumu nasıl da ferahlattınız saygıdeğer efendim. Ayaklarınıza kapanmak isterdim.
               Böyle konuştuğumu duyunca bu defa da bana dönerek şöyle dedi:
– Bakıyorum da dinsel öykülere meraklısın. Anlatmış olduğum öyküye benzer bir öyküyü okuyayım sana.  Yolculukta hep beraberimde taşıdığım “Agapia” ya da “Günahkârların esenliği” adlı bir kitabım var. Kitapta ilginç bir sürü olay anlatılıyor. Cebinden küçük bir kitap çıkartarak içinden Agathon’la ilgili çok güzel bir öyküyü okumaya başladı. Agathon’a çocukken dindar ailesi tarafından her gün Meryem Ana ikonası önünde “Allah’ı doğuran Bakire, sevin” sözleriyle başlayan ilahisi söyletiliyordu. Agathon bunu aksatmadan yaptı. Daha sonra büyüyünce yaşamın akıntısına kendini kaptırarak duayı seyrek söylemeye başladı, sonunda da hepten bıraktı. Bir gece bir yolcuyu evinde konuk etti. Konuk kendisinin bir rahip olduğunu Agathon adında birini aradığını, bir vizyon gördüğünü, bu adamı bulup Meryem Ana’ya dua etmediğinden ötürü paylamak için emir aldığını söyledi. Agathon da gerekçe olarak bu duayı yıllarca söylediği halde herhangi bir yararını görmediğini söyledi. Bunun üzerine rahip ona:
– Bu duanın sana nasıl yardımcı olduğunu, hem de birkaç kez ve seni felaketten kurtardığını bir anımsasana. Gençliğinde mucizevî bir şekilde boğulmaktan kurtulduğunu unuttun mu? Arkadaşlarından çoğu salgın bir hastalıktan ölürken sana hiçbir şey olmamıştı, unuttun mu? Arkadaşınla arabada giderken arabadan düştünüz, arkadaşının ayağı kırıldı sana ise hiçbir şeycik olmadı. Sonra unuttun  mu? Tanımış olduğun, eskiden sağlıklı ve güçlü genç bir adam yatağa düşmüş, hastalıktan sararıp solmuştu, sen ise sapasağlamsın ve hiçbir yerin de ağrımıyor. Rahip, Agathon’un aklına daha bir sürü şey getirdi. Sonunda da:
– Şunu bil ki, bütün bu acılardan her gün yapmış olduğun, yüreğini Tanrı’yla birleştiren o kısa dua yüzünden Meryem Ana’nın koruyuculuğu sayesinde kurtuldun. Şimdi ayağını denk al, yeniden o duayı söylemeye başla, seni bırakmaması için Göklerin Kraliçesi Meryem Ana’ya övgülerini sun.
               Okumasını bitirince bizleri öğle yemeğine çağırdılar. Yemek yiyip güçlendik. Ev sahibimize konukseverliğinden ötürü teşekkür ettikten sonra da yola koyulduk. Daha sonra birbirimizden ayrıldık ve herkes kendi yolunda gitti.
               Yaklaşık beş gündür yoldaydım. Belaya Çerkoflu iyi tüccardan dinlemiş olduğum öyküleri aklımdan geçirerek güç buluyordum. Kiev’e oldukça yaklaştığım sırada hiçbir neden olmadan birden kendimi kederli ve hantallaşmış hissettim, düşüncelerim bulandı, duamı bile zorlukla söyleyebiliyordum; benliğimi bir çeşit uyuşukluk kapladı. Birazcık dinlenmek istedim ve yol kenarında sık çalılıklarla kaplı bir koruluk görünce içine daldım. Çalılıklar arkasında sakin bir yer bulup bitkin düşmüş ruhuma moral vermek ve isteksizliğimi yenmek için “Philokalia”mı okumak istiyordum.  Aradığım sakin yeri buldum ve “Philokalia”nın dördüncü bölümünde yer alan Romalı Cassianus’un “Sekiz Düşünce”sini okumaya başladım. Kitabı yarım saat kadar zevkle okudum. Sonra birden birkaç yüz metre ötede ormanın derinliğinde bir insan silueti gördüm. Adam diz çökmüş hiç hareket etmeden öylecene duruyordu. Adamı görmekten memnun olmuştum, adamın dua ettiğini düşünerek okumama kaldığım yerden devam ettim. Bir saat belki daha fazla bir süre okuduktan sonra yeniden başımı kaldırıp adama doğru bir göz attım. Adam hâlâ oradaydı. Diz çökmüş ve en ufak bir harekette bulunmuyordu. Adamın bu hali bana çok dokundu. Ve “Allah’ı gerçekten seven insanlar da varmış” diye aklımdan geçirdim.
               Tam böyle düşünürken adam birden yere yığıldı ve öylecene kaldı. Şaşırmıştım. Diz çökmüşken bana sırtı dönük olduğundan adamın yüzünü görememiştim. Merakımı yenemeyerek uykuya dalmış olduğunu gördüm. Yirmi beş yaşlarında genç bir köy delikanlısıydı. Temiz, sevimli ve solgun bir yüzü vardı. Üzerinde bir köylü kaftanı vardı. Kenevir tiftiğinden bir iple kuşanmıştı. Üzerinde başka bir şey yoktu. Ne heybesi, ne değneği vardı. Yanına yaklaşırken yaptığım gürültü onu uyandırdı. Yerinden kalktı. Kendisine kim olduğunu sordum, bana Smolensk eyaletinden olduğunu ve Kiev’den geldiğini söyledi.
– Şimdi nereye gidiyorsun? – diye sordum.
– Bunu kendim de bilmiyorum. Allah nereye isterse oraya.
– Uzun süredir mi yollardasın?
– Evet, neredeyse beş yıl oluyor.
– Bunca zaman nerelerde yaşadın?
– Değişik kentler gördüm, manastırları ve kiliseleri ziyaret ettim. Evde kalmamın hiçbir anlamı yoktu. Yetimdim. Hiç akrabam da yoktu.
               Üstelik bir ayağım da sakat. İşte böyle, dünyayı dolaşıp duruyorum.
– Başıboş dolaşırken kutsal yerleri ziyaret etmeni herhalde dindar biri sana salık vermiş olacak.
– Bakın. Çocukken, o zamanlar yetim kalmıştım. Çobanlığa başladım. On yıl kadar her şey yolunda gitti. Sonra, bir gün sürüyü eve getirdiğimde en iyi koyunlardan birinin kayıp olduğunu fark ettim. Ağamız kaba, acımasız bir köylüydü.

Eve geldiğinde koyunun kaybolmuş olduğunu görünce küfür ve tehdit ederek üzerime geldi. Koyunu bulamadığım takdirde beni eşek sudan gelinceye kadar döveceğini, kollarımı, bacaklarımı kıracağını söyledi. Ne kadar kötü biri olduğunu bildiğim için gidip sürüyü otlattığım yeri karış karış aradım. Gece yarısına kadar aramadığım yer kalmadı, ama hiç bir yerde koyunun izine rastlamadım. Sonbahardı. Gece zifiri karanlıktı. Ormanın epey içlerine kadar girmiştim ki, bizim oralarda ormanlar çok sıktır, birden büyük bir fırtına kopuverdi. Ağaçlar neredeyse köklerinden sökülecekti. Uzaktan kurtların ulumaları geliyordu. Korkudan başımdaki saçlar diken diken olmuştu. Fırtına devam ettiği sürece her şey daha korkunç bir görünüm alıyordu. Neredeyse korkudan ve dehşetten yere yığılıp kalacaktım. O sırada dizlerimin üstüne çöktüm ve haç çıkardım. Bütün kalbimle “Rab Mesih İsa, acı bana!” diyerek yakardım. Bu sözleri söyler söylemez birden kendimi sanki hiç felakete uğramamış gibi huzur içinde buldum. Bütün korkum dinmişti. Yüreğimi sanki cennete gitmişim gibi tatlı bir duygu kaplamıştı. İçimde büyük bir sevinç oluşmuştu. Ben de hiç duraksamadan o duayı söyleyip durdum. Bugün bile fırtınanın ne kadar devam ettiğini, gecenin nasıl geçtiğini anımsamıyorum. Göğe baktığımda günün ağarmış olduğunu görmüştüm,  bense hâlâ diz çökmüş halde duruyordum. Sakin sakin yerimden kalktım, koyunu bulamayacağıma kanı getirdikten sonra eve doğru yollandım. Yüreğim huzur içindeydi, içimden yalnızca dua etmek geliyordu. Köye döndüğümde koyunu geri getirmediğimi gören ağa beni gerçekten yarı ölü hale gelinceye kadar dövdü. Bu arada ayağım de yerinden çıktı. Bu dayaktan sonra altı hafta boyunca hemen hemen kımıldamadan öylecene yattığım yerde kaldım; aklımda yalnızca dua etmek vardı. Dua beni avutuyordu. Kendimi biraz iyi hissedince dilencilik yaparak dünyayı dolaşmaya başladım. İnsan içine çıkmak hoşuma gitmiyordu. Bu yüzden kutsal yerleri ziyaret etmeye ve ormanlarda dolaşmaya başladım. Son beş yılımı işte bu biçimde geçirdim.
               Beni böylesine kutsanmış biriyle karşılaştırdığı için Tanrı’ya şükrettim. Anlattıklarını dinledikten sonra kendisine:
– Simdi de bu duayı sık sık söylüyor musun? – diye sordum.
– Onsuz yapamam ki. Ormanda o ilk kez dizlerimin üstüne düşüşüm aklıma geldiğinde bir güç beni diz çökmeye zorluyor, ben de dua etmeye başlıyorum. Bu ettiğim dua Allah’ın hoşuna gidiyor mu gitmiyor mu orasını bilemem. Bildiğim tek şey dua ettikten sonra içimde büyük bir sevinç hissetmemdir. Bu hafifliğin, bu sıcak rahatlığın nereden geldiğini gerçekte kendim de bilmiyorum. Kimi zamanlar da bir ağırlık, bir isteksizlik, bir acı hissediyorum. Her şeye karşın içimde bu duayı ölünceye kadar söyleme isteği var – diye karşılık verdi.
– Üzülme, kardeşim. Dua sırasında ortaya çıkan her şey esenliğimiz içindir ve Tanrı’nın hoşuna gider. Kutsal Kilise Babaları böyle diyorlar. Yürekte ister bir hafiflik ister bir ağırlık hissedilsin, her ikisi de iyidir. İster iyi yapılsın, ister kötü yapılsın, hiçbir dua Tanrı’nın gözünde kaybolmuş sayılmaz. Hafiflik, sıcaklık ve hoşluk gösteriyor ki Tanrı bizi çabalarımıza karşılık ödüllendirmek ve avutmak işitiyor. Ağırlık, bezginlik ve duygusuzluk, Tanrı’nın ruhu arıttığını ve güçlendirdiğini gösteriyor. Bu esenlikli denemeyle ruhu öbür dünyadaki sevinçlere alçakgönüllülük içinde hazırlayarak kurtarmak istiyor. Buna örnek olarak sana hemen Johannes Klimakos’dan bir şeyler okuyayım.
               Sözünü ettiğim bölümü bulup okudum. Beni dikkatle dinledi ve çok sevindi. Bunun için bana defalarca teşekkür etti. Sonra birbirimizden ayrıldık. O dosdoğru ormanın derinliklerine daldı, ben ise yola çıktım. Yoluma devam ederken Tanrı’ya beni böylesi bir derse layık bulduğu için şükrettim.
               Bir sonraki gün Tanrı’nın yardımıyla Kiev’e vardım. Bu kutsal kentte ilk önce oruç tutmak, günah çıkartmak sonra da Komünyon almak istiyordum. Kiliseye gitmek kolay olsun diye kutsal rahiplerin gömülü olduğu yere yakın bir yere yerleştim. Yaşlı bir kazak beni yanına aldı. Adam kulübesinde yalnız başına yaşıyordu. Onun için kaldığım yer benim için sakin ve rahat oldu. Hafta içinde kendimi günah çıkartmaya hazırlarken aklıma bu işi mümkün olduğu kadar ayrıntılı biçimde yapmak geldi. Bunun üzerine gençliğimden beri yapmış olduğum bütün günahlarımı anımsamaya ve hiç birini atlamadan dikkatle hepsini teker teker incelemeye başladım. Aklıma gelen her şeyi en ince ayrıntısına varıncaya kadar yazdım. Büyük bir sayfayı bunlarla doldurdum.
               Kiev’e yedi verstlik uzaklıktaki “Kitayvaya Pusuna” sında sağduyusu kuvvetli, çileli bir yaşam süren bir papazın bulunduğunu öğrendim. Günah çıkartmaya giden herkes ondan etkilenmiş, ruhun huzuru ve esenliğini ilgilendiren bilgilerle donatılmış olarak ayrılıyordu. Bu bilgileri edinince çok sevindim ve hemen onun yanına gittim. Hazırladığım sayfayı kendisine vererek bana öğüt vermesini istedim. Sayfayı sonuna kadar okuduktan sonra bana:
– Sevgili kardeşim, buraya çok gereksiz şeyler yazmışsın. Dinle bak: 1) Daha önce pişmanlık duyduğun, bağışlanmış günahlarını bir daha günah çıkartırken söyleme, tabi bu günahları bir daha işlememiş olmak koşuluyla. Bunun üzerinde durma, çünkü bu günah çıkartmanın gücünden kuşku duymak demek olur. 2) Sonra seninle birlikte günah işlemiş olan kimselerin adını sakın ağzına alma; yalnız kendini suçla. 3) Kilise Babaları günahlarımızı ayrıntılı biçimde anlatmamızı yasaklıyorlar; günahlarımızı hem kendimizi hem papazı günah eğiliminden uzak tutabilmek için genel ifadelerle itiraf etmeliyiz. 4) Buraya günah çıkartmaya geldin, ama günah çıkardığın yok, çünkü günah çıkartmanın ne demek olduğunu bilmiyorsun, yani gereken ilgiyi göstermeden duygusuzca günah çıkartıyorsun. 5) Günahlarını ayrıntısına varana kadar anlatmışsın ama en önemli şeyi unutmuşsun: Tanrı’yı sevmediğini, insanlardan nefret ettiğini, Tanrı’nın Söz’üne inanmadığını,   gururlu ve kendini beğenmiş biri olduğunu yazmamışsın ve bunları itiraf etmedin. Ruhumuzu bozan bu dört günah bütün kötülüklerin temelini oluşturur. Bunlar, içine düşmüş olduğumuz bütün günah filizlerinin çıktığı ana köklerdir.
               Bu sözleri işitince epey şaşırdım ve şöyle dedim:
– Nasıl olur, pederim, Yaratanımız ve Kurtarıcımız Tanrı’yı sevmemek mümkün mü? İçinde her şeyin gerçek ve kutsal olduğu Tanrı’nın Söz’üne güvenmeyip de neye güveneceksiniz? İnsanların iyiliğini istiyorum, onlardan neden nefret edeyim? Gururlanacak hiçbir şeyim yok ki. Zaten işlediğim sayısız günahlarımla övülecek bir yanım da yok. Sonra bu yoksul ve hasta halimle nasıl aşırı istekli olabilirim? Zengin ve bilgili bir insan olsaydım o zaman başka. Sözünü ettiğiniz şeylerden ötürü suçlu sayılabilirdim.
– Söylediklerimi o kadar az anlamış olmana çok yazık, dostum. Söylediklerimi daha iyi anlayabilmen için sana günah çıkartırken hep yararlandığım şu notları sana vereyim. Bu notları sonuna dek oku; deminki sözlerimin doğru olduğunu göreceksin.
               Notları bana verdi, ben de okumaya başladım.
“Bakışlarımı kendi içime çevirip vicdanımı dikkatle incelediğimde Tanrı’yı sevmediğim, insanlara karşı da sevgi beslemediğim, dinsel hiçbir inancım olmadığı, bir de bunun üstüne gururla dolu, açgözlü olduğum ortaya çıkar. Bütün bunları duygularımı ve vicdanımı ayrıntılı bir biçimde inceledikten sonra gerçekten fark edebilirim.
1.Tanrı’yı sevmiyorum. Tanrı’yı sevmiş olsaydım, onu derin bir hazla sürekli olarak düşünürdüm. Tanrı’yı her düşünüşümde içimde sevinç, zevk duyardım. Oysa dünya şeylerini daha çok ve daha bir coşkuyla düşünüyorum. Tanrı’yı düşünmek benim için bir külfet demektir. Tanrı’yı düşününce içimi duygusuzluk kaplıyor. Tanrı’yı sevmiş olsaydım, dua sırasında onunla konuşmak benim gıdam olur ve bana sevinç verirdi ve beni onunla sürekli bir birleşmeye götürürdü. Oysa bunun tersi oluyor. Dua sırasında zevk duymak şöyle dursun içimi sıkıntı ve isteksizlik dalgası kaplıyor. Dua etmek benim için külfet oluyor. Üzerime bir uyuşukluk çöküyor. Bir an önce duayı bitirip de ıvır zıvır şeylerle uğraşmaya can atıyorum. Zamanım boş işlerle farkına varmadan uçup gidiyor, ama Tanrı’yla uğraşınca, Tanrı huzurunda geçirdiğim bir saat bana bir yıl kadar uzun geliyor. Birini seven bir kimse sevdiğini gün boyunca sürekli olarak düşünür, sevdiceğini hayalinde canlandırır, sevdiceği için tasalanır. Hep iş güç içinde olsa bile sevdiceği bir türlü aklından gitmez. Ben ise Tanrı’yı düşünmek ve ona karşı olan sevgimi içimde alevlendirmek için günde bir saatçiği bile zor ayırabiliyorum. Oysa günün geri kalan yirmi üç saatini seve seve tutkularımın putlarına feda edebiliyorum.
               Ruhumun seviyesini düşüren boş şeyleri konuşmaya bayılıyorum. Tanrı üstüne konuşmaya gelince kendimi isteksiz, uyuşuk ve duygusuz buluyorum. Başkaları tarafından istemeye istemeye bir tinsel konu üstüne konuşmaya itilmişsem isteklerime uygun bir konuya geçilmesi için elimden geleni yapıyorum. Yeniliklere ve politik konulara aşırı ilgi duyuyorum. Bilim ve sanat alanındaki yeni buluşları öğrenmeye çalışarak öğrenme hırsımı tatmin etmeye çalışıyorum. Ama Tanrı yasasını, dini öğrenmek, Tanrı’yı tanımak, bu konular beni hiç etkilemedikleri gibi ruhuma da hitap etmiyorlar. Bunları bir Hıristiyan için yalnız önemsiz bir uğraş olarak değil, aynı zamanda dinlenirken boş zamanlarda uğraşılacak gereksiz şeyler olarak görüyorum. Uzun sözün kısası: Tanrı’nın buyruklarını yerine getirmek Tanrı’yı sevdiğimizi gösteriyorsa, “Beni seviyorsanız buyruklarımı yerine getirirsiniz” diyor Mesih İsa. Yalnız buyrukları yerine getirmemekle kalmıyor, üstelik onları kendime hiç dert bile etmiyorum. Bu da Tanrı’yı sevmediğimi gösterir. Büyük Basilios da aynı şeyi ileri sürüyor: “Bir insanın Tanrı’yı ve İsa’yı sevmediği, onların buyruklarını yerine getirmemesiyle anlaşılır.”

2.İnsanları da sevmiyorum. Çünkü yalnız insanlar için kendi yaşamımı feda edemiyor değil (İncil’in belirttiği gibi), aynı zamanda insanların iyiliği için kendi mutluluğumdan, kendi rahatımdan ve kendi huzurumdan vazgeçmek istemiyorum. İncil’in yazdığı gibi insanları kendim gibi sevmiş olsaydım, onların felaketi benim felaketim, onların mutluluğu benim mutluluğum olurdu. Oysa bunun tam tersi olmakta. İnsanlarla ilgili kötü haberleri merakla dinliyor ve o insanlara hiç acımıyorum ve bundan ötürü hiç rahatsız da olmuyorum. En kötüsü de bundan bir çeşit zevk bile duyduğum oluyor. Kardeşimin uygunsuz davranışını sevgi örtüsüyle kapatacağıma uluorta yayarak onu yargılıyorum. Kardeşimin mutluluğa, üne, rahata kavuşmasına sanki kendim kavuşmuş gibi sevineceğime, sanki bunlar beni hiç ilgilendirmezmiş gibi hiçbir sevinç duymuyorum. Üstelik kardeşimi hor görerek kıskanıyorum.
               3. Dinin hiçbir şeyine inanmıyorum. Ne ölümsüzlüğe ne de İncil’e inanıyorum. Eyer öbür dünyaya sonsuz bir yaşamın varlığına, bu dünyadaki davranışlarımızdan ötürü ödüllü bir yaşamın varlığına kesin olarak inanmış olsaydım, hep öbür dünyayı düşünür dururdum.   Ölümsüzlük düşüncesi bile içimi korkuyla doldurmaya yeterdi ve bu dünyada ana vatanına gitmeye hazırlanan yabancı biri gibi yaşardım. Oysa sonsuzluğu aklıma bile getirmiyor, bu dünyadaki yaşamın sonunu kendi varlığımın da sonu olarak görüyorum. Şöyle bir düşünce bende iyice yer etmeye başlıyor: “Ölümden sonra ne olacağını kim bilebilir ki?” Ölümsüzlüğe inanıyorum desem bile buna sözle inanıyorum, yüreğim ise buna kesinlikle inanmıyor. Yaşamdan mümkün olduğu kadar çok zevk almaya çalışmam ve davranışlarım bunun böyle olduğunu kesinlikle kanıtlıyor.
               Eğer İncil’in Tanrı’nın sözü olduğuna yürekten inanmış olsaydım, aklım fikrim hep onda olur, onu inceler, onda mutluluğumu bulur, üzerine düşerek derin derin düşünürdüm. İncil’in içindeki gizli bilgelik, nur ve sevgi beni sevince boğardı. Gece gündüz demeden neşe içinde Tanrı yasasını öğrenmeye çabalardım. İncil’i günlük ekmeğim olarak görür ve onun dediklerini yürekten yapardım. Dünyada hiçbir güç beni ondan ayıramazdı. Eğer İncil’i zaman zaman elime alıp okuyorsam ya da onun okunduğunu işitiyorsam bu, ya gereksinme yüzünden ya da sırf öğrenme hırsından oluyor. İncil’in üstüne gerektiği kadar düşmemem, onu ilginç olmayan sıkıcı ve kuru bir kitap olarak görmemdendir. İncil’i okumakla genellikle hiçbir yarar sağlamam; onu yeni ve ilginç konular işleyen ve okumaktan daha çok zevk aldığım kitaplara değişmeye her an hazırım.
               4.Gururlu ve nefsine düşkün biriyim. Yaptığım her davranış bunu doğruluyor. Kendimde iyi bir şey görünce bunu hemen gözler önüne sermek ve bundan ötürü gururlanmak ve başka kimselerin beni bu yüzden övmelerini istiyorum. Dıştan alçakgönüllü görünmeme karşın her şeyi tamamen kendime mal ediyor ve kendimi başkalarından üstün görüyorum ya da en azından kendimi onlardan kötü görmüyorum. Kendimde bir kusur bulduğumda hemen “ne yapalım ben böyleyim” ya da “kınanacak bir şey yapmadım ki” diyerek kendimi bağışlatmaya çalışıyorum. Bana saygı göstermeyenlere karşı öfkeleniyor ve onları insanların değerini takdir edemeyecek kimseler olmakla suçluyorum. Yeteneklerimden dolayı gururlanıyor; girişimlerimdeki başarısızlıklarımı kişisel bir hakaret olarak görüyorum. Düşmanlarımın felakete uğramalarına seviniyorum. Eğer iyi bir şeyler yapmaya çabalıyorsam, bu, bencilliğimi tatmin ya da dünyasal bir avuntu ya da övünmek istediğim içindir. Kısacası, kendimi sürekli olarak bir put haline getiriyor ve her şeyde tutkularımı ve aşırı isteklerimi tatmin etmeye çalışıyorum.
               Bütün bu ileri sürülen nedenleri göz önüne alırsam Tanrı’yı sevmeyen, insanlardan nefret eden, inançsız, kokuşmuş, gururlu biri olduğum ortaya çıkar. Daha kötü durumda nasıl olabilirim? Cehennemdeki ruhların durumu benimkinden iyidir. Onlar Tanrı’yı sevmeseler, insanlardan nefret etseler, kaygı içinde yaşasalar bile en azından inanıyor ve inançlarından ötürü titriyorlar. Ya ben? Karşıma çıkan bu yazgıdan daha kara bir yazgı olabilir mi? Hangi yazgı kendimde gözlediğim boş ve tatsız yaşamı yargılayacak yazgıdan daha ağır olabilir?”
               Papazın bana verdiği bu notlan başından sonuna kadar okuyunca içimi korku aldı. Şöyle düşündüm: “Aman, Allah’ım! Meğer içimde şimdiye dek hiç farkına varmadığım ne korkunç günahlar varmış!” Bu günahlardan arınmak istedim. Bu gerçek papazdan, bu günahların nedenlerini ve çarelerini bana öğretmesini istedim. Papaz bana bunu açıklamaya çalıştı.
– Gördüğün gibi, sevgili kardeşim, Tanrı’yı, yeterli inancımız olmadığı için sevmiyoruz. Yeterli inancımızın olmaması da ikna olmadığımızdandır. İkna olmamamızın nedeni de gerçek aydınlatıcı bilgiyi öğrenmememizde, yani tinsel eğilime önem vermememizdedir. Uzun sözün kısası, inancın yoksa sevemezsin. İkna olmadan da inanamazsın. İkna olmak için de sorun neyse onu tam ve eksiksiz çözmek gerekir. Derin düşünerek, Tanrı’nın sözünü inceleyerek ve kendi deneyimlerini gözden geçirerek ruhunda bir susuzluk, bir sabırsızlık, bazılarının dediği gibi nesnelerin özüne daha çok inmek için, onları daha yakından ve daha tam olarak tanımak için giderilemez bir isteği de beraberinde getiren bir “şaşkınlık” hali uyandırmaksın.
               Tinsel konularda yazan bir yazar bu konuda şunları söylüyor: “Sevgi genellikle bilgi ile büyür. Bilgimizin genişliği ve derinliği ne kadar büyük olursa sevgimiz de o kadar büyük olur. Dünyanın şahane güzelliğini, Tanrı’nın insanlara duyduğu sonsuz sevgisini dikkatle inceleyerek yüreğimizi yumuşatabilir ve Tanrı’yı kolaylıkla sevebiliriz. Gördüğün gibi bu günahların başlıca nedeni kendi tembelliğimizdir. Tinsel şeyleri düşünmeye üşeniyoruz. Bu öyle bir üşengeçlik ki bu düşüncelere olan gereksinme hissimizi bile boğuyor. Bu kötülüğü nasıl yenmek gerektiğini öğrenmek istiyorsan elinden gelen her çareye başvurarak aklının aydınlanmasına çalışmalısın. Buna, Tanrı sözünü, Kilise Babalarını inceleyerek, derin düşünerek, İsa konusunda bilgili kimselerle yapacağın konuşmalarla ulaşmaya bak.
               Ah! Sevgili kardeşim, onca felaket, gerçeğin Söz’ünde ruhumuzu aydınlatmaya çalışmadığımızdan, uyuşuk olduğumuzdan ileri geliyor. Gece ve gündüz Tanrı yasasını incelemiyor, bunun üzerinde durmadan ve özenle dua etmiyoruz. Bu yüzden içimizdeki adam aç kalıyor ve üşüyor. İçimizdeki adam o kadar yoksun kalmış ki erdem ve esenlik; yolunda yüreklice bir adım atacak gücü kendinde bulamıyor! Şu halde dostum, karar alıp bu yöntemlerden yararlanalım ve aklımızı mümkün olduğu kadar yüce konulara vermeye çalışalım. Ancak o zaman yukardan yüreklerimize akıtılan sevgi içimizde alevlenip büyür. Aynı zamanda elimizden geldiğince dua de edelim, çünkü dua kendimizi yenilemenin ve huzura kavuşmanın temel ve en güçlü çaresidir. Kutsal Kilise’nin öğrettiği biçimde dua edeceğiz: “Ey Tanrım, beni eskiden günahı nasıl sevmişsem şimdi seni öyle sevebilecek duruma gelir.”
               Bütün bu söylediklerini dikkatle dinledim.   Son derece duygulanmıştım.  Papazdan günahlarımı dinlemesini ve bana Komünyon vermesini istedim. Ertesi sabah kutsal Komünyon’u aldıktan sonra, içim bu nurla dolu olduğu halde Kiev’e dönmek niyetindeydim. Ne var ki peder iki günlüğüne Lavra’ya gitmek zorundaydı. Bu süre içinde kendimi serbestçe duaya verebilmem için odasını bana teslim etti. Gerçekten bu iki günü cennet mutluluğu içinde geçirdim. Staretsimin duaları sayesinde tam bir huzur içinde geçirdim. Bu süre içinde dua yüreğime öylesine rahatlıkla ve sevinçle aktı ki, öyle sanıyorum ki her şeyle birlikte kendimi de unuttum gitti. Aklımda yalnız Mesih İsa vardı. Yalnızca O vardı.
               Sonunda peder geri döndü. Ben de nereye doğru gitmem konusunda ona akıl danıştım. Beni takdis edip:
– Poçayef’e git, orada Meryem Ana’nın mucizevî ayak izleri önünde saygıyla eğil ki, Meryem Ana da senin huzur yolunda ilerlemeni sağlasın – dedi.
               Öğüdüne uyarak üç gün sonra Poçayef’e doğru yola çıktım. İki yüz verstlik yolda sıralanmış hanlara ve Yahudi köylerine rastladım. Hıristiyan köylerine ender rastlıyordum. Bir “Kutor”da bir Hıristiyan hanı vardı. Sevindim. Geceyi geçirmek ve yolluk sağlamak amacıyla hana girdim, çünkü torbamdaki kuru ekmek bitmek üzereydi. Hancı sevimli birine benziyordu, yaşlıydı, öğrendiğime göre memleketlimdi. Benim gibi Orlov’luydu. Odaya girdiğimde bana sorduğu ilk soru şu oldu:

– Hangi dindensin?
Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebinden olduğumu söyledim. Alaycı bir ifadeyle:
– Gerçekten Ortodoks musun? – diye sorarak devam etti.
– Sizler sözde Ortodokssunuz, aslında davranışlarınızda dinsizsiniz. Bir defasında kültürlü bir papaz sizin dini denemem için beni ikna etmişti. Ben de Kilisenize girdim, ama altı ay kaldıktan sonra yeniden kendi dinsel cemaatime geri döndüm. Kilisenize girmek tuzağa düşmekten başka bir şey değil. Papaz adayları ayin sırasında duaları gelişigüzel mırıldanarak söylüyorlar, üstelik bir kısmını da atlıyorlar. Söyledikleri bazı kısımlar da hiç anlaşılmıyor. Köy kiliselerindeki koronun meyhane şarkıcılarından pek bir farkı yok. Kilisede erkeklerle kadınlar hep birlikte bulunuyorlar; ayin sırasında herkes birbiri ile konuşuyor. İkide bir sağa sola dönüp etraflarını kolaçan edip duruyorlar. Kilisede bir baştan bir başa gidip geliyorlar ve insana dikkatini dağıtmadan rahat dua etmesine imkân vermiyorlar. Böyle de tapınma olur mu? Bu, günahtan başka bir şey değildir! Oysa bizde her şey başkadır. Ayin dindarca bir huşu içinde yapılır. Okunan her şey açık seçik anlaşılır. Atlama yoktur. İlâhiler insanı duygulandırır. Kadınlarla erkekler ayrı yerlerde dururlar ve herkes Kilise’nin kurallarına uygun bir biçimde gereken yerde eğilecekleri zamanı bilir. Gerçekten de bizim kiliselerden birine girmiş olan biri orada Tanrı’ya tapınıldığını hisseder. Oysa sizin kilisenizde insan kilisede mi yoksa pazaryerinde mi olduğunu kestiremez
               Bütün bu söylediklerinden yaşlı adamın eski bir “Raskolnik” olduğunu çıkardım. Söyledikleri akla öylesine yatkındı ki, inancını değiştirmesi için kendisiyle tartışmaya giremedim.   Bizim kiliselerimizde ayinleri düzene sokmadıkça ve özellikle din adamları buna ön ayak olmazlarsa Raskolnik’leri dine döndürmenin mümkün olamayacağı kanısına vardım. Bir Raskolnik içsel yaşama pek önem vermez. Sadece şekilciliğe bakar. Bizde ise şekilciliğe pek dikkat edilmez.
               Bu nedenle gitmeye karar verdim. Tam çıkarken eşikte özel bir odanın açık kapısından Rus ‘a benzemeyen birini görmem benim için sürpriz oldu. Adam yatağa uzanmış kitap okuyordu. Bana yaklaşmamı işaret ederek kim olduğumu sordu. Söyledim. Bunun üzerine benimle konuşmaya başladı.

– Bak, dinle kardeş. Acaba bir hastaya bakabilir misin? Tanrı’nın yardımı ile, iyi olana dek, bir hafta süresince diyelim? Athos (Aynaroz) Dağı’ndan Yunanlı bir rahibim. Rusya’ya manastırım için sadaka toplamaya geldim. Tam geri dönecekken hasta düştüm. Ayaklarım ağrıyor. Şiddetli ağrı yüzünden daha fazla yol alamadım. O yüzden burada bir oda kiraladım. Hayır deme, Tanrı’nın sevgili kulu! Parasını öderim.
– Bana bir şey ödemeniz gerekmez. Tanrı adına size elimden geldiğince bakacağım.
               Böylece onun yanında kaldım. Ondan ruhumun esenliğini ilgilendiren bir sürü şey öğrendim. Bana kutsal dağdan, Athos’dan, orada çile çeken keşişlerden, rahiplerden söz etti. Yanında da bir “Philokalia” vardı, ama Yunanca aslı. Bir de Suriyeli Isaak’ın bir kitabı vardı. Birlikte okuduk ve Yunanca asıllı bu kitapla Paissiy Veliçkovski’nin Slavca çevirisini karşılaştırdım. Philokalia’nın Paissiy’in Slavcaya yaptığı çeviri kadar tam ve aslına sadık herhangi bir başka çevirisi daha yapılamayacağını belirtti. Durmadan dua ettiğini ve kendini yürek duasına vermiş olduğunu öğrenince (üstelik Rusçayı çok temiz konuşuyordu) bu konu üzerinde kendisine sorular sordum. Bana bu konuda seve seve açıklamalarda bulundu. Onu pür dikkat dinledim, hatta bazı sözlerini not ettim.

İSA DUASININ EŞSİZLİĞİ VE BÜYÜKLÜĞÜ ÜSTÜNE
İsa duasının yapılış biçimi bile, bu duanın ne kadar büyük olduğunu göstermeye yeter. Dua iki bölümden oluşmuştur. Duanın,
“Rab Mesih İsa Tanrı’nın Oğlu” sözcüklerinden oluşan birinci bölümü, düşüncelerimizi Mesih İsa’nın yaşamına yöneltir. Kilise Babaları bunu bütün İncil’in bir özeti olarak görürler. “Günahkâr olan bana acı” sözcüklerinden oluşan ikinci bölüm ile güçsüzlüğümüzü, günahkârlığımızı dile getiririz.
               Günahkâr ve alçakgönüllü olan bir ruhun dileği ve yakarışı “acı bana” sözlerinden daha belirgin, daha doğru ve daha bilge terimlerle ifade edilemezdi. Başka hiç bir ifade bu kadar tatmin edici ve tam olamazdı.
               Örneğin: “Beni bağışla, günahlarımı bağışla! Sana karşı gelmelerimi bağışla! Suçlarımı sil!” denmiş olsaydı, bütün bunlar ceza yemekten korkan zayıf ve güçsüz bir ruhun dileğini belirtmiş olacaktı. Oysa “acı bana” sözleri yalnız korkudan bağışlanmak isteğini değil, aynı zamanda Tanrı’nın esirgeyiciliğine güvenerek alçak gönüllülükle kendi benliğini ve iradesini yenemeyecek kadar aciz olduğunu kabul eden evlattan çıkan sevginin gerçek çığlığıdır; günah eğilimlerimizi yenebilecek, ayartmaya karşı direnebilmek duruma gelebilmenizi Tanrı’nın bizlere vereceği güçle kendisini belli edecek bir lütuf, bir merhamet çağrısıdır. Bu aynen, borcunu ödeyemeyen bir borçlunun alacaklı arkadaşından yalnız borcunu bağışlamasını değil, aynı zamanda aşırı yoksulluğuna acıyıp sadaka vermesine benzer. “Acı bana” sözcükleri işte bütün bunları ifade eder. Bu sözlerle şöyle demek istenmiştir sanki: “Ey esirgeyen Rab, günahlarımı bağışla, düzelmem için bana yardım et. Yasalarını izleyebilmem için ruhumda büyük bir istek uyandır. Düşüncelerimi, irademi ve tasasız yüreğimi yalnız sana doğru yönelt ve şimdiki günahlarımı bağışla ve nurunu üzerime saç.”
               Bu bilgece sözler karşısında hayran kalmıştım. Günahkâr ruhumu eğittiği için kendisine teşekkür ettim. O ise ilginç bir konu üzerinde beni aydınlatmaya devam etti:
– Eğer istersen, (bilgili biri olduğunu anlamıştım, Atina’da Akademi’de okumuş) sana şimdi, İsa duasının hangi tonda söylendiğinden söz edeceğim.
               Bu duayı sesli olarak, Tanrı’nın sözünün buyurduğu ve kutsal Kilise’nin geleneklerine uygun biçimde söyleyen, Tanrı’dan çekinen birçok Hıristiyan’ın bulunduğunu biliyorum. Bunlar bu duayı yalnız evde değil, aynı zamanda kiliselerde de söylüyorlar. Söylenen bu duaya iyi niyetle ve dikkatini vererek kulak verirsen, ruhunun esenliği için, ses tonunun duayı mırıldanan kişiye göre değiştiğini görürsün. Gerçekten kimileri vurguyu duanın ilk sözcüğü olan “Rab” üzerine vurur ve devamını tekdüze bir tonla söylerler. Kimileri ise duaya alçak ses tonu ile başlar, duanın ortasında seslerini yükseltirler ve “İsa” sözcüğü üzerine haykırmayı andıran bir şekilde vurgu koyar, duanın öteki kısmını başladıkları tonda söyleyerek bitirirler. Kimileri de duayı son sözcüklere kadar vurgusuz aynı tonda söyler, “acı bana” sözcüklerinde ses perdelerini yükseltirler. Kimileri de bütün duayı “Rab Mesih İsa, Allah’ın Oğlu, günahkâr olan bana acı” olduğu gibi aynı tonda söyler, yalnız “Allah’ın Oğlu” sözcüklerinin üzerine vurgu koyarlar.
               Şimdi söylediklerimi dinle:              
– Dua bir tektir ve aynıdır. Ortodoksların inancı da tektir ve aynıdır. Duaların en yücesi olan bu duanın iki şey içerdiğini herkes bilir: “Rab İsa” ile onun inayeti. Şu halde neden herkes bu duayı aynı tonda ve aynı biçimde söylemiyor? Neden kişiler bu duayı özel bir biçimde, özel bir tonda söylüyorlar? Neden herkes vurguyu aynı yere koymuyor da aklına estiği yere koyuyor? Kimilerinin dediğine göre belki bu, alışkanlıktan ya da başkalarını örnek almaktan ileri geliyordur. Belki de, kişisel görüşlere göre terimlerin değişik yorumlanmasına bağlıdır ya da herkes kendine göre en doğal, en kolay biçim hangisiyse o biçimde söylüyor. Ben onlarla aynı fikirde değilim. Ben bunda daha üstün bir neden arıyorum. Yalnız dinleyicinin değil, dua edenin de farkında olmadığı bir neden arıyorum. Kutsal Ruh nasıl ve niçin dua edeceğini bilmeyenlere yardım amacıyla araya girerek sözle anlatılamaz iç çekmeleri, fark edilmez bir etkiyle oluşturmuş olamaz mı? Havarinin dediğine göre İsa’nın adını ağzımıza ancak Kutsal Ruh’un sayesinde alabiliyorsak, o zaman gizlide faaliyet gösteren Kutsal Ruh dua eden kimseye nasıl dua edeceğini esinleyebilir. Aynı zamanda, gücü olmayan herkese ayrı ayrı özel lütuflar bağışlayabilir. Kimine saygıdan ileri gelen Tanrı korkusu, kimine sevgi, kimine sarsılmaz bir iman, kimine de ışıldayan bir alçakgönüllülük v.s. verebilir. İşte bu nedenle, Her şeye Kadiri huşu içinde ululamak yeteneğini almış kişi özellikle “Rab” sözcüğü üzerinde duracaktır. Bu sözü söylerken Yaradan’ın gücünü ve büyüklüğünü içinde duyacaktır.  Yüreğine sevginin esrarengiz taşkınlığı verilen kimse de “Mesih İsa” sözcüklerini söylediğinde kendinden geçecek, içi sevinçle dolacaktır, aynen sıradan bir konuşma sırasında bile İsa adını her duyuşunda içinde bir hoşluk ve sevinç duyan starets gibi. Sarsılmaz bir inançla Mesih İsa’nın Tanrılığına, Allah Baba’yla aynı tözden olduğuna inanan biri “Allah’ın Oğlu”; sözcüklerini söyleyince, o kimsenin inancı daha bir sarsılmaz olacaktır. Alçakgönüllülük erdemine sahip ve kendi acizliğinin bilincine tam olarak sahip biri İsa duasının son sözcüklerini kendini alçaltarak pişmanlık içinde söyleyecektir. Bu sözler o kimsenin içinde, Tanrı’nın esirgeyiciliğine olan inancı, güçlendirecektir. Aynı zamanda kendi günahlarından nefret etmesini sağlayacaktır. Bana göre İsa duasının değişik tonlarda söylenmesinin nedenleri bunlardır. Tanrı’nın şanı ve kendi aydınlanmamız için dua eden kişiye kulak vererek o kişinin ne gibi bir duygululuğa eriştiğini ve nasıl tinsel bir yeteneğe sahip olduğunu anlayabiliriz.
               Bu konu hakkında birçok kimse bana şu soruyu yöneltti:
– Neden esrarlı tinsel yetenekleri belirten işaretlerin hepsi birlikte ve topluca belirmiyorlar? Öyle olursa duanın yalnız bazı sözcükleri değil ama bütün sözcükleri dua eden tarafından aynı tonla coşkunluk içinde söylenmiş olurdu.
               Bu soruyu şu şekilde yanıtlamaya çalıştım:

– Mademki Tanrı, lütuflarını herkese kendi gücüne göre dağıtıyor – Kutsal Kitaplardan gözlediğim kadarı ile – kim sınırlı aklıyla bütün lütuflara birden sahip olmaya kalkabilir? Çömlekçi elindeki kilden istediğini yapmakta serbest değil midir?
               Bu starets’in yanında beş gün kaldım. Kendini çok daha iyi hissetmeye başladı. Yanında geçirdiğim bu süre benim için çok yararlı oldu. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Bu küçük odada her şeyden elimizi eteğimizi çekmiş bir halde gizlide dua ediyor ve yalnız Mesih İsa’nın adını yakarıyor ya da yürek duası üstünde konuşuyorduk.
               Bir gün gezgincinin biri bizi görmeye geldi. Yahudilere veryansın ediyordu. Yahudilerin köylerinden geçerken kendisine düşmanca ve kalleşçe davranmışlar. Acısı öylesine büyüktü ki hepsine sövüp sayıyordu. Hatta onları inatları ve inançsızlıktan yüzünden bu dünyada yaşamaya layık görmüyordu. Sonunda onlara karşı önüne geçemeyeceği bir tiksinti duyduğunu söyledi. Benim starets onu dinledikten sonra aklını başına getirmek için şöyle dedi:

– Yahudilere hakaret etmeğe ve onları lanetlemeye hakkın yok. Bizleri yaratan Tanrı onları da yarattı. İnan bana, Yahudilere karşı duyduğun bu antipati duygusu Tanrı sevgisinin henüz senin içinde yerleşmemesinden ve yürek duasını bilmemenden ileri geliyor, bu nedenle iç huzurun da olamaz. Sana bu konu ile ilgili kutsal Kilise Babalarından bir bölüm okuyayım: Dinle bak, keşiş Markos bu konuda ne demiş: “İçinden Tanrı ile birleşmiş bir ruh duyduğu sevinçle basit, iyi bir çocuğu andırır. Bu çocuk haliyle hiç kimseyi yargılamaz; ne Yunanlıyı, ne dinsiz imansızı, ne Yahudi yi ne de günahkârı. Hepsini de aynı temiz gözle görür. Herkesin yanında kendisini mutlu hisseder ve Tanrı’yı herkesin, Yunanlının, Yahudi nin, dinsiz imansızın yüceltmesini ister.” Mısırlı Büyük Makarios da, “kendilerini ruh gözüyle seyredişe verenler öylesine büyük aşkla yanarlar ki, eğer mümkün olsaydı iyileri ve kötüleri ayırt etmeden herkesi kucaklamak isterlerdi.” diyor.
– Kilise Babalarının bu konuda neler düşündüklerini anladın mı, sevgili dostum? Onun için sana öğüdüm şu olacak: Öfkeni bir kenara iterek her şeyi bilen Tanrı’nın göstereceği işarete göre gör, kötülükle karşılaşınca sabırlı ve alçakgönüllü olmadığını düşünerek ilk önce kendini suçla. Sonunda bir hafta geçti. Starets artık iyileşmişti. Bana öğrettiği iyi şeyler için bütün kalbimle kendisine teşekkür ettikten sonra birbirimizle vedalaştık. O kendi yoluna gitti, ben de daha önceden planlamış olduğum yere gitmek üzere yola koyuldum.
               Poçayef’e oldukça yaklaşmıştım.
Yaklaşık yüz verstlik yolda iken askerin biri bana katıldı. Kendisine nereye gittiğini sordum. Memleketi Kamenek-Podolsk’a gittiğini söyledi. On verst kadar birbirimizle tek kelime etmeden öylecene yürüdük. Derin derin iç çekiyordu. Üzüntülü ve içi kararmış bir hali vardı. Neden böyle kederli olduğunu sordum.
– İyi bir insana benziyorsun. Üzüntülü halimi fark ettin. Kimseye söylemeyeceğine dair yemin edersen sana bütün yaşamımı anlatırım. Yakında öleceğimi hissediyorum ve içimi açacak kimsem yok – dedi.
               Bir Hıristiyan olarak kendisinin bana anlatacaklarını başkalarına aktarmak için herhangi bir neden görmediğimi, insana duyduğum sevgi yüzünden kendisine kardeşçe öğüt verebilmekten memnun olacağımı söyleyerek, kendisine bu konuda güvence verdim.

– Öyleyse dinle. Devlet tarafından köylüler arasından silâhaltına alındım. Beş yıl boyunca hizmet ettim. Sonunda askerlik canıma tak dedi. İçkiye düşkünlüğüm ve görevimi kötüye kullanmaktan sık sık kırbaçlandığım oluyordu. Firar etmeyi aklıma koydum ve askerden kaçtım. Şimdi tam on beş yıllık asker kaçağıyım. Altı yıl boyunca orda burada saklandım. Hangarlardan, ambarlardan, ardiyelerden çalıp çırptım. At hırsızlığı yaptım. Dükkânları yağmaladım. Bütün bunları hep kendi çıkarım için yaptım. Çaldığım malları çeşitli yollardan elden çıkarıyordum. Elime geçen parayı da içkiye veriyordum. Serseriler gibi yaşıyordum. Mümkün olan her günahı işledim, yalnızca adam öldürmedim. Her şey tıkırında gidiyordu. Sonunda beni içeri tıktılar; pasaportsuz dolaşmaktan dolayı. Oradan da bir yolunu bulup sıvıştım. Sonra beklenmedik bir şekilde karşıma memleketine dönmekte olan yeni terhis olmuş bir er çıktı. Hastaydı ve yürümekte zorluk çekmekteydi. Benden kendisini kalabileceği en yakın köye götürmemi istedi. Köye kadar kendisine eşlik ettim. Köyün jandarması geceyi bir zahire ambarında geçirmemize izin verdi. Samanların üzerine uzanıverdik. Ertesi sabah uyandığımda erden yana bir göz atınca, kaskatı kesilmiş olduğunu, yani ölmüş olduğunu gördüm. Bunun üzerine alelacele üzerini arayarak pasaportunu ya da daha doğrusu terhis belgesini buldum, üzerinden epey para da çıktı. Hepsini cebime indirerek henüz herkes uykuda iken ambarın arkasındaki avludan ormana daldım. Pasaportuna bakınca yaklaşık aynı yaşta olduğumuzu ve aynı karakteristik işaretlere sahip olduğumuzu gördüm. Buna çok sevindim. Hemen Astrakhan eyaletine gitmeye karar verdim. Orada iken biraz uslandım. Rehberlik yapmaya başladım. Sığır ticaretiyle uğraşan bir adamın yanında kalıyordum. Adam dul kızıyla birlikte yaşıyordu. Bir yıl sonra kızıyla evlendim. Yaşlı adam daha sonra öldü. İşinden ikimiz de bir şey anlamıyorduk. Yeniden içmeye başladım. Eşim de benimle birlikte içiyordu. Yaşlı adamın bıraktıklarını bir yılda yiyip bitirdik. Daha sonra karım hastalanarak öldü. Elimdeki her şeyi sattım, ev dâhil. Para kısa zamanda suyunu çekti. Yaşantımı sürdürecek herhangi bir şeyim yoktu, yiyecek alacak param bile kalmamıştı. Böylelikle yeniden eski mesleğime döndüm. Çalmaya başladım.
               Bu işi eskisinden daha korkusuzca yapıyordum; çünkü artık elimde pasaportum vardı. Böylece çok kötü koşullar altında bir yıl geçirdim. Bir defasında uzun süre elime herhangi bir şey geçmedi. Sonra topraksız bir köylüden cılız bir beygir yürüttüm ve yarım rubleye mezbahaya sattım. Meyhaneye girip bu parayla içmeye başladım. Bir köye inmeye kararlıydım. Köyde düğün vardı. Düğün şöleninden sonra herkes uykuya dalınca elle tutulur ne varsa yürütmeyi düşünüyordum. Güneş daha batmamıştı. Ormana gidip karanlığın çökmesini beklemeye koyuldum. Yere uzanmıştım. Derin bir uykuya daldım. Düş görmeye başladım. Düşümde büyük ve güzel bir çayırda ayakta duruyordum. Birden gökte fırtınanın çıkacağını gösteren kara bir bulutun yaklaşmağa başladığını gördüm. Sonra korkunç bir gök gürültüsü duyuldu. Altımdaki toprak sallanmaya başladı ve bir şey beni bir darbede omuzlarıma kadar toprağa gömdü sanki. Toprak her yanıma basınç yapıyordu. Yalnızca başım ve ellerim dışarıda kalmıştı. Sonradan bu kara bulut sanki yere kondu ve içinden bundan yirmi yıl önce vefat etmiş büyükbabam çıktı. Çok dürüst bir adamdı, köyümüzde otuz yıl boyunca kilise malları yöneticiliği yapmıştı. Yanıma yaklaşırken korkunç ve tehdit edici bir hali vardı. Korkudan tir tir titriyordum. Çevreme bakınca yakınımda, çeşitli devrelerde çalmış olduklarımdan oluşmuş bir sürü yığın gördüm. Dehşetim daha da arttı. Büyükbabam parmağıyla ilk yığını işaret ederek yanıma yaklaştı ve sert bir ifadeyle sordu:
– Bunlar ne? Boğun onu!              
               Birden etrafımdaki toprak beni öylesine sıkıştırmaya ve ezmeye başladı ki acıdan inledim ve bağırdım:
– Acıyın bana.              
               Ne var ki beni duyan olmamış, eziyet sürmüştü. Bunun üzerine büyükbabam başka bir yığını işaret ederek:
– Bunlar ne? Onu daha sıkıca ezin! – dedi.
               Öylesine bir iç sıkıntısı ve mutsuzluk duydum ki, dünyadaki hiçbir işkence bununla kıyaslanamaz. Sonunda büyükbabam dün çalmış olduğum atı yanıma getirerek bana çıkıştı:
– Bu ne? Elinizden geldiğince acı verecek şekilde sıkın!
               Her yanımdan sıkıştırıyor ve anlatamayacağım kadar çok acı veriyordu. Son derece korkunç ve dayanılmaz, öldürücü bir acıydı bu. Sanki bütün kemiklerimi öğütüyorlarmış ve beni boğuyorlarmış gibi geldi bana. Bu işkence bir süre daha devam etmiş olsaydı kesinlikle kendimi kaybederdim. Ancak yanıma getirilen at bir çifte atarak yanağımı yardı. Çifteyi yediğim anda uyandım. Dehşetten her yanım tir tir titriyordu. Sanki her tarafıma inme inmişti. Çevreme bakındım, gün ağarmış güneş ufukta yükseliyordu. Elimi yanağıma götürdüğümde, yanağımın kanamakta olduğunu fark ettim. Düşte vücudumun toprağa gömülmüş kısımları kasılmış, uyuşmuş ve bitkin durumdaydılar. Dehşetim öylesine büyüktü ki yerimden zorlukla kalkabildim.
               Sonra eve gittim. Yanağım uzun süre ağrıdı. Bak yara izini görebilirsin. Bu yara izi daha önce yoktu. O zamandan beri, o düş esnasında çektiklerim aklıma geldikçe içimi bir korku ve dehşet kaplıyor. Öylesine şiddetli dehşete kapılıyorum ki ne yapacağımı bilemiyordum. Son zamanlarda, yapmış olduğum rezillikleri biliyorlarmış gibi insanlardan da korkmaya ve onlardan utanmaya başladım. Bu işkence yüzünden yemeden içmeden kesildim, uyku uyuyamaz hale geldim. Paçavraya döndüm. Bölüğüme geri dönüp her şeyi itiraf etmeyi bile düşündüm. Cezamı çekersem belki Tanrı günahlarımı bağışlar. Ancak bunu yapmaktan çekindim, bu fikrimden, beni sıra dayağından geçireceklerini düşününce vazgeçtim. Sabrım tükenmişti. Kendimi asacak hale gelmiştim. Öyle de, böyle de artık pek fazla zamanım kalmadığını düşündüm. Nasılsa pek yakında öleceğim, çünkü hiç gücüm takatim kalmamıştı. Memleketime gidip orada helalleştikten sonra ölmeye karar verdim. Memlekette bir yeğenim var. Şimdi oraya gidiyorum. Altı aydır yollardayım. Korku ve üzüntü beni yiyip bitirdi. Bütün bu anlattıklarıma ne diyorsun, dostum? Sence ne yapmam gerekiyor? Gerçekten artık sabrım tükendi. Bütün bunları duyunca oldukça şaşırdım. Tanrı’nın bir günahkârı pişmanlık yoluna sokabilmek için kullandığı çareleri görünce, Tanrı’nın iyiliğine ve bilgeliğine şükrettim ve adama şöyle dedim:
– Sevgili dostum, üzüntülü ve korku içinde olduğun zamanlarda Tanrı’ya yakarmalıydın! Çektiğimiz bütün acılara karşı en iyi çare budur.
– İşte bunu yapamam. Çünkü dua etmeye koyulursam Tanrı’nın beni anında yok edeceğini sanıyorum.
– Çok saçma, kardeşim. Bu tür düşünceleri kafana sokan şeytanın kendisidir. Tanrı’nın bağışlayıcılığı sonsuzdur. O günahkârlara acır ve pişmanlık duyan herkesi bağışlar. İsa duasından haberin var mı? “Rab Mesih İsa günahkâr olan bana acı.”   Bu duayı durmadan tekrarlamalısın.

– Bu duayı nasıl bilmem? Yağmalamağa gittiğimde daha cesaret elde etmek amacıyla bu duayı bazen söylerim.
– Görüyor musun? Tanrı, sen kötü yolda iken bu duayı söylediğinde seni yok etmedi de pişmanlık içinde olduğunu şimdi söylersen mi seni yok edecek? Bu düşüncelerin şeytandan geldiği belli. Sevgili kardeşim, inan bana, aklına üşüşen düşüncelere, bunlar ne tür düşünceler olursa olsun aldırmadan dua edersen kısa zamanda iyileşirsin. Korku ve kaygılarından tamamen kurtulur ve huzura kavuşursun. Dindar biri olacağına ve bütün tutkularından kurtulacağına dair sana güvence verebilirim; çünkü yaşamda seninkine benzer birçok örnekle karşılaştım.
               Sonra ona İsa duasının günahkârlar üzerinde yaptığı çok olumlu etkileri gösteren birkaç olay anlattım. Sonunda onu eve gitmeden önce benimle birlikte günahkârların sığınağı Poçayef’ deki Meryem Ana’yı ziyaret etmeğe ve orada günah çıkartıp Komünyon almaya ikna ettim.
               Gördüğüm kadarıyla asker arkadaşım beni zevkle ve dikkatle dinledi ve dediklerimin hepsini kabul etti. Böylece birlikte Poçayef’e gittik. Şu koşulla: Yolda birbirimizle konuşmayacak ve durmadan İsa duasını söyleyecektik. Hiç konuşmadan bütün bir gün yürüdük. Ertesi gün kendisini daha hafiflemiş hissettiğini söyledi. Eskisinden daha sakinleşmiş olduğu açıkça belli olmaktaydı. Poçayef’e üçüncü günde vardık. Uyanık kaldığı sürece gece gündüz demeden durmadan İsa duasını söylemeye onu yeniden isteklendirdim. Kötü ruhların İsa’nın kutsal adına katlanamayacaklarına ve bu adın onu kurtaracak kadar güçlü olduğuna onu inandırdım. Bunun yanı sıra ona Philokalia’dan her ne kadar İsa duasını hep yakarmamız gerekiyorsa da, İsa’nın vücudunu yemeye hazırlandığımızda özellikle daha bir şevkle söylememiz gerektiğini yazan bölümü okudum. Dediklerimin aynını yaptı. Geciktirmeden günah çıkarttı ve Komünyon aldı. Her ne kadar zaman zaman eski düşünceleri gelip kendisini rahatsız ediyorduysa da, İsa duası aracılığıyla onları savuşturmayı başardı. Pazar günkü sabah duasına vaktinde yetişebilmek amacıyla gece erkenden yatmıştı. Ben ise köşemde oturmuş mum ışığında Philokalia’mı okuyordum. Aradan bir saat geçmişti; o uykuya dalmıştı. Ben de duaya başladım. Yaklaşık yirmi dakika sonra birden sıçrayarak uyandı, acele ile yatağından fırladı ve yanıma yaklaştı. Gözleri yaşlı yüzü mutluluk içindeydi.

– Ah, dostum, biliyor musun ne gördüm? Bir bilsen ne kadar rahatladım! Ne kadar mutluyum! Tanrı’nın günahkârlara karşı esirgeyici olduğuna ve onlara işkence etmediğine inanıyorum artık. Şükürler olsun sana, Tanrım, şükürler olsun.
               Şaşkın aynı zamanda sevinerek bana ne gördüğünü ayrıntısıyla anlatmasını rica ettim.
– Henüz uykuya dalmıştım ki, birden kendimi eziyet gördüğüm o çayırda buldum. Önceleri dehşete kapıldım. Ama daha sonra bulut yerine yükselmekte olan parlak bir güneş ve çayırın her tarafını aydınlatan göz kamaştırıcı bir ışık gördüm. Çayır çimle ve al çiçeklerle kaplıydı.  Birden büyükbabam yanıma geldi.  Her zamankinden daha yakışıklıydı. Beni dostça selamladı ve bana: “Jitomir’deki aziz Gregorios kilisesine git. Orda seni kilise bekçisi olarak işe alacaklar. Ömrünün geri kalan kısmını orada geçir ve durmadan dua et. Tanrı sana acıyacaktır.” Bunları söyledikten sonra beni kutsadı ve hemen kayboldu. Duyduğum mutluluğu anlatamam, omuzlarımdan büyük bir yük kalkmıştı ve göğe doğru havalanmıştım sanki. Tam o sırada uyandım. Kendimi öylesine rahatlamış hissettim ki, yüreğim sevinçten ne yapacağını şaşırmıştı. Şimdi ne yapmalıyım? Büyükbabamın buyurduğu gibi hemen Jitomir’e gideceğim, dua ederek gitmek kolay olacak.
– Dostum gece yarısı yola nasıl çıkarsın?  Bekle;  yarın, sabah duasına katıldıktan sonra gidersin.
               Bu konuşmadan sonra bir daha yatmadık. Kiliseye gittik. Arkadaşım sabah ayini sırasında gözyaşı dökerek yürekten dua etti. Kendini huzurlu ve mutlu hissettiğini ve İsa duasını büyük bir zevkle yakarmaya devam edeceğini söyledi. Ayin sırasında bir kez daha Komünyon aldı. Öğle yemeğini birlikte yedikten sonra ona Jitomir’e giden yola kadar eşlik ettim. Orada birbirimizden sevinç gözyaşları dökerek ayrıldık.
               Ancak ondan sonra kendi sorunlarımı düşünmeye başladım. Şimdi nereye gitmeli? Sonunda yeniden Kiev’e dönmeye karar verdim. Beni oraya, papazımın vereceği bilgece öğretileri çekiyordu. Üstelik onun yanında kalırsam belki de beni Kudüs’e ya da en azından Athos dağına gönderebilecek hayırsever insanlar çıkabilirdi karşıma. Poçayef’ te bir hafta daha kaldım. Zamanımı bu gezi sırasında edindiğim eğitici bilgileri aklıma getirerek yararlı bulduğum yerleri not ederek geçirdim. Sonra yola çıkmak için hazırlandım. Heybemi sırtlayıp Meryem Ana’nın hayır duasını almak için kiliseye gittim. Ayine katılırken duamı ettim. Yola çıkmaya hazırdım artık. Kilisede arkada ayakta duruyordum. Tam o sırada kiliseye bir adam girdi. Giysileri pek şatafatlı değildi ama asil biri olduğu her halinden belli oluyordu. Benden mumların satıldığı yeri sordu. Ona yeri gösterdim. Ayinden sonra bir süre daha mihrabın önünde dua ettim. Duamı bitirince yola koyuldum. Henüz pek uzaklaşmamıştım ki yolun üzerindeki bir evin penceresinde kitap okuyan bir adam gördüm. Yolum tam o pencerenin yanından geçiyordu. Penceredeki adam, demin mumların yerini soran adamın ta kendisiydi. Geçerken şapkamı çıkartıp selam verdim. Beni görünce, yanına çağırarak:
– Galiba gezgincisin? – diye sordu.
– Evet – dedim.              
               Beni içeri davet etti. Kim olduğumu, nereye gitmekte olduğumu sordu. Ona kendimle ilgili her şeyi hiçbir şey saklamadan anlattım. Bana çay ikram etti ve:
– Dinle bak azizim. Sana Beyaz Deniz üzerindeki Solovets adaları üzerinde bulunan Solovetski manastırına gitmeni salık vereceğim. Orada Anzerski Skit diye çok sakin ve çok ıssız bir yer var. Athos gibi bir yer. Oraya başvuran herkes kabul ediliyor, bütün kuralı da sırası gelenin kilisede günün dört saati Mezmurları okumasından ibaretmiş. Ben de oraya gidiyorum. Yaya gitmeye yemin ettim. Birlikte gidebilirdik. Seninle olunca yolculuk benim için daha az tehlikeli olurdu. Dediklerine göre yol pek tekin değilmiş. Öte yandan param da var. Yolculuk masraflarını üzerime almak istiyorum. Yürürken aramızda yirmi adımlık mesafe bırakırız böylece birbirimizi de rahatsız etmemiş oluruz. Yol boyunca rahatça okuyabilir ya da meditasyon yapabiliriz. Bir düşün kardeşim ve rica ederim kabul et. Bu teklifimin sana da yararı dokunacaktır.
               Bu beklenmedik teklifi demin bana yolumu göstermesi için dua ettiğim Meryem Ana’nın bir işareti olarak gördüm. Fazla düşünmeden kabul ettim. Ertesi gün yola koyulduk. Üç gün boyunca önceden kararlaştırdığımız gibi birimiz önde, birimiz arkada olmak üzere yol aldık. Yol arkadaşım gece gündüz elinden düşürmediği bir kitabı okuyordu. Arada bir de herhangi bir konu üzerinde meditasyon yapıyordu. En sonunda bir yerde yemek yemek için mola verdik. Yemeğini yerken arada bir de açık duran kitabına göz atıyordu. Bu kitabın İncil olduğunu fark ettim.

– Beyefendi bir şey sorabilir miyim? Neden İncil’i gece gündüz elinizden düşürmüyor ve hep beraberinizde taşıyorsunuz? – diye sordum.
– Çünkü ondan durmadan bir şeyler öğreniyorum.
– Ne öğreniyorsunuz?

DUA İLE ÖZETLENEN HIRİSTİYAN YAŞAMI
Dua tinsel yaşama atılan ilk adımdır; aynı zamanda da onun doruk noktasıdır. Dua, ruhu esenliğe götüren en önemli ve en gerekli çaredir ve her Hıristiyan’ın yapması gereken bir görevdir. İncil bize sürekli dua etmemizi buyuruyor. Öteki dinsel işler için belli zamanlar vardır, dua için ise uygun olmayan zaman yoktur. Duasız iyi bir şey yapılmaz, İncil olmadan da uygun bir şekilde dua etmek öğrenilemez. Şu halde, içsel yaşam yolu ile esenliğe kavuşanlar, Tanrı sözünü vazedenler, rahipler ve keşişler, Tanrı’dan çekinen tüm Hıristiyanlar yorulmak bilmeden aralıksız olarak İncil’i okuyarak ve Tanrı sözünün derinliklerini inceleyerek kendilerini eğitmiş kimselerdir. Aralarından çoğu İncil’i ellerinden düşürmemişler ve esenlik konusunda şu öğüdü vermişlerdir: “Odanıza çekilin ve sessizlik içinde İncil’i okuyun, tekrar tekrar okuyun.” İşte sırf İncil’e dayanmamın nedeni bu.
               Bu konudaki düşünceleri ve duaya olan eğilimi çok hoşuma gitti. Daha sonra kendisinden dua ile ilgili kısımları özellikle hangi İncil’de bulduğunu sordum.
– Her dördünde de. Kısacası sırayla okuyarak bunları bütün İncil’de bulabilirsin. Anlamlarını çıkararak uzun süre okudum. Bu da bana dua ile ilgili kısımların İncil’de bir sırayı izlediğini ve baştan sona kadar belli bir metoda dayandığını gördüm. Örneğin İncil’in başında duaya giriş ya da hazırlanış incelenmiş. Daha sonra duayı sunmak için gereken koşullar örnekleriyle ve bunu öğrenmenin yolları gösterilmiş. Son olarak da sözle ifade edilen duadan daha esenlikli ve daha yüce olduğunu kabul edilen içsel, tinsel ve sürekli İsa duasının esrarlı öğretisini buluyoruz. Sonra dua etmek zorunluluğundan, duanın kutlu meyvesinden v.s. söz ediliyor. Uzun sözün kısası, İncil’de dua etme ile ilgili ayrıntılı ve tam bilgi, başından sonuna dek belli bir sırada metotlu bir biçimde incelenerek ele alınmış. Söyledikleri çok ilgimi çekti. Kendisinden bütün bunları bana ayrıntılı bir biçimde göstermesini istemeye karar verdim.
– Dua ile ilgili konulara aşırı düşkünlüğüm var. Dua ile ilgili bilgileri belirttiğiniz sıra içinde en ince ayrıntısına kadar öğrenmekten gerçekten mutluluk duyacağım. Tanrı aşkı için İncil’deki bu sırayı bir bir bana gösteriniz.
               Dileğimi seve seve kabul etti.
– İncil’ini aç; göstereceğim yerleri not et – diyerek elime bir kalem sıkıştırdı.
               Şimdi Matta’ya göre İncil’in altıncı bölümünü aç ve beşinci ayetten dokuzuncu ayete kadar oku. Gördüğün gibi burada duaya nasıl hazırlanmak ya da duaya nasıl giriş yapmak gerektiğinden söz ediliyor. Duaya kendini beğenmişlik içinde ve etrafa dua ettiğini yayarak değil de sakin bir yere çekilerek sessizlik içinde başlamak gerektiğini söylüyor. Dua ederken yalnızca günahlarımızın bağışlanmasını ve Tanrı’yla birleşmeyi istemeli, dinsizlerin yaptığı gibi dünyevî konularla ilgili bir sürü boş şeyler istememeye özen göstermeli. Aynı bölüme devam et, dokuzuncu ayetten on dördüncü ayete kadar oku. Burada duanın biçiminden söz ediliyor, yani hangi terimlerle ifade edilmesi gerektiğinden. Görüyorsun, yaşamımız için gerekli ve istenmeye değer niteliklerin hepsi büyük bir bilgilikle bir araya getirilmiş. Bundan sonra aynı bölümün on dördüncü ve on beşinci ayetlerini oku. Duanın etkili olması için gerekli koşullar nelerdir onları bulacaksın. Çünkü eğer bize karşı kusurda bulunmuş kişileri bağışlamazsak Tanrı da bizim günahlarımızı bağışlamayacaktır.
” Şimdi yedinci bölüme geç, yedinci ayetten on ikinci ayete kadar oku. Burada duanın sonuçları nasıl elde edilir ve umut nasıl artırılır gösteriliyor. “İste”, “ara”, “kapıya vur” gibi etkili ifadeler duanın gecikmeksizin ve sürekli olarak yapılmasını betimliyor. Öyle ki iş güçle uğraşırken bile dua edilmesi gerektiğini, hatta duanın onlardan da daha önemli olduğu belirtiliyor. Bu söylediğim duanın temel özelliğidir. Markos’a göre İncil’in on dördüncü bölümünde Mesih İsa’nın aynı dua formüllerini sık sık yinelediği, otuz ikinci ayetle kırkıncı ayet arasında bunun açıklamasına rastlayacaksın. Duanın sürekliliği ile ilgili benzer bir örneği de Luka’ya göre İncil’in on birinci bölümündeki beş ile on dördüncü ayetler arasında gece yarısı komşusunu rahatsız eden adam ve durmadan Yargıca dilekçe veren usandırıcı dul kadın (Luk. 18,1) örnekleri sürekli olarak her yerde ve her zaman dua etmemiz ve kendimizi cesaretsizliğe kaptırmamamız gerektiğini yani tembelliğe düşmemek gerektiği ile ilgili Mesih İsa’nın buyruğunu belirtiyor.
               Bu ayrıntılı bilgilerden başka içsel, mistik yürek duasının asıl öğretisi bize Yuhanna’ya göre İncil’de verilmiştir. İlkin İsa’nın Samiriyeli kadınla yapmış olduğu derin anlamı olan konuşmayla verilmiş. Burada İsa Tanrı’nın istediği tür bir tapınma olan ruhta ve gerçekte yapılan tapınmadan söz ediyor. Bu tür dua sonsuz yaşama fışkıran diri bir kaynak gibi sürekli yapılan gerçek bir duadır. (Yuh.4,5-25) Daha ilerde, on beşinci bolümde, dörtten sekizinci ayete kadarki kısımda içten yapılan duanın gücü, olanakları ve gerekliliği daha bir incelikle işlenmiş, yani Tanrı’yı aralıksız düşünmek, dikkatini İsa’ya vermek gibi. Son olarak da aynı İncil’in on altıncı bölümündeki yirmi üçten yirmi beşinci ayete kadar oku. Orada bizlere açıklanan gizlere bir bak. Mesih İsa’nın adını yakarmaktan ibaret olan İsa duası yani, – Rab Mesih İsa acı bana – sık sık tekrar edilirse, bu dua büyük bir güç verir, yüreği ferahlatarak kutsallaştırır. Bunu açıkça, bir yıl boyunca İsa’nın müritleri olan ve “Göklerdeki Babamız” duasını öğrenen havarilerde gözlemlemek olası. Bunu da onlar sayesinde biliyoruz. Bununla birlikte, Mesih İsa dünyada geçirdiği son günlerinde havarilerine dualarında eksik olan gizleri açıkladı. Bu konuda ileriye doğru bir adım atabilmeleri için onlara: “Bugüne dek benim adıma hiçbir şey istemediniz. Gerçekte size derim ki, Allah Baba’dan benim adıma her ne isterseniz, size verilecektir”(Yuh. 6. 24). Aynen dediği gibi oldu. Havariler İsa’nın adına dua etmesini öğrenince birçok mucizeler yaptılar, nurla dolup taştılar. Şimdi İncil’de birbirini izleyen çok büyük bir bilgelikle düzenlenmiş dua konusundaki öğretilerin ne kadar tam ve ne kadar eksiksiz olduğunu görebiliyor musun? Mektupları okursan git gide ilerleyen aynı öğretiyle karşılaşırsın.
               Sana verdiğim notları noktalamak için sana duanın niteliklerini açıklayan birkaç kısmın yerini belirteceğim. Şöyle ki, Havarilerin İşleri bölümünde duanın uygulanma biçimi açıklanmıştır; yani Mesih İsa’ya inanan ilk Hıristiyanlar arasında duanın özenle ve sürekli olarak söylenmesi. (Hav.4,31) Sürekli duanın getirdiği sonuçlar, duanın yararları belirtilmiş, yani Kutsal Ruh’un ve lütuflarının tapınanlara akması. Bunun benzerini on altıncı bölümde yirmi beş ile yirmi altıncı ayetlerde göreceksin. Sonra havarilerin mektuplarını sıra ile oku, şunlara rastlayacaksın:

1) Duanın her durumda ne kadar gerekli olduğunu (Yak 5,13-16);
2)  Kutsal Ruh’un dua etmemize nasıl yardımcı olduğu (Yah 20-21),  (Rom. 8, 26);
3) Herkes nasıl ruhta dua etmeli (Efes. 6.18);
4) Dua etmek için iç huzurla sakinliğin ne kadar gerekli olduğu (Fil. 4, 6-7);
5) Durmadan dua etmenin ne kadar gerekli olduğu (I.Sel. 5.17);126
6) Ve son olarak yalnız kendimiz için değil bütün insanlar için dua etmemiz gerektiği (I. Sel. 2,1-5).
               Böylece pek seyrek olarak ya da acele ile okuduğumuzda gözümüzden kaçan Tanrı sözünde saklı olan sır dolu bilimin birçok yanını, İncil’i özenle okumaya daha çok zaman ayırarak açığa çıkartabiliriz. Sana gösterdiklerimden sonra incelemiş olduğumuz sorunla ilgili Rab Mesih İsa’nın öğretisini İncil nasıl bilgece ve yöntemli bir biçimde açıklamış dikkat ettin mi? Bu bilgiler dört İncil’de de ne eşsiz biçimde sıralanarak sergilenmiş! Örneğin Matta’ya göre İncil’de duaya hazırlanışı, duanın kendine özgü biçimini, koşullarını v.s. görüyoruz. Markos’a göre İncil’de örneklere, Luka’ya göre İncil’de mesellere, Yuhanna’ya göre İncil’de de içten tapınmanın gizli uygulamasına, her ne kadar bu dört İncil’de de az çok ayrıntılı bir şekilde bulunuyorsa da, rastlıyoruz. Havarilerin İşleri bölümünde de duanın uygulanışı ve sonuçları betimleniyor; Havarilerin Mektuplarında ve Vahiy bölümünde dua ile ilgili çeşitli görünümlere rastlıyoruz. İşte bu nedenle esenlik yolunda biricik kılavuzum İncil olmuştur.
               Bana gösterdiği yerleri kendi İncil’imde işaretledim. Söyledikleri bana çok ilginç ve eğitici geldi. Kendisine bu yüzden çok çok teşekkür ettim. Sonra yolumuza, konuşmadan yaklaşık beş gün devam ettik. Yol arkadaşımın ayakları şiddetli bir şekilde ağrımaya başlamıştı. Devamlı yürümeğe pek alışık olmadığı belli oluyordu. Bu nedenle iki atla bir araba kiraladı, beni de yanına aldı. İşte bu şekilde bu yöreye kadar geldik. Üç gündür buradayız, dinlendikten sonra bir an önce istediği Anzerski’ye doğru hemen yola çıkacağız.
               Starets:              
– Yol arkadaşın çok önemli biri olmalı. Hem dindar hem de çok bilgili. Onunla tanışmak isterdim.
               Gezginci:
– Burada bir eve yerleştik; onu belki yarın size getirebilirim. Şimdilik geç oldu. Hoşça kalın.

Bir Rus Gezgincinin Anıları BEŞİNCİ ANLATI