/ Kitaplar / Aziz Altınağızlı Yuhanna’nın Hayatı

Aziz Altınağızlı Yuhanna’nın Hayatı

Arapça Aslından Türkçeye

Tercüme Eden

Peder İspir Coşkun Teymur

Mersin Ortodoks Kilisesi Ruhani Reisi   2006

Aziz Altınağızlı Yuhanna’nın Hayatı

  1. ÖNSÖZ
  2. Altınağızlı Aziz Yuhanna ve Antakya’daki Kilise HizmetiTarifeski
  3. Altınağızlı Kostantiniye’de
  4. SONSÖZ
  5. 5. Altınağızlı Yuhanna ve Çağ’ı  ( Leonid Biserev’ dan)

    

ÖNSÖZ

Kostantiniye Patriği Altınağızlı Aziz Yuhanna 14 Eylül 407 tarihinde ağlayış ve gözyaşı diyarı olan bu fani dünyadan ölümsüzlük ve istirahat diyarına intikal etmiş-tir.

14 Eylül 1907 yılında ise ölümü üzerinden 1500 yıl geçmiştir. Hristiyanlık âlemi mezheplerine göre bu ebedi hatıra anısına bin beş yüzüncü yıl jübile törenleri düzen-leyerek ve Altınağızlı azizin kişiliğini büyüklük ve ölümsüzlük görkemi ile çevrele-miştir. Rusya’nın Kazan şehri Teoloji Fakültesi bu anıyı kutlayan ve düzenlenen törenlerde verilen tezleri ve konferansları özel bir kitapta toplayan Akademi idi.

Dinsel ve tarihsel araştırmalar konusunda öğrenme isteğinde olan gençlerimizin bu rağbetine binaen bizlerde bu alandaki iki makalenin, içerdiği doğru dinsel ve tarihsel gerçekler açısından faydalı olması, edebi ve teolojik dersler ihtiva etmesi nedeniyle Arapça diline tercüme edilip yayınlanması görevini üstlendik.

İlk makale Prof. Tsarifeski’nin olup, okuyucu bu makalede Altınağızlı’nın yaşa-dığı çağdaki yaşam ve çalışma sıkıntılarını bulur. İkincisi ise Prof. Liyonid Bise-rof’a aittir. Bilgiler, bunda da ilk makalede mevcut olan bazı durumların tekrar edildiği yönündedir, oysa Arapça dilini okuyanlar için yeni ve sağlam teolojik fikirler içermektedir.

Bu iki makaleye Prof. Libidev’in <<Rabbin Kardeşleri>> adlı, insanların fikir-lerini meşgul eden dinsel bir sorunun çözümüne uğraştığı ve çeşitli asırlarda araş-tırmalara sebep olan makalesini ilave ediyoruz.

Eğer okuyucu bu makaleler içinde bir fayda ve lezzet bulursa teselli bulacağım.

 Episkopos Aleksandros Caha

Homs 26 Şubat 1968 

                                                     

Altınağızlı Aziz Yuhanna ve Antakya’daki Kilise Hizmeti Tarifeski

Altınağızlı Aziz Yuhanna’nın kilise hizmetleri çağdaşları olan diğer ruhanile- rin hizmetlerinden cevher açısından farklıdır.Bilindiği üzere Altınağızlı’nın yaşa-mının ve hizmetinin büyük bir bölümünü geçirdiği, İsa’dan sonraki dördüncü yüzyılın ikinci yarısı, büyük teolojik mücadelelerin yaşandığı bir asırdır. Bu asır-da hristiyanlar genellikle yalnız teologlar değil fakat teolojiden ziyade dünyevi bilimlerden habersiz olanlar da ihtilaflı olan dinsel konuların çözümüne ilişkin bilgilenmeyi kendileri için en sevimli iş olarak görürlerdi. İmanın anlatılması ve savunulması ile görevleri icabı sorumlu olan kilise ruhanileri de, dikkatlerini teo-lojik gerçeklere ve sorunlara yönelttiler. Zira hizmetlerinin ilk amacının, yaşadık-ları zamandaki bu teolojik sorunların çözümü olduğunu varsayarlardı.

Hâlbuki Altınağızlı, kendine ayrı bir program tasarladı, o da edebi vaaz idi. O asırda edebi vaazlar dini vaazlar gibi zaruri idi. Zira Antakyalılarda göreceğimiz gibi Hristiyan âlemi, edebi ilkelerden vazgeçip Hristiyanlık dininin esaslarını ih-mal etti ve çirkin işlerin kızgınlığına daldı. Dördüncü asırda, hristiyanların iç ya-şamları putperestlerin yaşamlarına benziyordu. Altınağızlı bu konuda << Hristi-yan topluluklarda gerçek hristiyan bulmak zordu>> diyordu.

Hristiyanların ahlakı ve adetleri ve ahlaki anlayışları esaslı bir reforma muh-taçtı. Altınağızlı, kendini bütünüyle bu hizmete tahsis eden ilk ruhani idi.

Evet, Aziz Büyük Basiliyos ve özellikle teolog Aziz Gregoryos vaazlarında, çoğunlukla hristiyanların yaşam biçimlerinin Hristiyanlık dininin isteklerine uy-madığı hususunda dikkatleri çekerlerdi. Ama vaazları Hristiyanlık inancının özel bir şekilde anlatılması olup ve teorik görüşlerin konuya hâkim olması nedeniyle de toplumun edebi eksiklikleriyle mücadelede arzu edilen başarıyı getirmemek-teydi.

Aziz Altınağızlı bütün gayretini hristiyanların ahlaki hayatlarına ve iç yaşam-larına ve karşılıklı ilişkilerine yöneltmiş olduğundan ahlaki öğretilerde onları etkileyebilen tek vaiz olabilir. Altınağızlı, kendi özel düşüncesi ve benliği ile bir çoban idi. Bu nedenle, bütün inayetini cemaatine ve ahlaki yaşamlarına yöneltti. Ve bütün yaşamını ve gücünü cemaatinin ahlaki ıslahına adadı. Bunun için Kili-senin bütün pederlerinden ayrı olarak <<Hristiyanlık ahlakının vaizi>> diye ad-landırılmalıdır. Tek hedefi çağdaş hristiyan topluluklarını yalnızca terbiye etmek değil, ahlaki yaşamda yenilemektir. Bunun için halkı, Hristiyanlık dininin ruhuna aykırı olan davranışlardan arındırmak ve yaşamlarını İncilin ahlak ilkeleri esas-larına göre bina etmeye gayret etti. Altınağızlı bu amaçtan asla vazgeçmedi. Ve ahlaki eğitimden başka kendine bir hizmet edinmedi.

Bu nedenle Altınağızlı, inanç sistemlerini öğreten bütün çağdaş pederler ör-neğini takip etmedi, kendine yaşam öyküsünde göreceğimiz gibi fiili bir hizmet seçti.

Altınağızlı Aziz Yuhanna, Miladi 347 yılında doğdu. Ve Allah ona, fiili hiz-met ve özellikle de ahlaki eğitim vaizliği için gerekli akli mevhibeleri vermişti. Ve o derin bir akli feraset, ender görülen zihni çabukluk ve çevresindeki her şeyi kontrol edebilme yetisiyle sivrildi. Güzel bir hafıza, ahlaki eğitimdeki gerekli özellikler Altınağızlı’nın sahip olduğu akli özelliklerdi. Buna ek olarak sahip ol-duğu özellikten kaynaklanan ve fikirlerini cazip bir yol ile açıklama yeteneğini söyleyebilirim.

Konuşma mevhibesi en önemli yeteneği idi. Bu yeteneğine rağmen inanç sistemi öğretimine meyilli değildi. Çünkü bu alandaki eğitim, teorik düşünmeyi gerektiriyordu. Oysa Allah Altınağızlı’ya güzel ve açık düşünmeye eğilimli bir akıl ihsan etmişti. Bu nedenle kendini kendiyle sınırlayıp yalnız kendi için yaşa-yamıyordu. Kendi özelliğinden dolayı dış hayata ve başkaları arasında ve başka-ları için çalışma yapmaya meyilliydi. Altınağızlı’nın, sosyal hayat ve bu hayatın mutluluğu için çalışma hususundaki ısrarlı gayesi buradan çıkmıştır ve bu özel-liğiyle de sivrilmiştir. Kendine önem vermemesi ve kendine ait menfaatleri unut-masının sebebi budur. Cemaatine söylediği şu sözlerden de açıkça görülmekte-dir: <<Ben yalnız sizin için ve sizin kurtuluşunuza verdiğim önem için yaşıyo-rum>> Buradan onun sosyal bakışı anlaşılmakta ve doğruluğa olan eğilimi ona gençliğinde ve yaşlılığında sadık dostlar edinmeyi sağlamıştır.

Altınağızlı’nın ahlakı ve akli mevhibelerinin tamamen uygun şartlarda geliş-mesi şansı mümkün olmuştur. Yetiştiği çevre ve edindiği terbiye ve içinde yaşa-dığı cemiyet onun doğal yeteneklerinin ve kişisel eğilimlerinin kendi şahsiyetine ve çalışma yaşamına uygun bir şekilde gelişmesine yardım ediyordu.

Antakya, Suriye’nin başkenti ve Altınağızlı’nın doğum yeri ve rahip rütbesiyle ruhani hizmetlerinin merkezi idi. Ve halkı şeref mertebesi ve zenginlik bakımından iki kesime ayrılırdı. Birinci kesim, Makedonya’dan göçüp burayı fetheden ve şehri kuran Yunanlılardı ve bunlar yerel servete sahip Eşraf tabakasını oluştururlardı. İkinci kesim ise şehrin fakir, yorgun ve yenilmiş Suriyeli halkıydı. Her iki kesim de Altınağızlı’nın zamanına kadar bağımsızlıklarını korudular. Ve dördüncü yüzyıla kadar öncesinde olduğu gibi farklı durumlarında kaldılar ve genellikle imtiyaz sahibi zenginler Yunan asılıydı. Ve fakirler de Suriyelilerdendi. Altınağızlı’nın zamanına kadar çoğunluğu aralarında kendi dilleriyle anlaşırlardı, zira hepsi Yunanca dilini tamamen anlarlardı. Bunlar ne kadar hor görülse de ne kadar kıt gelirli ve esnaf olsa-lar da güven, çalışma sevgisi ve dua etme ve tahammülkar olmakla bilinirlerdi. Fakat Makedonyalı göçmenler ise hızlı ve hareketli huylarla bilinseler de çalışmaya eği-limli değillerdi.

Yunanlılar yerli Suriyelilerin yumuşak huylu ve çalışmaya meyilli olmalarından yararlanarak, Suriyeliler hesabına tembel bir hayat sürdüler ve zevk ve eğlenceye teslim oldular. Şehrin kuruluşundan birkaç on yıl geçtikten sonra yani ikinci halife Lantiyohos Epifanis döneminde Filistin’den gelen Yahudilerden oluşan üçüncü bir kesimin temeli kuruldu ki bunlar şehirdeki Tüccar ve esnaf tabakası idi. Ve bu taba-ka, birçok yerden gelen göçmenlerin ve şehirde zevk ve eğlence hayatına kapılmış olanların hesabına zenginlik ve kısmetlerini aramak için gelenlerin katılımıyla yavaş yavaş büyümeye başladı. Doğunun başkenti olmaya başlayan Antakya şehrine muh-telif yerlerden ve kesimlerden insanlar gelmeye başladı. Tüccar ve sanat erbabından ayrı olarak birçok sebeplerle daimi veya geçici yerleşmek amacıyla gelenler de var-dı. Bunlardan bazılarını, bu şehirdeki eğlence hayatının kendi bölgelerinde bulunan-lardan daha fazla olması cezp etmişti. Bazıları da Antakya’ya çalışmak ve zanaatla uğraşmak veya hizmet ve benzeri işlerle uğraşmak için gelmişti. Bu nedenle An-takya’da birçok yöreden değişik sosyal konumlu değişik menşeli yaşam biçimi muhtelif çalışmaları ve huyları değişik birçok çeşitli insana rastlamak mümkündü. Bu sebeple şehir işsizlik ve tembellikle ve aynı zamanda çalışma ve gayretlerle kay-nıyordu. Böylesi bir şehirde doğan, Hristiyanlık ahlakının sancağını taşıyan ve gele-cekteki vaizi olan Altınağızlı’nın, insanların ahlakını araştırmak ve çağdaş yaşamın tam bir araştırmasını yapmak için seyahat yapmaya ihtiyacı olmaması büyük bir önem arz eder. Bütün bunlar onun doğum yerinde bir arada toplanmıştı. Bütün gö-rüntüleriyle güçlü bir yardımcı gibi, çağdaşlarının yaşamı sanki bir arazide gömül-müş ve patlıyordu. Böyle bir durumda herhangi bir kişide o çağın gerçekleriyle tanı-şabilirdi. Kaldı ki Altınağızlı gibi çok dikkatli öğrenmeye meyilli, her an ve her adımda muhtelif kesimlerden değişik durumlarda ve görüşlerde ve huylarda olan insanlarla karşılaşıyor ve öyle bir zekâya sahipti ki süratle en ince ve en uzak görün-tüleri inceliyor ve çağdaşlarının yaşamlarını ve durumlarını ve tercihlerini, ihtiyaç ve eksiklerinin ve karşılıklı ilişkilerini ve toplu olarak esaslı bir bilgi edinmek Ahlak öğretmeni ve ahlaki terbiye sancağını taşıyan için öğrenmenin gereğidir. Bu etki altında, bu hizmetin ehemmiyeti fikrine yalnız kendisi ulaştı.

Altınağızlı, Antakya’da doğması nedeniyle yüksek tabakaya mensuptu. Babası Saykond, Suriye Ordusu başkanının birinci yardımcısıydı. Oğlunun doğumundan iki yıl sonra öldü. Annesi Ansosa oğlunun terbiyesi görevini üstlendi ve bu inayet onu Hristiyanlığın büyük ahlakının vaizi olmaya hazırladı. Ömrünün ilk yirmi yı-lını kesintisiz olarak annesinin yakınında geçirdi. Bütün ahlaki sıfatlarının en gü-zellikleriyle gelişmesini yalnız annesine borçluydu. Bütün bu yıllarda vaftiz ol-mamıştı. Fakat gerçek bir hristiyan olan annesinin ona çocukluğundan beri Kitabı Mukaddesi öğretmesi ve sevdirmesi sayesinde yüksek ahlaklı yaşamında ve inan-cında gayretli bir hristiyandı.

Terbiye yollarını araştırıp ortaya koydu ve dünyanın aldatmacalığından bekle-diği her şeye karşı güçlü bir koruma oluşturdu. (Gelecekteki faydalarına da kefil olmakta) O, zenginliğin varisi olan tek adamdı. Eylem sahasına onu ilk yönlen-diren şahıs annesi Ansosa idi. Yumuşak huylu bir yaratılışla süslü olan Ansosa bununla birlikte mahir bir faaliyet kadınıydı. Genç yaşta dul kalmasına rağmen gelecekten korkmadı, kocası Saykond’un ölümünden sonra bıraktığı birçok em-lak ve zenginliği kendisi idare etmeye başladı.

Bu işler zeka,akıl,emek ve faaliyet ister. Büyük evi içerisinde (Kendi beyanına göre) birçok özgür hizmetçileri arasında gerçek bir hanımefendiydi. Kendisine teslim edilenleri ölen kocasının yakınlarının açgözlülüklerinden koruyabildi. Zira onlar kocası Saykond’un bıraktığı zenginliklerden faydalanmak istiyorlardı, ayrı-ca sivil otoritelerden gelen saldırılara da cesaretle karşı koydu. Buradan, Altın-ağızlı Azizin sadık, hikmet sahibi deneyimli bir annenin idaresinde oldun ve faal bir insan olarak gelişmesi gerektiği açıktır. Kişiliğiyle faal bir hayata meyilli ol-duğu ve gelecekte de anlaşılacağı gibi annesi Ansosa oğlunu sosyal toplum içinde faydalı hizmetler için hazırlamıştır.

Altınağızlı yirmili yaşlarda evrensel bilimleri öğrenmeye başladı. Yaşamının bu döneminde, annesinden başka kişiler onun kişiliğini etkilemeye başlar. Ama en büyük tesir yine annesinin idi. Bu zamanlar da bütün Hristiyan okulları Kral Yulyanos’un emri ile kapalı idi. Hristiyanlar evrensel bilimleri öğrenmeleri için çocuklarını putperestlerin okullarına ve öğretmenlerine göndermek zorunda kaldılar.

Hristiyanlardan zeki düşünceliler çocuklarını, putperest öğretmenlerin, onları putperest inanca cezp etmelerinden korktukları için çocuklarını yirmi yaşlarından önce bu okullara vermiyorlardı. Ve Ansosa da oğlunu bu yaşa kadar kendi terbiyesi altında bulundurdu ve onu ancak Hristiyanlık inancı içine tam yerleştikten sonra putperest öğretmenlere teslim etti. Antakya’da en güzel okul Libanyos Okulu idi. Altınağızlı bu okulun talebelerine katılır. Bu okulun ilk eğitimci ve lideri de kariz-matik, samimi, vatansever Libyanos’un kendisiydi. Yulyanos’un hararetli dostu idi. Onunla birlikte putperest dininin tekrar geri gelmesini hayal ederlerdi. Ve bu amaca yönelik bir okul kurdu, yeni gelişimin putperestlik ruhu üzerine terbiye edilmesi amacına yönelik bir okul idi. Ve kendisi de putperestler arasında onur ve doğruluk ilkeleriyle tanınmış birisi olduğundan, onu dinleyenlerden, putperestlik inancının eksikliklerini saklamak istemiyordu. Ve putperestliğe ilişkin savunma-larında, onların gözü kapalı bu inanca katılmalarını kastetmiyordu. Ve putperest-liğe samimi bir saygı duyardı. Dini ve ahlaki ilkelerden ziyade görkemli geçmişin buna bağlı olması ve bu temele dayanarak doğan ve himayesinde gelişen bilim ve teknik için putperestliğe saygı duyardı. Onu dinleyenlerin dikkatlerini bu yöne çekerdi. Cezbeden derslerinde putperestliği en mükemmel görüntülerle temsil et-meye çalışırdı. Öldüğü güne kadar bu eğitimi sürdürmesine rağmen bu konudaki başarısı düşüktü. Bu işlerinde kendisine yardımcı seçmek amacıyla talebelerini dikkatle izlerdi ve kendisinde zekâ ve güç bulduğu öğrencilerine özel bit ihtimam gösterir ve onları özlemini çektiği putperestliğin yenilenmesi hedefine hazırlardı.  Bütün öğrenciler arasında yalnız Altınağızlı Libanyos’un dikkatini çekmişti, O’nda yalnız kendisine yardımcı olacak değil fakat kendisine halife olabilecek yetenekler görmüştü. Libanyos Altınağızlıdaki tanrı vergisi hitap etme yeteneğinden emin olunca, bütün özenini bu yeteneğin yüksek dereceye gelişmesi hedefine yöneltti ve bunda büyük başarı elde etti. Altınağızlı’nın, düzgün konuşma konusundaki ders-leri öğrenmek üzere bütün benliğini vermesi Libanyos’a bu konuda yardımcı ol-muştu. Ve öğretmeni Libanyos’un eli altından meşhur bir konuşmacı olarak çıktı, o kadarki öğretmeninin tanıklığına göre asrının iftiharı olacak derecedeydi. Liban-yos’un İmparator Birinci Valentinyanos’a yazdığı övgüde Altınağızlı için söylediği sözler şöyle: <<İmparatoru bu şekilde yüceltmeyi başaran yazar mutludur. Ama böylesi müthiş bir yazarın bulunduğu çağda hükmeden imparatorlarda mutludur.>> Ancak Libanyos esas hedefi olan ve putperestlik inancı algılamasından sonra Altınağızlı’nın kendi okulunda kendisinin halefi olması isteğine erişemedi. Altın-ağızlı özünde hristiyan olarak kaldı. Annesinin etkisi, öğretmeninin etkisinden daha güçlüydü. Ve Libanyos hristiyanların Altınağızlı’yı kendisinden kaçırdık-larını açıkladığında Altınağızlı’nın annesinin kedisine karşı galip geldiğini itiraf etti. Bu kaçırma olayında en etkili faktörün Ansosanın etkisi olduğu şüphe götür-mez. Doğrusu şöyle söylenmeli: Annesi Altınağızlı’yı kaçırmadı ama eli altından kaçmasına izin vermedi. Ve öğretmeni Libanyos’a onu kaçırma fırsatı vermedi. Bu nedenle onun için doğru bir söz söyledi: Acayip Kadın (Müthiş). Ve Libanyos’u özellikle hayrete düşüren şey annesinin oğluna olan etkisi ve ona verdiği terbiye idi. Ansosa oğlu üzerindeki büyük etkisinden emin olmasaydı,oğlunun eğilimleri herkesçe bilinen Libanyos’un okuluna girmesine izin vermezdi. Altınağızlı’ya ve gelecekteki hatiplik işlerine Libanyos’un etkisi gayet açıktır. Kısaca Libanyos’un Altınağızlı’nın onunla beşeriyetin yenilenişini tekrarlamaya azimli olduğu bir sistemi kemale erdirmiş olduğunu söyleyebiliriz.Tarihçiler, Altınağızlı’nın öğret-menleri arasında Filozof Andragasosun adını zikrederler. Ama bu filozofun kişi-liği hususunda, Libanyos’un okulunda bir eğitimci mi yoksa başka bir özel okuldan mı olduğu konusunda ve bu filozofun Altınağızlı üzerindeki etkilerinden söz et-mezler. Ancak sonradan gelen bazıları, bu filozofun özellikle nesnelerin açık bir şekilde tarifi ve anlaşılması ve onlar hakkında isabetli hükmün verilmesi ve dü-şüncelerin kolay bir yol ile anlatılması konularında Altınağızlı üzerinde etkili olduğunu söylerler. En doğrusu bu durumların gelişmesini öğretmeni Libanyos’a atfetmektir. Çünkü düzgün konuşma ve hitabet öğretmeniydi. Zira bu özellikleri ile tatlılaşan ve bunları kendisinden sonra hitabet sanatında halefi olmasına uğraştığı öğrencisine anlatmada geri kalmadı. Mademki Andragasyos öğrencisine felsefe sevgisini ve onun büyüklerine saygıyı özümsetemedi, Altınağızlı üzerindeki etkisi, basit felsefi bilgileri edindirmekten ileriye gitmesi mümkün olamaz.Altınağızlı’nın filozof Andragasyos’un derslerinde hazır bulunmasının yalnızca felsefe dersleri için olmayıp belkide kültürlüler nezdinde yüksek bir mertebe işgal eden bu konular hakkında cahil kalmamak için bulunduğu ihtimalini de uzak tutmamak gerek. Eğer Andragasyos Libanyos’un okulunda felsefe öğretmeni idiyse Altınağızlı onun derslerine okulun programı uyarınca katılmıştır. Çünkü program öğrenciye bunu zorunlu kılar. Bu durumda Andragasyos’un Altınağızlı üzerinde hiçbir etkisi olamaz. Keza, Altınağızlı’nın hayatını yazan eski tarihçilerin yazılarında da buna ait bir işaret bulamıyoruz.

Altınağızlı evrensel eğitimini tamamladıktan sonra avukatlık mesleğine katıldı. Bu mesleğin, gelecekteki vaizlik hizmetine ilişkin güzel sonuçları vardı. Çağdaş hayatı yüz yüze tanımayı bu meslekle elde etti. Bu mesleğin gereği insan topluluk-larının arzuları, ihtiyaçları, eksiklikleri ve zulümlerini öğrenmek zorundaydı. Ve özel bir şekilde, şehirde tanınmış bazı şahısların ihtiyaçlarını ve zulümlerini öğren-di. Bundan ayrı olarak da mesleği kendisine, güçlü ve zenginleri baskısı karşısında ezilenlerin ve yoksulların savunucusu olmayı öğretti. Güzel hatipliği açısından bu onun için en iyi tecrübe idi. Ancak bu meslek az kalsın onun ahlakını zedeleyecek-ti. Zira avukatlık mesleği icabı yüksek tabakayla tanışmak onlarla bağlantılı olmak zorundaydı. Bu da onun laik bir yaşama dönmesinin sebebi olacaktı. Eğlence me-kânlarından tiyatroya ve başkalarına yönelmeye ve neredeyse kutsal kitabı öğren-mekten korkmaya başladı. Evet, bunun sonuçları Altınağızlıya fayda sağladı. Zira bu sayede insanın kendi deneyimi ile dünyanın hilelerine karşı koymanın ne kadar zor olduğunu anlayabilme imkânına sahip oldu ve ahlaki bozulmaların sebeplerinin gizlenmiş olduğu bu yerleri tanımasını kolaylaştırdı. Ve aynı zamanda Altınağızlı-nın ahlakını da korkunç bir tehlikeye düşürdü ancak mutlu bazı olaylar sayesinde bundan kurtuldu ve başka şartlar vasıtasıyla da bu kurtuluşa sahip olabildi zira uçu-rumun kenarındaydı. Altınağızlı’nın ince ahlaklarıyla bilinen sadık dostları vardır. Ona ricayla ısrar da bulundular. Ve bu halinin sebep olacağı geleceğini düşünmeye başladı. Altınağızlı’nın doğru yola dönmesini dostlarına bağlayan tarihçiler, annesi Ansosa’nın oğlunun bu korkunç yaşamına ilişkin herhangi bir itirazından bahset-mezler. Annesi Ansosa oğlunun bu yaşamdan dönmesinin, onu bu yaşam biçimine cezbeden yüksek tabakayla olan bütün bağlarının kopması anlamına geldiğini şüp-hesiz biliyordu. Ve aynı zamanda onun bugün bulunduğu yere varmasının sebe-binin onların olduğu ortaya çıkıyordu. O bozulmuş çağda eğlence hayatı, yüksek tabaka için yaşamın gereklerindendi. Bu yaşamdan uzak kalmak, eşrafın muhitin-den çıkma ve onların saygısından yoksun kalma anlamındaydı. Hizmetleri sayesin-de edindiği mevkiyi kaybetmekte işin cabasıydı. Altınağızlı’nın başına gelenlerde bunlardı. Bu yaşamdan uzaklaşmak, Altınağızlı’yı  avukatlık mesleğini terk etmek zorunda bıraktı. Annesi Ansosa bu durumu istemiyordu. Mümin bir hristiyan ve güçlü bir anne olduğu halde oğlunun bu gidişatına itiraz etmiyordu. Kaçınılması mümkün olmayan kötülüklere razı oluyordu çünkü oğlu insanlara yararlı şeyler sunuyor ve onun sahip olduğu faydalı ve yüksek mertebeyi gördükçe yaraları büyük bir teselli ile doluyordu. Ama Altınağızlı’nın dostlarını bu tür düşünceler etkilemiyordu. Çünkü onlar, avukatlık mesleğinin kaybedilmesinin Altınağızlı’nın sahip olduğu yetenekler yanında bir anlamı olmadığını ve mahkemelerdeki savun-ma görevinin Altınağızlı’nın gücünü daralttığını görüyorlardı. Bu nedenle ona bu yaşamdan uzaklaşması için nasihatte bulunmaktan korkmuyorlardı. Ve onlarda Ansosa gibi onun bu yaşamdan uzaklaşmakla, yüksek tabaka için bir yabancı gibi olacağını ve bununla da dünyevi mertebelerde yükselmesi için yardımcı olacak bütün yolları kaybedeceğini de biliyorlardı. Tarihçiler bu dostların, Altınağızlı’yı yalnız bu hayattan uzaklaştırmaya çabalamakla kalmayıp, ona dünyevi hizmetleri tamamen terk etmeyi de süslediklerine tanıklık ediyorlar. Çünkü onlar, böylesi nadir görülen tanrı vergisi yeteneklere sahip birisinin dünyevi hizmetler yerine ruhani hizmetler vermekle insanlığa büyük yararlar sağlayabileceğine inanıyorlar-dı. Ve ona ya Antakya Kilisesi ruhaniler sınıfına katılmayı veya rahipliğe geçmesi hususunda nasihatte bulundular. Rahipliğe girmesi konusunda en iyi arkadaşı Basi-liyos özel bir şekilde gayret ediyordu. Fakat Annesi Ansosa oğlunun rahipliğe gir-mesini istemiyordu. Ve görüleceği gibi bunun ölümünden sonraya kalmasını arzu ediyor ve onu baba evinde kalmaya ikna etmek için devamlı ona şöyle hitap edi-yordu: <<Bedenimi toprağa verdikten sonra uzak yerlere ve denizlere istediğin gibi açılabilirsin>> ve açıkça ona <<O zaman rahipliğe girebilirsin>> demiyordu. An-laşılan odur ki Ansosa için oğlunun rahip olmasını düşünmek zordu. Ve Altınağızlı Yuhanna annesini üzmek istemediğinden onun evinde kaldı. Dünyevi hizmetleri bıraktıktan kısa bir süre sonra, Antakya Episkoposu Melatyos’a yakınlaştı ve sıkça ona gidip geliyordu. Bu Episkopos’un etkisi ve annesinin arzusunu yerine getirmek isteğiyle Melatyos’un eliyle vaftiz oldu.Altınağızlı’nın gelecekteki hizmetleri konusunda haber veren Beladyos’un nasihati ile Melatyos, Yuhanna’nın gelecek-teki ruhanilik görevini kendi ruhanileri içinde hazırlamaya başladı ve onu zorda olsa okuyucu sıfatı ile Antakya Kilisesi görevlileri arasına almayı başardı.

Yuhanna, ruhaniler sınıfına girmesinden sonra Teoloji eğitimine başladı. Bilin-diği gibi o zaman bugünkü bilinen şekliyle teoloji eğitimi ile ilgili okullar yoktu. Ama ruhaniler muhitinde yaşamak ruhani hizmetlere hazırladığı gibi ilahiyat bilimini edinmek içinde iyi bir okuldu. Burada yaşamlarını ruhani hayata adamış olan gençler yetenekli ruhanilerin kontrolünde terbiye ediliyor ve başkalarını Hristiyanlık bilinci ve iman ruhuyla nasıl terbiye edeceklerini öğreniyordu. Altın-ağızlı döneminde Antakya ruhanileri, güzel bir düzene ve bilgi kapasitesi ile yük-sek ahlaklı birçok ruhaniye sahip olmakla ün saldı. İkinci guruptan Melatyos’un kendisi şöhret sahibi oldu. Fakat bu ruhani çalışmayı söz söylemekten çok ve iba-deti de hatiplikten daha çok severdi. Ve Altınağızlı onun için şu tanıklığı yapar: <<O kâmil olan iyilikler adamının timsali idi>> Ve Antakya ahalisi ona kutsallığı nedeniyle saygı duyardı. Adının dahi söylenmesi anında yürekleri sevinçle dolardı. VE herkes oğlunun Melatyos adıyla çağrılmasını isterdi. Çünkü bunun aile için süs ve bu ismi taşıyan herkes için bir mutluluk ve kurtuluş sembolü olduğuna inanırlar-dı. Ve bu sevilen episkoposun adının yüzüklere, pullara, kupalara ve evlerin duvar-larına yazıldığı görülürdü. Ve Melatyos’un Antakya halkı üzerindeki büyük etkisi-ni ispat için şunu söyleyebiliriz: Antakya sakinlerinin birçoğu Aryos inancından dönüp Melatyos’un Ortodoks olması nedeniyle Ortodoksluğa girdiler. Ve bu ruha-ni liderlerinin gerçeğin ve güzel tapınmanın büyük savunucusu olduğuna inanırla-rdı. Sapkınlıklara yönelmekten vazgeçmek için Melatyos’un Antakyalılara kendi görüşünü ilan etmesi yeterliydi. Altınağızlı’nın belirttiğine göre Melatyos hatipliği olmayan fakat eğitimde sadık bir kişiliği olan bir ruhani idi.Yani maharetli bir çoban gibi eğitimi iyiydi. Ve yalnızca terbiye için yararlı olan şeyleri konuşurdu.

Tarihçiler, bu yüksek ahlaklı dini liderin yaşamında faziletli hayata ne kadar saygılı olduğunu izah eden iki olayı zikrederler. Liderlik hizmetlerine başlar başla-maz ahlaki eğitim yoluyla halkı etkilemeye başladı. Ve bu sayede onları gerçek iman eğitimine çekiyordu. Tarihçi Tiyodoris ve Sozomin, Melatyos’un Antakya Episkoposluk tahtına çıktığı gün kralın vermiş olduğu emir gereği kendisi ve diğer episkoposların, Süleyman’ın Meselleri kitabının 8/22–23 ayetleri hakkında irtica-len bir vaaz vermeleri gerekirdi. Bu ayetler hikmetin yaratıcılığından bahsederdi. Ve bu ayetler yüzünden Ortodokslar ve Aryos taraftarları arasında şiddetli mücade-leler olmuştu. Hatta bu ayetlere ilişkin mücadele Kutsal Kitabın bütün ayetlerine ilişkin çıkan mücadelelerden daha çetindi. Konferans konusu olarak tespit edilen konular net olarak inanca ait akidesel olmalarına rağmen, imparator özellikle kon-feransı aynı amaca yönelik olan bu abidesel konuya münhasır olmasını sağladı. Episkopos Melatyos konuşmasına, Mesih’le olan içsel birliğe ilişkin ve hristiyan-lıkta ahlaki yaşamın temeli olan ahlak kurallarına ait fikirlerle başladı. Dinleyici-lerin bu konuda gönüllü ve dikkatli olduklarını görünce inanca ait konulara geçti. Ve burada, dinleyicileri tecrübe yöntemleriyle algılanamayacak konulara yönel-memeleri hususunda basit yollarla ikna etmeye yoğunlaştı. Aziz Melatyos Antakya Episkoposluk tahtına çıkarken bu yöntemi takip ederken, imparator ise ondan inanç akidesini açıklamasını talep ediyordu. Dinleyicilerde ondan bunu bekliyorlardı. Çünkü ondan önceki Episkoposların da yaptığı gibi adetler bunu gerektiriyordu. Ona verilen konu da inanç akidesinin açıklanması yönündeydi. Bütün bu sebeplere karşın vaazında ahlaki sistemi takip ettiyse de geriye kalan hizmetlerinde, halkı inanç konusundaki tartışmalardan men etmeye ve halkından her bir ferdi, doğru imanın iyi işler yapılmadan kurtuluş sağlayamayacağı konusunda ikna etmeye çalıştı.

Altınağızlı’nın, Melatyos’un kişiliği ve çalışmaları hususunda yazdığı tarihçeler-in birinde şöyle der: Şu sıfatlarla ün salmıştı: Mümin Melatyos her zaman sözleri ve eylemleriyle Allah sevgisi olmadan tanrısal emirleri yerine getirmenin mümkün olamayacağı gerçeğine tanıklık ederdi. Tanrı yasalarının ışık vermediği bir yerde aklın ve yüreğin aydınlanması mümkün olamaz. Hakkın kelimesini yalnızca, nefsi-ni iyi işler yaparak Mesih için bir mesken haline getiren kişi anlayabilir ve yayabi-lir. Buradan, Melatyos’un Altınağızlı üzerinde ne derece etkili olduğu anlaşılmak-tadır. Altınağızlı’nın hayatını yazan tarihçi ve araştırmacılar, Melatyos’un öğütleri ve doğru yaşamın Altınağızlı’nın ahlak prensiplerini yüksek bir dereceye doğru geliştirdiği konusunda birleşmektedirler. Ve bunun hristiyan topluluklarının yaşamlarının reforme edilmesi hususunda hararetli çalışmalarına dikkat çekerler. Altınağızlı, ün saldığı bu çalışmalardan sonra vaazlarında Hristiyanlık öğretisini açıklamaya başlamıştır.

Melatyos, Altınağızlı’nın ahlaki ilkelerinin tanzimini doğru ve iyi etkisiyle etki-lemeye çalışırken, Antakya ruhanilerinden ikinci bir şahıs, Altınağızlıya gelecekte-ki cemaat hizmetlerini yönlendirmede ve karakter terbiyesi konusunda büyük hiz-metle sunuyordu, bu şahısta daha sonra Tarsis Episkoposluğuna yükselecek olan Diyodor idi. Onun aklını çeşitli teolojik bilimler ve özelliklede Kutsal Kitaba ait bilgilerle doldurdu. Tarsis Episkoposu Diyodor tarihte, yaşadığı dönemde en büyük teologlardan biri ve Kutsal Kitabı ilk bilenlerden biri olarak tanınırdı. Ve Antakya Kutsal Kitap Tefsiri okulunun kurucusu sayılır. Bu onun Kutsal Kitabı Tefsir eden bağımsız bir okulun kurucusu olduğu anlamında olmayıp, Kıtsal Kitabın özel bir yorumlama sistemi manasındadır. Diyodor’un yalnızca özel bir okulu olmadığı değil ayrıca sabit bir meskeninin de olmadığı söylenir. Nerede bulunursa orada yaşardı. Ünlü filozof Sokrates gibi nerede daha çok dinleyici bulursa orada öğretir-di. Bu nedenle de Diyodor’un öğretimi, okullarla ilgili bütün yöntem ve kurallar-dan uzaktı. Diyodor’u dinleyenlerin değişken ve anlayış derecelerinin farklı olması nedeniyle, Diyodor derslerini gerçek bilimsel bir yöntem ve devamlılığı olan bir sistemle veremiyordu. Bu nedenle, Kutsal Kitap ile ilgili tefsirleri, çeşitli durumlar ve birçok sebeplerle herhangi bir yerde bilinen bir ayetin basit bir anlatımla yorum-lanması şeklindeydi. Kendisini dinleyenlerin kolaylıkla anlayabilmeleri ve fayda-lanmaları için, İskenderiye Okuluna ait olan simgesel ve Nazari yorumları yap-maktan kaçınırdı. Aksine bütün gayretini özel bir şekilde ahlaki ve sözel anlama yöneltir ve bazen de dil ve tarih analizine dayanırdı. Ve daima derslerini fiili olarak dinleyicilerinin yaşamlarına tatbik ederdi. Ve genel olarak Diyodor’un dersleri kendi özel hayatıyla iç içeydi. Aynı şekilde dinleyicilerinin de yaşam ve yararları ile iç içeydi. Bu nedenle haklı olarak dersleri tatbiki olmakla nam saldı. Ve gören-ler için basit vakıa ve her türlü hayali anlamdan uzaktı. Bu özellikler, birçok teolo-jik konulara ait bilgilenmelerle birlikte, genellikle bir metnin tefsiri için kelime anlamına ve dil açısından analize ve tarihe bağlı kalan Altınağızlıya Diyodor’dan geçmiştir. Böylesi hem basit hem de tefsir açısından anlaşılmaya daha yakındı. Diyodor gibi Altınağızlı da halkına Kutsal Kitabı öğretmek için her fırsatı değer-lendirmeye ve ondan kendisi için bir ibare veya bir vaaz konusu çıkarmaya devam ediyordu. Bunlara ek olarak bu iki episkoposun ahlaklarındaki benzerlik bizi, Me-latyos ile birlikte Diyodor’un da ahlaki açıdan Altınağızlı’yı etkilediğini düşünme-ye sevk ediyor.  Tarihçilerin belirttiğine göre Diyodor çok sağlam çelik gibi asla sarsılmayan bir ahlaka sahipti. Daima sabit bir yüksek dağ gibi gerçeğin yanında olurdu. Başkalarına korku veren bazı hassas durumlarda bile, Valent’in döneminde hristiyanlara karşı yapılan zulümlerde olduğu gibi korkusuzca dururdu.

Bütün şehir korkudan titriyordu. Ama Diyodor korkusuzca bütün evleri dola-şıyor ve müminleri cesaretle imanda sabit durmaya ikna etmek için onları cesaret-lendiriyordu.

İşte bu cesur ahlakla ün salan Altınağızlı hiçbir zaman ümitsizliğe teslim olmadı ve en şiddetli ve tehlikeli düşmanlarının yüzüne gerçeği söylemekten korkmadı.

Altınağızlı Antakya Kilisesi ruhanileri arasında Okuyucu rütbesiyle dört tam yıl hizmet verdi. (370-374). Ve bu süre içinde annesi Ansosa vefat etti.Ve Melatyos’ta sürgüne gönderilince Altınağızlı’nın en büyük terbiye ve en zorlu okula girmesine engel olabilecek kimse kalmadı. Bu da ilk önce Manastırda hatip bazı din adamla-rının yönetiminde girdiği daha sonra yalnız başına uzaklardaki mağaraların birinde girdiği rahiplik okulu idi.Mağaralarda ve çöllerdeki yaşam Altınağızlı’nın eğilimin-de olan okullar olmamasına rağmen o sosyal bir hayatta çalışmayı yalnız kendini ibadete vermeye tercih ederdi. Fakat O, gelecekteki hizmetlerine hazırlık imkânı sağlayacak daha iyi bir yol olarak rahip olmaya karar verdi. Ruhani hizmetlere kendini hazırlayacak olan şahıslar için o zamanın gelenekleri, dinsel tayinden önce birkaç yıl çöllerde yalnız kalmayı mecburi kılardı. Bu rahiplik yaşamı kilise ruha-nileri için en iyi hazırlık okulu olarak kabul edilirdi. Bilindiği gibi dördüncü yüzyı-lın en meşhur kilise pederleri de episkopos olmadan önce birkaç yıllarını rahiplik yaşamında geçirmişlerdi. Bunun için Altınağızlı da sosyal hayatı bu geleneğin kurallarına uymak için terk etti. Ama insanlardan uzaklaşmaya onu mecbur eden başka sebepler de vardı. Pol Alber şöyle diyor: Altınağızlı insanların temsil ettiği bu görünüşten hızla uzaklaştı. Her yerde kaos, karışıklıklar ve ihtilaller hakimdi. Barbarlar çılgın dalgalar misali her yönden ülkeye zulüm ediyorlardı. Hunlar deni-zi aşıp doğuyu kapladılar, içerde din savaşları Kilisenin birliğini parça parça edi-yordu. İznik konsilinin mahkûm ettiği Aryos sapkınlığı şiddetle, krallar Kostans ve Valent’in himayesinde geri döndü ve konsiller toplayarak birçok Ortodoks liderleri sürgün edip yerlerine yeni halefler tayin etti. Bu sebeplerle sürekli ve bazen de kanlı karışıklıklar yaşanıyordu. Antakya da ise Melatyos episkoposluk tahtından indirildi. Doğal olarak barışa gönüllü insanlar bu karışıklıklardan boşluğa kaçışı-yorlardı. Altınağızlı’nın manastırda gizlenmesinin en önemli sebebi Aryos’çuların Ortodokslara uyguladıkları zulümdü. Birçok kilise ruhani liderini kaybetti. Bir kısmı kendi merkezlerinde onlara uygulanan baskı ve şiddetten ve ihanetlerden öldü, bir kısmı hapislere atıldı ve büyük bir kısmı da sürgünler de öldü. Hayatta kalan Ortodoks episkoposlar da bu baskı ve zulümler azaldıktan sonra boş olan liderlikleri ve episkoposluk kürsülerini hak eden episkoposlarla doldurmaya baş-ladı.

Müminler arasında, Altınağızlı ve arkadaşı Basiliyos’un Episkoposluk rütbesine yükselecekleri söylentisi yayıldı. Ve bu söylenti onları Episkoposluk rütbesine tak-dis edecek olan Episkoposun şehre gelmesiyle hızla gerçek olmaya başladı ama on-lar kendilerini, teklif edilen rütbede bu yüce hizmet için yeterli saymadıklarından bu şerefi edinmekten istifa etme kararı aldılar. Onları bu göreve takdis etmek için şehre gelen Episkopos, Basilyos’u ikna etmeyi başardı ve gecikmeden onu bu rüt-beye takdis etti. Altınağızlı ise arkadaşı Basilyos’un başına gelenlerin kendisini de bu görevi kabul etmeye ikna eder korkusuyla şehirden firar edip Orant nehri kena-rında bulunan bir manastıra yerleşmeye karar verdi. Ve bu manastırda tam dört yıl süreyle yaşar (375-378). Daha sonra oruçla ilgili yüce mücadeleleri yaşamak üzere bir mağaraya intikal eder. Gerek manastırda ve gerekse çok zor olan oruçla ilgili mağaradaki zorlu mücadelelerinde ahlakını metanetle ve sebatla terbiye etmeyi tamamladı, daha önce buna benzer şeyleri öğretmeni Diyodor’un şahsında müşa-hede etmişti ama şimdiye kadar henüz böyle bir şeye sahip olamamıştı. Ve burada beşeri kalbin eksikliklerini tanıdı ve beşeriyetin doğasını esaslı bir şekilde kişisel deneyimleriyle ve muhtelif tecrübeler vasıtasıyla öğrendi. Ve burada birçok şeyler-den mahrum olarak yaşaması ve kendine dikkat etmesiyle arzularına karşı zafer kazandı. Bu nedenle kendisi hakkında şunu söyleyebiliyordu: Hiçbir kötülük, ken-disine karşı zafer kazandığım bu kötülükten büyük olamaz. Ve denilebilir ki Altı-nağızlı’nın yaşadığı rahiplik yaşamı, onun çalışmalarına en az hatipliğinin sebep olduğu kadar bir önem ve güven kazandırmıştır. Bunun neticesinde halkın büyük bir kesimi ki bu kesim, çölde rahiplik yaşamı sürenlere karşı olan sevgileriyle tanınmıştı, günah işlemekten titizlikle kaçınmaya başladı.

Altınağızlı’nın ahlaki kemale erişme başarısındaki bu çok önemli rahiplik yaşamı mücadeleleri, onun sağlık durumunda olumsuz etkilere sebep oldu ve şehre dönmeye mecbur etti. Ve o zaman sürgünden dönen Melatyos onu Diyakon rüt-besine yükseltti ve bu rütbede beş tam yıl geçirdi (380-385) Bu hizmetin de, gele-cekteki hizmetlerine iyi bir etkisi ve görünür bir faydası olmuştur. Pol Albert, diya-konluk rütbesinin eski kilisede ne kadar önemli olduğunu belirtir. Diyakon fakir-lere hizmet eder, yardımları dağıtır ve kilise kapılarında gözlemci ve koruyucu olarak bulunurdu. Epispokosta ona birçok işler verirdi. Öyle zor bir görevdi ki her zaman sınırsız bir itaati gerektirirdi. Ama kendi içinde insanı ruhanilik vazifesine ve sevginin vecibelerine en iyi hazırlayan rütbeydi. Kişinin, fakirlere doğal bir dayanak olmasını, sorunlarını incelemeyi ve zorunlu ihtiyaçlarını gözleriyle gör-mesini gerekli kılardı. Bütün bu sorunların sebebinin genelde, zenginlerin açgöz-lülükleri ve sertlikleri ile acıma ve insaftan yoksun hükümetin sıkıştırmaları olduğu bilinir. İşte fakir ve yoksullar, diyakonu, kilisenin hareket ettirdiği somut bir alet gibi görürler. Ve herkes ona teşekkür eder ve bu yoksul insanların sevgi ve bereket konusu olur. Yüreği sevgiyle dolu olan birisi için bundan daha faydalı bir hizmet olamaz. Altınağızlı’nın ruhani reislik hizmetleri hazırlıkları diyakonluk rütbesinde tamamlandı. Ve 386 yılında kırk yaşına basar ve bu zamanda Melatyos’un halefi olan Flafiyan tarafından Antakya Kilisesine papaz olarak takdis edilir. Yukarıda zikredilenden ziyade, Altınağızlı’nın ruhani liderlik hizmetine hazırlanışı ve halkı içinde hristiyanlığın yüce ahlak ilkelerini yaymaya başlaması aşağıdaki gibi özet-lenebilir:

Altınağızlı’nın, hayatın bütün yönlerini ve insanların huylarını vatanında öğren-me imkânı olur. Annesi Ansosa’nın toplumun yüksek tabakasına mensup olması nedeniyle, Altınağızlı bu tabakaya mensup kişiler arasına katılmaya mecburdu. Ve özel bir şekilde bu insanların geleneklerini ve düşünce tarzlarını ve buna benzer şeyleri öğrenme imkânı oldu. Ve eline geçen fırsatlar sayesinde bu insanların ahlaklarını, onların arasına bir avukat olarak katıldığı ve dünyevi bir hayat yaşadığı zamankinden daha iyi bir şekilde öğrendi. Bu meslekte, masum insanları savunan birisi olarak diğer tabakalara mensup olan insanların ihtiyaçlarını ve kazanma yol-larını öğrenme imkânını elde edebilirdi. Zira savunduğu insanlar toplumun değişik sosyal kesimlerinden oluşuyordu. Diyakonluk rütbesinde ve liderlik hizmetlerine hazırlık safhasının sonunda her mertebeden değişik insanları tanıma fırsatı buldu. Ve on iki yıl önce Altınağızlı Yuhanna, putperest olan Libanyos’un okulunda yine putperest arkadaşlar arasında bulunuyordu. Bunların da geleneklerini ve ahlaklarını inceleme fırsatı buldu. Ve aynı zamanda onların dinleri ve bilimleri hakkında da bilgiler edindi. Ruhban sınıfı mensupları arasında ise cemaat pederlerinin yaşamla-rına ait bilgiler elde edebildi. Rahipler arasında da bu hayatı ve hedeflerini inceledi Bütün bunların üzerine, Altınağızlı yalnızca insanların görevlerinde ve çevrelerin-de ki ahlaklarını incelemedi, bizzat kendisi sivil bir insan olarak dağınık fikirleri, rahip olarak keskin ve yalnız bir mahpus, okuyuculuktan papazlığa (Ve sonra Epis-koposluğa) ve Antakya’da büyük zenginlerden, manastıra girmeden önce bütün varlıklarını fakirlere dağıtan bir yoksul olarak hayatın bütün çeşitlerini haber verdi.

Ama Altınağızlı’nın terbiyesi için bütün uygun sebepler oluşmuştu. Şefkatli ve kararlı annesi, sadık ve vefakâr dostu Basiliyos Altınağızlı’nın yumuşak kalbine en iyi etkiyi yapmışlardır. Zeki öğretmeni Libanyos ta geleceğin vaizinin aklını terbi-ye edip hitabet yeteneklerini geliştirdi ve Diyodor da muhtelif teolojik bilgiler ile dimağını zenginleştirdi. Ve aynı zamanda Melatyos’un da ahlaki ilkelere ve gele-cekteki hizmetinin şekline etkisi şüphesizdi.

Çölde yaşamanın çetin şartları ve özbenliği ile mücadelesi iradesini öyle bir kuvvetlendirdi ki ondan mahir bir psikolog yaratıp onu bütün arzu ve şehvetlerin-den özgür kılmıştır.

İradesi, aklı ve yüreğindeki bu meziyetlerle, yaşam ve insanlar ile ilgili bilgisi ile Altınağızlı Yuhanna dini liderlik sahnesinde görünüverdi. Ve sanki gördüğü ve denediği muhtelif insanlar ve durumlar adeta ondan Hristiyanlık ahlakı hususunda etkili ve güçlü bir vaiz yapmak için anlaşmıştı. Ve mücadele sahnesinde bunun için gerekli olan bütün unsurlar, bilgiler ve kişisel saygınlık ile görünmüştü. Altınağızlı geniş hitap gücü ve ender görülen aklı ve bilimsel yetenekleriyle uzun süre geçme-den parladı. Akranları olan Antakya Kilisesi ruhban sınıfı arasında sivrildi ve Antak-ya Episkoposu Flafiyan’ın sağ kolu oldu. Diğer ruhaniler ruhani hizmetler ve dini törenlerle meşgul olurken Altınağızlı özel bir şekilde vaaz işleri ile uğraşıyordu. Çünkü yaşlı olan Antakya Episkoposu kendisinin yerine işlerle ilgilenmek üzere Altınağızlı’yı seçmişti. Ve bu yeni kilise ruhanisi için vaaz işi basit, önemsiz bir iş olmayıp aksine yüreği için en sevimli ve en yakın bir hizmetti. Vaaz doğal bir yetenekti ve Altınağızlı buna karşı gelmek yerine sevgi ve hamaset ile ona sarıldı. Çünkü Altınağızlı vatandaşlarını hararetli bir sevgi ile sevdi. Onların faydaları için verdiği önem onu sürekli onlarla konuşmaya ve onları eğitmeye itiyordu. Ve bir seferinde bir Pazar günü birçok vaazlar vermişti. On iki yıllık ruhani hizmeti süre-since, halkının ahlaki ıslahı için verdiği vaazlardaki hiçbir başarısızlık onu bu yoldan vazgeçirmedi.Ve defalarca Altınağızlı’ya şöyle söylendi: << Nasihat vermeyi bırak, vaazların yeter, seni dinlemek istemiyorlar>> Ama o eskisi gibi nasihatlerini vaaz vermekten daha çok önemsemeye devam etti. Ve kendisine vaazın hiçbir başarı elde etmemesi ve dinleyicileri arasında sözlerine dikkat edenin olmamasının mümkün olmadığı görünüyordu. Ve nasihat verdiği insanlara şöyle cevap verirdi: << Bu çok-lukta serpilen tohumların ürün vermemesi mümkün değildir. Eğer herkes olmasa bile bazıları veya en az biri duyuyordu, bu beni teselliye yeter.>> Halkının ahlaki ıslahı ve terbiyesi için elinde mevcut olan her değerli şeyi feda ediyordu. Zamanı, sağlığı, gücü ve yaşamı onun deyişi ile kendisi için yalnız bu hedefleri gerçekleştirmek açısından değerliydi.

Şimdi ise Altınağızlı’nın çağdaşı olan Antakyalıları ve onlara karşı koymasına sebep olan durumları tanıyalım. Eksiklerini, kötülüklerini ve sapkınlıklarını ortaya koyalım ve bu eksiklikleri ve sapkınlıkları gidermede ve onları temiz Hristiyanlık faziletlerine döndürmede kullandığı vasıtaları görelim. Dördüncü asrın ikinci yarı-sında Antakya halkının en önemli eksikliklerinden biri, Yahudilik ve putperestliğe ve hurafe geleneklere olan eğilimleriydi. Ve özellikle putperest bayramlara ve inanç-lar ve sembollere ve kötümserliklere ve eskiden kalma durumlara olan eğilimlerdir. Bu Yahudi- Putperest gelenekler Antakya hristiyanları arasında güçlü bir şekilde yayılmıştı. Sebepleri ise çok ve çeşitlidir.Bunların ilki şüphesiz, Kostantin tarafından hristiyanlığa yaşama hakkı verilen zaman ile Altınağızlı Yuhanna’nın liderlik saha-sında görüldüğü zaman arasında geçen süredir. Birkaç on yıl hristiyanların büyük bir kesiminin zihinlerine ve yaşamlarına gerçek Hristiyanlık ilkelerini yerleştirmek için yeterli bir süre değildi. Buna ek olarak Yahudi ve Putperestlerden birçoğu Hristiyan-lık inancının hâkim olduğu ve yöneticilerin de bu inanca girdiklerini görünce, bireyler ve topluluklar olarak bu yeni inanca girmeye başladılar. Bundan amaç doğru bir inanca girmekten ziyade dünyevi yararlar elde etmek idi. Ve gerçek iman ile hristiyanlığı kabul edenler ise az sayıdaydı. Ve bir kısmı hükümetin merhametini elde edebilmek, ellerindeki işleri kaybetmemek korkusuyla ve başkaları da vazife-lerinde yükselmek ve iltifat sağlamak ve bazıları da yalnız kendileri için hala kaba köylüler dini olarak bilinen diyanetle hüküm veriyorlar ve geri kalmışlar denmesin diye hristiyanlığı kabul ettiler. Bazıları da öğrenmek için veya başkalarını örnek aldıkları için bu dine girdiler. Bu nedenle, bu Hristiyanlar yalnızca hristiyan ismi ile süsleniyor veya bu isim ile örtünüyorlardı. Ama gerçekte bunlar hala eski mensup oldukları dinleri düşünüyor ve onları yaşatıyorlardı. Ve yalnızca görünüş olarak hristiyan görünme ile yetiniyorlardı. Ve bazıları bu görüntüleri aşağılıyordu ama hakaretlerini çeşitli sebeplerle gizliyorlardı. Bu nedenlerle bunların birçoğunun yeni inançla ilgili görüşlerini değiştirmesi ve eski gelenek ve adetlerden vazgeçip bırak-ması uzun zaman gerektiriyordu. Ve insanların doğru bir şekilde terbiye edilmesi ve eski inanç ve geleneklerini yeni bir inanç sistemi ve adetlerle değiştirmesi Ahlaki Vaazlar esnasında büyük çabalar gerektiriyordu. Bu çağdaki vaizlerde ise eksik olan hususta buydu. Zira büyük bir çoğunluğu dinsel ve teolojik mücadelelerle uğraşmayı insanların genel ihtiyaçlarıyla uğraşmaya yeğlemişti. Hristiyanlığa yeni giren insanların zihinlerinden eski yerleşik Yahudi ve Putperest adetleri silmek Hristiyan-lık için zor bir işti. Çünkü bunlar, taraftarlarının şahsiyetinde canlı örnekleri olan ve sayıları Antakya halkının yarısı olarak takdir edilirdi. Ve bu canlı örnekleri ile de hristiyanlara yakın geçmişlerini hatırlatıyordu. Ve bunu sevilen geçmiş olarak da adlandırabiliriz. Çünkü bu yeni hristiyanlar bu hatıraların tekrar canlanması ve onlara yeniden dönülmesi ve hristiyanların zihinlerinde tekrar hareketlenmesi için her yolu deniyorlardı. Ve bütün bunlara ek olarak, din değiştirmiş olan Julyanos’un putperestliği savunan ve Altınağızlı’nın papazlık rütbesini almadan birkaç yıl önce, putperestliği yenilemek amacıyla ismen hristiyan olanlara, Hristiyanlık üzerine put-perestliğin hâkim olacağı bir devrim yapma ümit ve düşüncesi için fırsat verdiğini de ilave etmek lazımdır. Ve özel bir şekilde o zamanın putperestliği, taraftarlarından bazı âlimlerin gayretleri ile sanki bir yenilenme çağına başlıyor gibi göründü. Ger-çekte görünende bu oldu. Mutlu bir ömür süren bir dinin son nefesi ruhla birlikte verilen son nefese benziyordu. Bu sayısız sebepler nedeniyle hristiyan toplulukları ve özellikle de Antakya hristiyanları içinde dördüncü yüzyılım ikinci yarısında sadık bir hristiyan yaşamı süren insanlar bulmak zordu. Ve bundan da zor olan gerçek bir hristiyan yaşamı süren insanlar bulmaktı. Ve denebilir ki miladi dördüncü yüzyıl hristiyanlığın zaferinin altın çağıdır. Hristiyanlık bilgisinin yayılması kilise pederle-rinin çalışmalarıyla ün aldı. Ama bu çağı, hristiyanların büyük bir kesiminin yaşamı açısından altın çağ olarak adlandıramayız. Birçoğu Hristiyanlık dinine girdi ama eskisi gibi putperest törenlere ve ibadet türlerine katılmayı, putperest yürüyüşlere, putperestlerle birlikte yürümeye ve onların bayramlarını kutlamaya devam ediyorlar-dı. Ve hepsi de putperest adetlere âşık idiler. Ve bazıları da Yahudi dinine aynı şeyleri yapıyorlardı.

Altınağızlı’nın, Antakya ahalisine yaptığı vaazlar, hristiyanların, Yahudi ve putperest adetlere olan şiddetli bağlılıkları açısından açık bir tanıklık etmektedir. Çağdaşı olan ve putperest asıldan gelen hristiyanlar sadece putperest heykellere olan saygıyı gizlemeyi değil, hatta içinde ne bir put ve ne de meşhur gelecekten haber veren bir ilah kalmamış, yalnızca çıplak duvarlara ve yanık sütunlara sahip ve Antakya yakınındaki mezarında bulunan Apollon heykeline bile olan saygıyı terk edememişlerdi. Birçok hristiyan putperestlerle birlikte belirli zamanlarda bu mekâna gelirlerdi. Henüz unutulmamış adetler gereğince, bu mekânı çevreleyen yüce onura ulaşmak gayesiyle oradaki bedensel sevinçlere teslim olurlardı. Peki, şehit Papilanın heykelinin mezarında bulunuşu ve putperest heykelin yakılış mucizesinin anısı birçoğunun gidişatlarını iyileştirmeye ve günahtan sakınmaya yöneltiyordu. Oysa hristiyanların bu putperest heykeli ziyaret etmeleri ise onların eski dinlerine olan bağlılıklarının gelişmesine sebep oluyordu. Altınağızlı’nın görüşü ve tanıklığı bu yöndeydi. Ve bunun doğruluğunun en parlak kanıtını, Altınağızlı’nın yeni yıl va-azında buluyoruz.Her şeyden önce şunu belirtelim ki hristiyanlar tanrıça Yanos’un anısına evlerinin kapılarını çiçek çelenklerle süslerlerdi. Bu tanrıçaya göksel kapıla-rın bekçisi olarak tapınırlardı. Bu davranışlarla dualarının Allaha ulaşmasını sağ-laması için ona yaranırlardı. Ve bunu bilinçsiz bir şekilde yapmıyorlardı. Çünkü putperestliğe olan yeminleri henüz yakındı. Ve bu süsün tanrıça Yanos için yapıldı-ğını biliyorlardı. Ve putperestler yeni yılın ilk gününü tanrıçayı razı etmek için şenlikler ve törenlerle geçirirlerdi ki tanrıça Yanos bütün yıl boyunca onlara diğer tanrıların iyiliklerini ve merhametlerini göndersin. Çünkü diğer tanrılar ve aralarında Jüpiter de dâhil olmak üzere gökten inemiyorlardı. Ve gökler kapısı bekçisinin bilgisi olmadan insanlara iyilikler ve hayırlar gönderemiyorlardı. Ve putperestlerin bu misali üzerine, hristiyanlarda kadın ve erkekler olarak evlerde ve şehir alanların-da ve çoğunlukla hanlarda bu gösterilere katılıyor geceyi sabaha kadar eğlenceleri ile ve onu takip eden çirkin ve arzu edilmeyen sonuçlarla geçiriyorlardı. Bununla birlik-te hristiyanlar yılbaşında çeşitli oyunlar yapıyor ve putperestlerin yaptığı gibi gele-cekle ilgili mutluluklara ait müneccimlik faaliyetleri de yapıyorlardı.

Bu sıralarda Aziz Yuhanna henüz vaftiz olmamıştı. Çünkü o asırda insanlar, günümüzde olduğu gibi değil aksine kendi tam kanaatine göre iman ederek vaftiz olurlardı. İşte Yuhanna bu adet üzerine kendini henüz olgunlaşmamış olarak gördü-ğünden, yirmi ikili yaşlarında vaftiz sırrını kabul etmişti. Ve bu yaşa kadar bütün dikkatlerini, Mesih’in öğretilerine ve onun yüce ve kutsal hedeflerini kabullenmeye yöneltmişti.

Bu dönemde şartlar Altınağızlıya, Hristiyanlık inancının gerçekliği ve kutsallığı-nın tespiti konusunda yardımcı oldu. Çünkü Altınağızlı, vatanı Antakya’da dönme imparator Yulyanos’un sebep olduğu şiddetli zulmün etkisini gözleriyle gördü. Ayrıca bu imparator putperestliğin yeniden yükselmesine ve hristiyanlığın gözden düşürülüp boğulması için gayretlerini buna yoğunlaştırmıştı. Ve bunun için dikkatle-rini hristiyanlığın kalesi ve büyük merkezi olan Antakya’ya çevirdi. Yulyanos bizzat Antakya’ya geldi ve hemen geçmişte büyük bir şöhret kazanmış olan Apollon heykeline gitti. Ve bu heykeli boş görünce çok sinirlendi ve gazaba geldi. Ve onu orada yaşlı bir kâhin karşıladı. Ve orada başka tapınanlar ve kurban sunanlar olma-dığı için kendi özel kazını, imparatorun gelişi şerefine Apollon’a sundu. Ama Apol-lon heykelinin yakınında aziz şehit Papila adına bina edilmiş ve temelinde bu azizin kemiklerinin gömülü olduğu bir kilise vardı ve burası her zaman mümin kalabalık-larla dolardı. İmparator Yulyanos, son derece kızgınlığıyla Apollon heykelinin eski görkemine tekrar kavuşturulmasını ve Aziz Papila kilisesinin kapatılıp azizin kemik-lerinin oradan çıkarılmasını emretti. Hristiyanlar ise bu emre uyup Aziz Papila’nın cesedini törenle çıkardılar. Bu durum ise Yulyanos’un daha çok gazaba gelmesine yol açtı ve putperest askerlerinin hristiyanları ayırıp dövmelerini, işkence yapma-larını ve hakaret etmelerini emretti.

Tarihçilerin tanıklık ettiklerine göre askerler hristiyanlara işkence yapıp döverler-ken, garip bir olay meydana geliyor. Yulyanos’un uğruna çok çabalar sarf ettiği Apollon heykelinin üzerine bir yıldırım düşer ve onu yakar. Bu mucizevî olay hristi-yanların cesaretlerini ve imanlarını güçlendirir. Ve Yulyanos’un sapkınlığını da arttı-rır. Bütün bu açık delillere rağmen, Apollon heykelini hristiyanların yaktığını ilan ederek onların üzerine gazabını yağdırıp zulümlerini vahşice arttırdı ve hristiyanla-rın Antakya’da bulunan büyük kiliselerinin kapatılması emrini verdi. Ve kilisenin kâhini yaşlı aziz Tiyodoritos’u şehit etti. Ve Yulyanos bununla yetinmeyerek impa-ratorluğun her yerindeki hristiyanlara zulüm yapılmasını emretti. Ve ayrıca onları ağır vergilerle yıpratmaya ve bütün tapınaklarını yıkmaya ve mülklerini ellerinden almaya başladı. Din adamlarını idam etti ve birçoğunu sürgüne gönderdi. Putperest-liğe geçenlere ise iltifatlar ve hediyeler yağdırıyordu. Eski putperest tapınakların açılmasını ve güzelleştirilmesini ve ayrıca Kudüs’teki Yahudi tapınağının tekrar inşa edilmesini emretti. Ve hristiyanların inlemeleri ve şikâyetleri üzerine de meşhur sözünü söylüyordu:<< Eğer bir putperest on tane Galileli öldürürse bunda ne zarar var>> Ancak Yulyanos’un ve putperestliğin yapmış olduğu zulümlerin neticesi bilindiği gibi hristiyanların zaferi ve büyümesine dönüşmüştü ve Yulyanos bu sonu-cu büyük bir korkuyla bilmekte olduğu halde ömrünün son nefesine kadar tövbeden uzak bir inatçı putperest olarak kaldı. Hamlelerinden birinde, hristiyanlığı yok ede-mediği için ölümcül bir yaraya tutulur. Ve ölümün sarhoşluğunu tedavi ederken, güçsüzlüğün heyecanı içinde güneşi pisliklere gömen aciz bir insan misali son nefe-sinde şu meşhur cümleyi söyledi.

<< Beni yendin ey Galile’li>>

Bu korkunç ve kanlı manzara Altınağızlı’nın gözleri önünden geçer ve o henüz gençliğinin baharında. İnsan etkilenmenin şiddetli olduğu dönemde, insanların acı-larını hisseder ve zulümü bilir. Ve bu korkunç günlerde hristiyan Antakya ahalisinin çektiği zulme üzülüyordu. Ve bütün korkularını ve tedirginliklerini onlarla paylaştı, Yulyan’ın emriyle kutsal imanları nedeniyle şehit edilenlerin definlerine katıldı. Ve kafaları kesilen şehitler için hristiyanlarla birlikte acı gözyaşları döktü. Bütün bunlar Yuhanna için tatbiki bir okul gibiydi. Ve bu okulda gelişti ve bu büyük hristiyanın ruhu güçlendi.

Yuhanna derslerini bitirince avukatlık mesleğine katıldı. Çünkü bu meslek o zamanın modası olmasından ziyade kazanç sağlayan bir uğraştı. İmtiyazlı yüksek tabaka mensubu olan birinin, ülkede yüce vazifelerin yolunu açan bu meslekte şansını denememesi çok nadir görülen bir şeydi. Çünkü konuşma sanatının sahip olduğu mertebe diğer bütün mertebelerden daha muteber ve yüksekti.

Hatip ve parlak yeteneklere sahip olan Yuhanna avukatlık mesleğinde onur, kazanç ve bütün akranları arasında kendisine ilerleme sağlamayı bekliyordu. Fakat Yuhanna’nın tanışmak zorunda kaldığı hayatın içindeki fırtınalar, çalkantılar ve değişiklikler ile avukatlık mesleğinin gereği olarak içinde yaşamak zorunda kaldığı bozulmuş, fesat, zulüm ve çirkinliklerle dolu olan ortam Yuhanna’nın içine sinme-miş ve onu razı etmemişti. Evet, Yuhanna mesleği sayesinde insan yüreğinin eksik-liklerine yaklaşmayı en ince noktasına kadar öğrenmiş. Suç işlemeye olan eğilime ait uğraşları ise, gelecekte Yuhanna’nın bir ruhsal tabip olarak beşeriyetin bozulan ah-lakını tedavi etmekte çok yararlandığı bir alan olacaktır. Toplu olarak bütün bu olumsuzluklar Yuhanna’nın kalbini tam bir tecrübe ve sağlam bir inanç sonunda ibadetle doldurdu. Ve dikkatini başka bir yöne çevirmesini sağladı, o yönde başka bir vazife onu davet ediyordu. Ve derhal annesine bu dünyayı terk edip manastıra girmeye kararlı olduğunu bildirdi. Bu haber Ansosa’nın üzerine bir yıldırım gibi düştü ve biricik oğlunun bu ayrılığını bir türlü düşünemez oldu. Ve onu ölümüne kadar kendisinden ayrılmaması için ikna etmeye başladı. Ve işte Yuhanna’nın yaz-mış olduğu kitaplardan birindeki sözleri: << Ve annem benim bu konudaki kararlılı-ğımı öğrenince ellerimi tuttu ve onları gözyaşları ile ıslattı ve bu gözyaşlarından daha şiddetli sözlerle bana şöyle sesleniyordu: Bu dünyada beni ikinci bir defa daha dul yapma ve nefsimi bir musibetle daha ikaz etme, ölümümü bekle, bedenimi top-rağa koyduktan sonra, Allah’ın izniyle eğilimlerin seni nereye çağırırsa oraya git. Ama ben hayatta olduğum sürece benimle kal ve sana karşı hiçbir yanlışı olmayan annene acı verme ve bununla da Allah’ın gazabını üzerine çekme.>>

Seven ve vefakâr bir evlat olan Yuhanna annesinin sözünü tuttu ve onu yalnız bırakmadı ve bu yaşamda terk etmedi. Ancak o bu âlemde olduğu halde sanki onun dışındaymış gibi yaşamayı başarabildi.Ve bu esnada Yuhanna vaftiz oldu, ve avukat-lık mesleğinden vazgeçti, ve nefsini terbiye etmeye ve tanrı sözlerini öğrenmede derinlere inerek onun özünün gerçeğini anlamaya başladı. Ve kilisede dualara devam ediyor ve okuyucu rütbesinin bütün görevlerini üstleniyordu. Ve aynı zamanda özel hayatında ibadet eylemlerine ve kendi özbenliğini inkâr etmenin pratiklerini yapıyor-du. Ve kendi kendine susma ve konuşmamayı farz edindi. Yani mümkün olduğu kadar konuşmamaya başladı.

Ve bu şekilde, Yuhanna kademeli olarak bu âlemden ve bu çağdan büyük bir rağbetle özgürleşmeye başladı. Çünkü Yuhanna’nın yaşadığı asır, her gerçek hristi-yanın ve onurlu bir vatanseverin içini yakacak şeylerle doluydu. Ülkenin değişik kesimlerinde düzende sürekli bozulmalar ve ayaklanmalar meydana geliyordu. Ve her yerde anarşi yayılıyor ve genişliyordu. Muhtelif dinlerden ve elemanlardan olu-şan ordunun komutanları çoğunlukla kanlı iç savaşları kışkırtıyor, krallık tahtını sarsıyor ve bazıları ise bunun sonunda o tahta oturuyordu. Ve dönme olan Yulyanos buna benzer bir yöntemle tahta oturur. Dışarıdan ise imparatorluk Frenkler Got’lar ve Hun’ların barbar saldırılarına maruz kalıyordu. Ve kilisede sükûnet ve barış ol-muyordu. Örneğin Roma da iki kişi taht uğruna düşmanca davranmaya ve çarpış-maya başladılar. Daniyer ve Orsin adlı bu şahıslar Roma’da kanlı bir iç savaş başlat-tılar. İznik konsilinde mahkûm edilen Aryosizm ülkede gittikçe gelişip yayılmaya ve dalgalarıyla Ortodoks Kilisesini batırmakla tehdit etmeye başladı. Kralların kendileri de örneğin Konstans ve ondan sonra gelen Valent Aryosizm taraftarıydı ve Ortodoks lar bu dönemde şiddetli baskılara ve kanlı zulümlere maruz kaldılar. Ve bu sapkınlık Antakya’da öyle bir şekilde yayıldı ki Ortodokslar evlerinde mahsur kalmaya mec-bur oldular. Yuhanna’nın özel bir şekilde manen çok bağlı olduğu Antakya’nın yaşlı Episkopos’u Melatyos dahi defalarca sürgüne mahkûm oldu.

Bu rahatsız edici dönemde Antakya yörelerinde öyle dürüst episkoposlar vardı ki bütün güçleriyle Ortodoksluğu savunuyorlardı. Bütün dikkatlerini, genç bir okuyucu olan Yuhanna’da gelişen ruhsal kuvvete yöneltmişlerdi. Onunla ilgili yetenekler ve ruhani yaşamı hakkında birçok bilgiyi haber edinmişlerdi. Yaşının küçük olmasına bakmadan onu episkopos olarak tayin etmeyi düşündüler. Yuhanna bu durumu haber alınca tarif edilmez bir şaşkınlığa ve coşkuya kapıldı. Zira kilise hizmeti onu anlayı-şında o derece kutsal ve yüce bir görevdi ki episkoposluk görevini yüklenmeyi düşü-nemiyordu. O bu konu ile mecburiyet ve hazırlanma durumunda iken, henüz yaşlı-lığa erişmemiş olan annesinin ölümünün acısıyla karşılaşır ve ona acı bir şekilde ağlar. Ve ilahi inayet, ki Yuhanna’nın dürüst ve iyi annesi Ansosa’da bunun böyle olmasını temenni etmişti, oğlunun onu cezbeden bu yolda önünün açılmasını ve arzusu olan Haç’ı taşıma imkanını vermişti. Ve Yuhanna özgür kalınca onu bu dün-yaya bağlayan bir şey kalmadığından süratle ve arzusuyla bu âlemden uzaklaştı ki yukarıda zikredilen episkoposlar onun bu durumunu fark edip onu arzu ettikleri makama tayin etmeye zorlamasınlar. Genç, ateşli ve ibadeti ve faziletiyle bilinen arkadaşı Basiliyos’un aynı şekilde episkoposluk görevini kabullenmeye zorlandığını da görmüştü. Ansızın Yuhanna Antakya’dan yok oldu ve bu dürüst arkadaşı Basili-yos’tan ani ve özel bir şekilde çölde gizlendi. Amacı küçük bir engel dahi olmadan kendini bütünüyle Allah’a vermek ve kutsallık yolunda gelişip kemale ermekti.

Antakya’nın karşı tarafında, ufuklardaki bulutta sonu göz bakışıyla idrak edile-meyen sıradağlar yer alıyordu. Bu dağların zirvesinde çıplak tepeler ve bunları kesen derin vadiler vardı. Bu vadilerin bazı yerleri sık ağaçlıklarla örtülüydü. Bu dağların arasında büyük ve küçük manastırlar yer alıyordu. Bu manastırlarda Mesih’e iman etmiş, yalnızlığı seven ve Hristiyanlığın ilk çağlarında artmakta olan zulümden kaçanlar yaşamaktaydı. Ve Yuhanna da bu manastırlardan birine yerleşir. Gençliğini refah ve nazlı olarak geçirmiş birisi için bu hayatın ne kadar zor ve meşakkatli olduğunu tasavvur edebilirsiniz. Çünkü böyle bir yaşam sürekli bir mücadele ve yorgunluğu gerektirirdi. Ve Yuhanna kendisinin bu yaşamı için şöyle der: Gecenin yarısında rahipler ibadet ve mezmurları terennüm etmek için kalkarlar, gündoğu-mundan önce biraz dinlenir. Ve gün esnasında dua etmek için dört kez bir araya gelirler. Üçüncü saatte, altıncı saatte, dokuzuncu saatte ve akşam duasında. İbadetin olmadığı sürelerde rahipler kutsal kitaplar ve nüshalarının okunup bilgi edinilmesi ve yaşam için gerekli diğer bütün işlerin, örneğin odun kesilmesi, su taşınması ve benzeri hizmetleri tamamlarlardı. Giyimleri hayvan derilerinden ve deve yününden dokunmuş kalın kumaştandı. Ayaklarına çarık giymezlerdi. Yerde veya çıplak tahta-lar üzerinde yatarlardı. Ve günde bir öğün yemek yerlerdi. Yiyecekleri ekmek, su ve bazen de hububat idi. Ve bu şekilde Yuhanna dört tam yıl yaşadı.

Yuhanna, genel hizmetlerle ilgili görevini yerine getirirken dini hizmetlere ilişkin çalışmalarını kesintisiz olarak sürdürüyor. Bu yalnızlık süresince teoloji ve ahlak konusundaki parlak hizmetlerini başlattı ve muhteşem kitaplarından bazılarını bitir-di. Mesela Kâhinlik hizmetlerindeki altı vaazı buna örnek gösterebiliriz. Ve episko-posluk rütbesini kabul etmekten kaçınmadaki haklılığını açıkladığı vaazlarında bu rütbenin büyüklüğünü ve kutsallığını ve bu rütbeyi taşıyan kişiye yüklenen büyük sorumluluğu tasvir eder. Bu konuda her yönü derinlemesine acındırarak ve sıradan-lığı aşan bir merhametle ikna olmayı sağladı. Ve bu kitap bugüne kadar kaldı ve bundan sonra da sonsuza kadar içerdiği nasihatler, yol göstericilik ve ahlaki kurallar açısından her hristiyan kâhin için daha güzel, daha kararlı ve daha yapıcı bir eser olarak kalacaktır.

Yuhanna manastırda ayrıca rahipliği savunan üç kitap daha yazdı. Bu kitapları, Aryosizm salgınına tutulup Ortodoksluğun en güçlü dayanağı olarak rahiplerin oldu-ğu hissine kapılan imparator Valent’in reva gördüğü şiddetli zulümler için yazmıştır. İmparator rahiplerin yakalanıp hapislere atılmalarını emretti. Ve bu eylem, siviller çevresinde iyi oluyor düşüncesine sahip guruplar buldu. Ve bu Aryosizm taraftarı imparator’un etkisiyle de rahipliğin gayesi ve hedefleri hususunda mücadeleler baş-ladı ve birçok taraftan manastırların kapanması ve yok edilmesi konusunda fikirler ortaya çıkmaya başladı. Bu ve benzeri sebeplerle Yuhanna <<Kralın rahiple karşılaş-ması>> kitabını yazmıştır. Bu kitap Yuhanna’nın rahiplik hayatına, içinde bulunan sevgi ve etkinin yansımalarını tasvir ettiği bir kitaptır. Rahiplik hayatının, diğer bütün mesleklerden ve durumlardan daha mutlu ve daha yüce ve hatta krallık hayatı-na bile tercih edilebilecek bir yaşam biçimi olduğunu kanıtlamaktadır. Yeryüzünde rahiplikten daha yüce bir durum var mıdır? Diye soruyor Altınağızlı. Ve büyük bir heyecanla cevap veriyor: Yok, yok hatta krallık hayatı bile. Kral kendi için değil ona tabii olanlar içindir. Binlerce görev onu kendiyle ilgilenmekten alıkoyuyor, binlerce karışıklıklar onu yoruyor, binlerce tecrübe onu düşünmeye maruz bırakıyor. Rahip ise bütün bu batıl ve başkalarının yaşamlarını meşgul eden durumlardan kendini özgür kılmıştır. Zira akrabası yok, ailesi yok, malı mülkü yok bu nedenle yalnızca Allah için ve kendi kurtuluşu için yaşar. Yuhanna’nın sivil arkadaşlarına manastır-dan yazıp gönderdiği birçok mektuplar bize kadar ulaştı. Ve bu yazılar muhtelif teolojik konulara ait araştırmaları içerir. Mesela bunlardan meşhur olan biri Stilif-yos’a yazmış olduğu ve yeni hayatını anlattığı mektuptur. Yukarıda anılan kitabında olduğu gibi Yuhanna burada rahiplik hayatının üstünlüğünü ve kutsallığını izah eder. Ve bunun gibi ünlü olan diğer bir yazısı da Dimitrios’a yazdığıdır. Burada da Yuhanna’nın, kurtarıcımızın dağdaki vaazında belirttiği hedefleri içeren ve insan-ların yaşamlarıyla ihanet edip karıştırdıkları ulvi Hristiyanlık yaşamına ilişkin daima mücadeleyi yücelten ve dostlarının yüreğinde bunu sabit eylemeye yönelik çalış-maları yer almaktadır.

Bütün yüreğiyle ve şiddetli bir hamaset ve canlılıkla kendini teslim ettiği manas-tır yaşamı artık Yuhanna’yı razı etmiyordu. Manastırda geçen dört yıllık yaşamdan sonra uzak bir dağa intikal etti. Ve bu dağlarda derin bir mağara arayışına girerek orada dünyadan uzak ve mahpus bir rahiplik hayatı geçirdi ve zorlu görevleri tamamladı. Hiçbir insan sesi duymadığı bu rahiplik yaşamında yine hiçbir insanın aklına gelmeyecek çok zor kuralları kendine uygulayarak, mağarasının yakınında bulabildiği otlar ve benzeri şeylerle besleniyordu. Bu şartlarda Yuhanna dağlarda daima ibadetle ve bireysel ümitlerle iki yıl yaşadı. Oruç ve mücadele ile geçen bu altı yıllık sürede Yuhanna ilahi kuralları düşünüyor ve kendi öz benliğini araştırı-yordu. Bu sayede, Allah’ın kelamını anlamada esaslı bir ilim ve Hristiyanlık inancı ile ilgili sarsılmaz bir iman ve beşeri yürekleri anlamada derin ve müthiş bir bilgi edindi, öyle ki sanki kendi öz varlığının derinliklerine kadar indi. Bütün bunlar, birçok insanın girmeyi arzuladığı yüksek bir okul mertebesindeydi, müthiş bir âlim, güçlü ahlaki lider ve insanların yüreklerinin ve özlerinin sahibi Altınağızlı’nın insani kimliğini bütün bunlar terbiye etmiştir.

Yuhanna için yaşamı bu şekilde sürdürmek ve kendini bu taş mezara gömüp meçhul birisi olarak göçüp gitmek mümkündü. Ama yüce tanrı, bütün beşeriyeti parlayan meşalesiyle aydınlatan bu şahsı ilan edip göstermeyi istedi. Zira o doğal yetenekler yüksek bilgiler ile donanmış ve sınırı aşan oruç mücadeleleri ile temizlen-miş biriydi. Aklın bundan daha zor ve ağır olanını düşünemediği mücadeleler ile mahrumiyetler Yuhanna’nın sağlığını yıktı ve çok zayıf bir duruma düştü. Normal olmayan beslenme nedeniyle midesi zayıfladı ve mağaradaki rutubetten dolayı vücu-dunda ağrılar oluştu. Ve sonunda felç olacak duruma geldi. Ve nihayet 380 yılının sonunda Yuhanna bu mutlu yalnızlık hayatından kaçıp vatanı Antakya’ya dönmek zorunda kaldı. Ve burada doğal yaşam şartları sayesinde süratle sağlığı düzeldi. Yalnızlığı çok sevmesine rağmen artık o yaşama dönmedi ve sanki ilahi inayetin kendisine neler sakladığını anlamıştı. İnsanlarla kaynayan bu şehir içerisinde Yu-hanna, insanın kendi kendisine ve onu yaratana karşı olan görevlerinden başka, yakınlarıyla olan ilişkilerinde görevleri olduğunu hissetmişti. Ve bunun için kitabın-da rahiplikten önce şu sözleri boşuna yazmadı:

Rahiplik insanlardan en iyi olanını cezp etmemeli ki, beşeriyetin büyük kesimi onların iyi etkilerinden mahrum olmasın. Yalnız şehirlerde yaşayanların buradan göç etmemesi zaruri değildir. Çöllerde rahiplik hayatı sürenlerin şehirlere gelip kötülük-lerin ve eksikliklerin yayılmasını etkileriyle önlemeleri gerekir. Ve şimdi ise Yuhanna’nın yüreğine, hristiyan olan birini, bundan daha az önemli olmayan ve kendi nefsiyle olandan daha az mücadele istemeyen bir görevin beklediği korkusu yerleşti. Bu da yakınının çıkarı için kendini inkâr etme görevidir. Ve bu andan itibaren Yuhanna kendini bu yeni mücadele türü için adadı. Yani başkasına hizmet mücadelesi. Ve bu hizmetler onu öyle acı belalara götürdü ki fakat kendisi hristiyan-lık âlemine değeri biçilmez yararlar sundu ve bununla Altınağızlı’nın adı sonsuza dek yücelikle ölümsüzleşti. Daha önce kutsal ve onurlu episkoposluk rütbesinden kaçınan bu şahıs şimdi ise doğru insan Antakya Episkoposu Melatyos’un teklifiyle Antakya kilisesinde mütevazı Diyakonluk rütbesini kuşanmak için boynunu itaatle eğdi. Ve bu rütbe ile beş yıl hizmet etti. Gayretle ve kendini inkârla bu görevin gereklerini yerine getiriyordu. Günlük hizmetlere katılıyor, Kilisenin ve kilisede yapılan dinsel toplantıların düzenine münazara ediyordu. Çok zorluğu olan ve dikkat isteyen kilise yardımları faaliyetlerini yükleniyordu. Yani Yuhanna fakirleri ve hastaları araştırıyor ve onları ziyaret ediyor, onların yoksulluklarının yükünü hafif-letiyor ve muhtaç olanlara maddi yardım hizmetleri götürüyordu. Ve Allahın müba-rek eylediği bu tür onurlu hizmetler Yuhanna için ahlakını zengin bir şekilde terbiye eden ve büyük kişiliğini ruhsal yönden tamamlayan bir hazine değerindeydi. Çünkü bundan önce uzunca yaşamış olduğu yalnızlık, bütün düşüncelerini yalnızca kendini kurtarma amacına yöneltebilirdi. Ve beklide insanlara olan sevgi nurunu zayıflata-bilir ve temiz kalbinin hararetinden bir şey söndürebilir ve yakınının acılarına ve ihtiyaçlarına olan ihtimamını azaltabilirdi. Zira eğer yakınını görmüyorsan onu ve ümitsizliklerini unuta bilirsin. Ama diyakonluk görevi Yuhanna’nın önüne insanların acıları ve sorunlarından canlı bir görüntü koydu. İnsanların acılarına bakmak ağır ve sevilmeyen bir durumdur. Ama mademki acılar yeryüzünde devamlı olarak mevcut, kim olursa olsun her insan için onlara bakmak yararlı ve terbiye edicidir. Başkaları-nın musibetleri ve gözyaşları etkilenmemeyi ve aldırmazlığı aşar ve hatta kuru gönüllerin derinliklerinde iyi duygular ve onurlu gayretler yaratır, yüreği yumuşatır ve canlandırır ve onu kendini inkâra ve fedakârlığa yöneltir. O halde Yuhanna’nın gözleri önüne serilen ve insanların acılarıyla dolu feci manzaranın onun hassas gönlünde oluşturduğu etkiyi açıklamaya gerek yok. Her halükarda bilindiği gibi, Diyakon Yuhanna’nın fakir ve yoksullara vermiş olduğu ilk kurul onun arta kalan kendi mallarındandı. Hâlbuki Yuhanna geliri çok olan bir vazifeye mensuptu ve isteseydi kendine büyük servetler edinirdi. Oysa kendisi çölde yaşadığı yıllardaki âdeti üzere, şimdiki işinden hiçbir gelir elde etmiyor ve kendine hiç bir şey bırakmı-yor, aksine sahip olduğu her şeyi fakirlere dağıtıyordu ve kendisi en yoksul birisi olarak kaldı. Diyakon olarak Yuhanna’ya vaaz verme hakkı tanınmadığı için devam eden görevi içerisinde, nasihat ve teselli edilmeye ve cesaretlendirilmeye muhtaç olanlar için mektuplar yazmaya geniş bir vakit buluyordu. Bu arada tanrının inayeti ile sıkıntılı bir ruhsal durumda bulunan Estağir adlı bir dostuna üç kitap yazdı. Bu kitaplar, insan yaşamında tanrısal inayetin izin verdiği acı ve ızdırapların manasına ilişkin uzun ve değerli bir tanrısal yorumu içeriyordu. Daha sonra Yuhanna, sevgili eşini kaybetmiş genç dul bir bayana teselli kitabı yazdı. Bu kitap ile bakirelik konu-sunu içeren diğer bir kitap, pederlerin meşhur kitapları arasında sayılır. Bu kitaplar Hristiyanlıkta bakireliği ve iffetli bir dul olmanın değerini metheden güzel ve sevin-dirici ezgilere benziyordu. Bu dönemde Yuhanna savunma amaçlı bir kitap daha yazdı. <<Yulyanos ve Putperestliğe karşı Aziz Babila hakkında kitap>>. Bu kitapta, Antakya Episkoposu olan şehit Aziz Babila’nın hayatını duru bir dil ile anlatmakta-dır. Aynı kitapta Yulyanos’un hristiyanlara uyguladığı zulümlerden aklında kalanla-rı da tarihçe şeklinde açıklamaktadır.

386 yılında kırk yaşlarına gelince papazlık rütbesine yükseldi. Ruhani görevler papazlar arasında bölüştürülmüştü. Bazıları özel bir şekilde dini hizmetleri görüyor ve diğerleri de tanrı sözleri üzerine vaazlar veriyordu. Hatip ve yetenekli olduğu için Yuhanna’ya son görevi yani vaizlik görevi verildi. Bu andan itibaren, ölümsüz bir şöhret ve yücelik kazandığı hitabet çalışmaları yayılmaya başladı. Hitabet mesleği, Yuhanna’nın asıl değerli ve gönlüne yakın olan davaydı. Bu yeni mesleğine yorgun-luk bilmeyen bir azimle teslim oldu. Vaazları, Antakya Katedrali vaaz kürsüsünden, elçilik kıskançlığıyla tabedilmiş büyük bir sel gibi akıyordu. Vaazlarını bayram gün-leri, Pazar ve cumartesi günleri veriyordu. Bunlara ek olarak hafta arası bir veya da-ha fazlasını da veriyordu. Bazen sabah ve akşam duaları esnasında olmak üzere günde iki vaaz verdiği oluyordu. Bazı zamanlar da, şiddetli sıcakların ve günlük ya-şam koşullarının onları kiliseye gelmekten engellemesin diye cemaate filan gün erken saatte vaaz vereceğini de ilan ederdi. Ve birçok kez vaaz kürsüsüne gece çıkıp vaaz verirdi. Bazen de bir gerçekle ilgili olarak günlerce devamlı vaaz verirdi. Kimi zamanda aniden Episkoposun verdiği bir konu hakkında vaaz verirdi. Birçok kez de kendi Episkoposu erken davranıp başladığı vaazı sona erdirmek zorunda kalırdı. Birçok defa orada veya burada aniden vaaz vermeye davet edilirdi. Böyle durumlar-da vaazı hazırlamak ve yazmak için zamanı olmazdı ve çoğunlukla konu ile ilgili az da olsa düşünmeye fırsatı olmazdı. Bu nedenle, genellikle vaazları irticalen yapardı.

Önünde süratle oluşan bir durum veya anlık bir görüntüye ilişkin bir vaaz konusu yapması onun için nadir görülen bir şey değildir. Buna örnek olarak, bir kış günü Yuhanna kiliseye giderken yırtık elbiseler giyinmiş ve soğuktan titreyen fakirler görür ve hemen vaaz kürsüsüne çıkıp şöyle der<< çok önemli ve bize dokunan bir konu hakkında size hitap etmek istiyorum. Bu saatte yoksul fakirler gördüm, beşeri şefkat ve sevgi konusunda size hitap etmemeyi bir hata ve acımasızlık olarak görü-yorum… Vs.>> ve sözleri bu konu üzerine gittikçe uzayıp döküldü. Bir diğer örnek: Bir defasında vaaz vermeye başladıktan sonra, cemaatin dikkatlerinin kilisede yanan mumlara yöneldiğini gördü, konuyu değiştirip şöyle dedi << Bütün gayretlerimi, yüreklerinizde Allahın nurunu yakmaya yöneltiyorum, ama görüyorum ki basit mumlar sizin dikkatinizi daha çok cezp ediyor, hangisi bizim için daha önemli? Ruh-sal bilgi ışığı mı, yoksa şu sıradan mumların ışığı mı?>> Ve sözleri bu sürpriz konu üzerine yoğunlaştı. Ve tâbi ki bu konuya önceden en ufak bir hazırlık yapmamıştı.

Yuhanna’nın muhtelif konularla ilgili yüzlerce vaaz ve konuşmaları zamanımıza kadar geldi. Teolojik veya inanç esaslarına ilişkin yorumlar ve Hristiyanlık eğitimi veya kutsal kitap’ın düzenli açıklamaları veya ahlak, tartışma, savunma ve övme konuları ile dürüst din adamlarına düzülen methiyeler. Bütün bunlar Altınağızlı’nın verdiği vaazların bir kısmını teşkil eder. Zira o Antakya ve Kostantiniye’de on sekiz yıl süren dini liderlik hizmetleri sırasında sayısız vaazlar vermiş ve insanlar bütün bunları yazmadı ve hatta yazılmış olanlarında birçoğu elimize geçmemiştir.

Altınağızlı’nın vaazları anlamca zengin, hisleriyle kuvvetli, vefasıyla büyüleyici ve yürekten lehçesiyle normal olmayan basitliği ve anlaşılmaya yakın kalıba sahipti ve aynı zamanda müthiş canlılığıyla sözlerinin güzelliği ve güçlü tasviri ve dinleyen-lere olan etkisi ile kilise için hitabetin paha biçilmez mücevheratı ve ölümsüz bir örneğidir ki tezgâhında kemalin başarıları dokunur. Hitabet yeteneği o asırda sahibi-ne, insanın sahip olduğu diğer bütün yeteneklerden daha yüksek bir mertebe sağlardı Libanyos ve benzeri hatipler çağdaşları arasında saygıyla ve özel bir dikkat ile takip edilirdi. Oysa Libanyos medresesine mensup putperest hatiplerin bu yetenekleri büyük yanılgılarla sınırlıydı. Boş cümlelerle, teknik bir ifade tarzı ve kulağa hoş gelen sözlerle etki yaratırdı. Ama yüreğe hitap etmez ve onu etkileyemezdi. Ama şimdi,Altınağızlı’nın ağzından buna tamamen aykırı bir akıcı hitabet doğdu. Görünü-şüyle son derece basit ama büyük bir içsel güçle dolu, bu hitap kişinin doğru ve mümin inancının yürekten ateşinin hararetini almış bir canlılığa sahiptir. Altınağızlı söz sanatının bütün tekniklerini kullanmaktan sakınırdı ve cümlelerin dış güzellikle-rine asla tevessül etmezdi. Bununla birlikte vaazının ateşiyle ve samimiyeti ile canlı-lığıyla insanları dehşete düşürüyordu. Her düşüncesinde ve her kelimesinde kuvvet yükseliyordu. Çünkü bunları yaşamdan ve gerçeklerden alıyor ve örneklerle, karşı-laştırmalarla, istişareler ve herkesçe bilinen açık ve o derece ikna edici ki reddi mümkün olmayan benzetmelerle yorumluyordu. Suni olmaktan uzak bu güzel konuşma ruh ve yürekle canlı idi. Kalpleri sihirleyen böylesi Antakya da hiç duyul-mamıştı. Bu nedenle halk Yuhanna’nın sözlerini dehşetle ve cazip bir duyguyla dinliyordu. Hızlı yazan kâtipler Yuhanna’nın vaaz verdiği kiliselere geliyor ve on-dan bazı sözler kapıp bunları neşredip halka satmaya uğraşıyorlardı. Vaazlarda söylediği fikirleri halkın arasında ağızdan ağza dolaşırdı. Ve son haber misali dilden dile nakledilip tartışılırdı. Vaazları toplantılarda, ziyafetlerde ve çarşılarda okunurdu. Ve birçokları bunları ezberlerdi. Bu müthiş ve olağanüstü hatibin şöhreti Antakya dışında uzak yerlere kadar yayıldı. Ve bu şöhret bütün Hristiyan âlemine yayıldı denebilir. Birçok yörelerden ve başka şehirlerden gelen halk Yuhanna’nın vaaz verdiği kürsünün etrafında toplanırlardı. Yahudiler, Putperestler ve dinde sapkınlık-lara düşenler bu Ortodoks hatibe âşık oldu ve bazı zamanlar onu dinlemek için kiliseye gelmekteydiler.

Ama Yuhanna’nın vaazların halk üzerinde mucizevî ve olağanüstü bir etkisi vardı. Ve çok zamanlar onu dinleyenler vaazın etkisiyle kiliseyi ağlayış ve iniltilere boğarlardı. Ve kendilerini yerden yere atıp elbiselerini parçalar, sinelerine vurup tövbe ve pişmanlıktan acı duyarlardı. Ve birçok dinleyiciler bu hatibi, tiyatrodan kiliseye geçen adet üzere heyecanla alkışlarlardı. Ve Yuhanna onları süratle susturur ve çoğu zaman onlara sitem ederdi. Ve Yuhanna halkın sevgilisi olmuştu. Ve bu büyük halk ona şevkle bakıyor ve ona saygı gösteriyordu ve onu lezzetle dinliyor ve vaazlarını kaçırmamaya özen gösteriyordu. Vaaz esnasında bir kelimeyi bile kaybet-memeye çabalıyorlardı. Ve Antakya halkı Yuhanna’yı nasıl yücelteceklerini veya nasıl bir sıfat vereceklerini ve ona olan saygı ve sevgilerini nasıl belirteceklerini bilemiyorlardı. Ona, Allahın ağzı, Mesih’in sözleri, Pavlus’un ağzı, Altın söz, Tatlı ses, Bal akıntısı ve benzeri lakaplar taktılar. Ve sonunda halk Allahın ağzı lakabı yerine ona Altınağızlı adını tercih etti. Ve bu isim sonsuza kadar onunla kaldı. Kilise gelenekleri bu ismi ilk kez Yuhanna’yı kilisede dikkat ve saygıyla dinlemekte olan bir kadının, konulardan birini anlamakta zorlanınca ve yarı kendinden geçmiş bir halde Yuhanna’ya <<Ey ruhani öğretmen Altınağızlı Yuhanna. Sözlerinin hikmeti öyle derinleşti ki aklım idrak edemiyor>> diye haykırması sonunda, bu sözlerin Allah’ın ilhamıyla söylendiği kabul edilerek o andan itibaren bu büyük hatip Altın-ağızlı lakabıyla herkesçe anılmaya başladı.

Altınağızlı’nın şöhretini genişleten ve onun ahlaki sultasını yücelten olay şöyleydi: Antakya halkına ağır bir vergi salınır. Bu vergi, krallık tahtında onuncu yılını kutlayacak olan Suzosyos’un şerefine yapılacak törenler ile Arkadyos’un, Afgosta veliaht’ı ilan edilişinin beşinci yıl törenleri ve şehrin savaş gereçleri için kullanılacaktı. Antakya halkının içinde büyük bir hoşnutsuzluk dalgası yayıldı. Bazı karanlık şahsiyetler ise bu fırsattan yararlanmaya kalkıştılar. Her yörede ve her şehirde olduğu gibi Antakya’da da tembel, çalışmayan, fitneci bir gurup mevcuttu. Karanlık şahsiyetlerin kışkırtmasıyla bu gurup harekete geçti ve şehirde geniş çaplı bir ayaklanma meydana getirerek birçok resmi binayı yerle bir edip imparator ve hanedan ailesine ait kişilerin heykellerini devirip kırdılar. Böyle bir çılgınlık yapan halk derhal aklını başına toplayarak korkuya kapılıp kendilerine verilecek cezayı beklemeye başladılar. İmparatorluk onuruna karşı işlenen böyle bir suçun o zaman çok acımasız ve ağır cezası vardı. Böyle bir ortamda Antakya halkının kulağına sanki gerçekmiş gibi bazı haberler gelmeye başladı. Ve bu haberler Antakya halkının istinasız hepsinin kovulacağı ve birçoğunun idam edileceği ve şehrin kurulduğu yerin yakılacağı ve tarım arazisine çevrileceği yönündeydi. Böyle durumlarda her zaman görüldüğü gibi, halkın arasına fitne sokanlar ve karışıklıkları çıkaranlar ortadan kayboldular ve geri kalan halk ise ümitsizliğe teslim oldular. Şehrin üzerine korkunç bir suskunluk çökmüş ve şehrin bütün eğlence merkezleri kapanmıştı. Tiyatrolar, oyun yerleri, hamamlar bugünün eğlence ve vakit geçirme merkezleriydi. Yalnızca kilise insanlara kucak açmıştı. Halk kiliselere koşup, bu beladan kurtulmak için tanrıya dua edip yalvarıyorlardı. Bu esnada soruşturmalar başladı ve halk birçok işkencelere ve sürgünlere ve ölümlere maruz kaldı.Bu arada Altınağızlı Yuhanna’nın beklenen mahareti ve hatipliği ortaya çıktı.Korku ve endişenin halk üzerinde hüküm sürdüğü böyle bir anda büyük hatip ustanın güç ve cesaret veren sesi yükseldi. Altın-ağızlı bu korkunç günleri halka hizmet maksadıyla kullanma fırsatını yakaladı. Ve bu esnada vatanına ve halkına değeri biçilmeyecek hizmetler sundu. Meydana gelen bu olaylara ilişkin halka birçok vaazlar sundu. Altınağızlı, bu ümitsizliğe düşen şehri karanlık bir resmini çok net ve açık renklerle ve eklemleri sarsacak güçteki kelime-lerle tasvir eder. Halkın mal ve mülkünü nasıl bırakıp çareyi kaçmakta aradığını, sıranın kendisine ne zaman geleceğini nasıl bir korkuyla beklediğini, şiddetli korku-nun yüreklerde nasıl karanlık bir duygu yarattığını ve ahmakça haberler ve söylenti-lerin yayılmasına sebep verdiğini açık bir dille anlatır.

<<Size neyi ve nasıl anlatayım. Şimdi vaaz zamanı değil gözyaşı zamanıdır, ağlama zamanıdır, söz söyleme vakti değildir. Dua etme zamanıdır, serserilik yapma zamanı değildir. Olay korkunç ve yaralar çok acı ve şifası zor, yüce tanrının gücün-den başka hiçbir kuvvet bize yardım edemez. Ağlayışlar sesimi kesiyor ve konuşma-ma mani oluyor. Susmayı tercih ederdim. Ama hüznümüzün karanlığını kim yok edecek ve bu şaşkın düşüncelerimizi ne aydınlatacak? Kulaklarımızı ve yüreklerimi-zi efendimizin öğretilerine çevirelim. Bu mekâna sevinçle girerdik, şimdi ise acıla-rımızı tanrıya sunalım ve ümitsiz anlarımızda ondan uzaklaşmayalım ve o bizi red-detmeyecektir. Ve bizi himayesine alıp rahatımızı verecektir ve ağlayışımızı sevince çevirecektir. Ağlamayalım ümitsiz olmayalım ve korkmayalım. O tanrı ki bizler için kanını akıttı şimdi bizden kurtuluşu esirgemeyecektir.>> Bu acıklı sevgi sözleri ve parlak ümit, hüzün ve umutsuzlukla kırılmış olan kalpler nezdinde büyük bir kabul gördü, korku yerini, sakin bir hüzne ve serin bir ezikliğe bıraktı ve Altınağızlı, korkuya kapılmış olan bu halkın duygularına tamamen hâkim oldu, halkın dağınık ve şaşkın fikirlerini toplamayı başardı ve halkı doğruluğa sevk etti. Bu büyük suçla ve diğer günahlar ve eksiklikler ile ilgili samimi tövbe gözyaşlarının akmasını sağladı. Diğer taraftan da insanları tanrısal himaye ümitleri konusunda cesaretli kılmayı başardı. Altınağızlı halkı canlandırıp bu fırsatla da halka hristiyanlığın kutsal duygularını aşıladı. Bu arada oruç dönemi başlar ve Antakya halkı kilisenin tesellisiyle haftalar geçirir ve bu süre içinde sonsuz bir sabır ve özlemle Altınağız-lının güçlü ve hamasetli vaazlarını beklerlerdi. Ve onun kişiliğinde, büyük göksel babayı görüyorlardı. Bu sırada Antakya Episkoposu şeyh Filafyan Altınağızlının yazdığı etkili bir mektupla, Antakyalı suçluların affedilmesi için Kostantiniyeye imparator Teodosyos ile görüşmeye gitti.

İmparatora takdim edilen mektup oldukça uzun ve insanı ikna etme güç ve ikti-darı ile yazılmış en güzel bir örnekti. Bu mektuptan bazı bölümleri almak çok zordu çünkü bütünüyle bir şaheserdi. Teodosyos’un Antakya halkına birçok iyilikleriyle dönen Episkopos Filafyan, Altınağızlı’nın sözleriyle şöyle der << Ey şefkatli baba ve iyiliksever kral seni çok öfkelendirdik ve acı çekiyoruz, güneşe bakmaktan utanıyo-ruz, utanç gözyaşları gözlerimizi karartıp yakıyor. Oysa yaralarımız için bir ilaç var ey kral. Tanrı insanı yarattı ve ona cenneti hediye etti. Ama insan İblis’in hasediyle cennetini yitirdi ve yaratanını üzdü ama Allah sınırsız merhametiyle onu affetti ve yersel cenneti geri verdi ve bize göklerin egemenliğini açtı sen de ey Mesih’i seven kral aynı şeyi yap bizi ve şehrimizi helak etme, bizi bu suça iten şeytanların istediği-ni yerine getirme ve sevginle tanrıya benzeyerek suçumuzu görme yalnız kendi nefsimiz için senden merhamet beklemiyoruz bütün hristiyanlar bunu senden istiyor çünkü bütün dünya senin kararını bekliyor. Zira kararın Yunanlıların, Yahudilerin ve barbarların kulağına varınca, Hristiyanlık imanındaki bu mucize nedir diye haykıra-caklar, beşeri tabiatı yenen hristiyanların bu ilahı ne büyüktür ki ezilmiş insanı kinden yoksun bir melek haline getiriyor, idam ederek terbiye etmek kolay bir şey ve herkes için bu yol mümkündür. Ama seni üzenlere merhamet edip şefkatli olman ancak tanrının seçtiği insanlara özgü bir tanrı vergisidir. Ey kral ben sana yalnızca Antakya halkı tarafından gelmedim, beni sana Allah gönderdi ve ben onun hizmet-kârıyım ve ahlaklı yüreğine kutsal vaadi hatırlatmak için gönderildim. << Eğer insanlara suçlarını bağışlarsanız, semavi babanızda sizin suçlarınızı bağışlar. Ve şimdi ey kral son gününü anımsa ve beşeri hatalarını bu doğru amel ile yıka. Senin önünde altın ve hediyelerle diz çökmüyorum senin büyüklüğüne elimde tanrının yasası ile geldim ve senden, bizden üzgün olan tanrına benzemeni diliyorum. Onun sınırsız bir doğruluğu ve şefkati var, umutlarımızda bizi utandırma ve sana olan dileklerimize yüz çevirme…>> Ve bu dileyişler başarı ile sonuçlanır, doğru ve hikmet sahibi imparator Teodosyos bu mektubu dinleyince çok derinden etkilenir. Ve şöyle cevap verir << Eğer efendimiz, kendilerine iyilik yaptığı kulları tarafından haça gerildi ve onlar için dua ettiyse, ben insan olarak benim gibi olanları affetme-meye nasıl gücüm yeter>> ve Antakya’ya geniş ve tam bir af hibe eder. Ve Epis-kopos Filafyanos’un derhal gidip tehlikeyi beklemenin ızdırabını yaşayan Antakya halkına güvenceyi yetiştirmesini talep eder. Ve Episkopos Filafyanos Paskalya Bayramında Antakya halkına bayram sevincinin parlaklığını ikiye katlayan müjdeli haberle Antakya’ya gelir. Ve böylece Altınağızlı’nın cesaretlendirmeleri ve emin olduğu fikirler gerçekleşir. İmparator önünde okunan dokunaklı dileyiş mektubu sayesinde bu korkulu fırtına geçer. Bu, Altınağızlı’nın en büyük zaferiydi. Ve hatta onu korkarak dinlemeye gelen putperestler bile şimdi onun mucizevî ruhsal gücüne inanarak onun eliyle vaftiz olup Hristiyanlık imanına girdiler.

Altınağızlı, Antakya’da on bir yıldan fazla hizmet yaptı. Ve kilisede verdiği sayısız vaazlarla birçok kutsal kitabın yorumunu yaptı ve o zaman ortaya çıkan birçok sapkınlıkları ve ayrılıkları yok etti. Ve her şeyden çok Antakya hristiyanları-nın davranışlarını ıslah etti ve ahlaki seviyelerini yükseltti. Ve bu özellikleriyle de güçlü ve etkili sayısız vaazları ün saldı. Mesela bunlardan, dinsel ahlakın hafifliği ve imanın kıtlığına karşı, hurafelere karşı, süslenme ve moda karşıtı, gösteri tiyatro ve oyunlara karşı, köleler yoksullar ve hastaların maruz kaldıkları kötü muamelelere karşı savunulmaları hususundaki vaazları sayılabilir. Altınağızlı Antakya’da ömrü-nün en güzel günlerini geçirdi. Çektiği sürekli yorgunluklar ve rahiplik yaşamında ki daimi koşuşturmalarını bir tarafa bırakırsak, bu süre en mutlu yıllarıydı. Bu emek ve yorgunluklarının boşa gitmediğini anlayıp görünce ahlaki rıza ile o yüce duyguların sevkle tadına vardı. Çünkü halkı onu seviyor ve dinliyordu ve en azından onu dinle-meyi istiyordu. Ve gerçekte kemalin zirvesine yetişen bu ruhani lider ile cemaati arasında karşılıklı ve canlı ilişkiler oluştu. Ve denilebilir ki ilişkilerin en üst zirvesi oluştu. Altınağızlı kelimenin tam anlamıyla halkın yüreğini kendine tabi kıldı. Ve bu yürek gizli ahlaki bağlarla bağlanmıştı. Ama Altınağızlı’nın akılları çelen kişiliğine özlem duyan güçteydi. Altınağızlıya duyulan bu metin ve ruhsal bağlılık ile samimi ve yürekten sevgi büyük ve etkileyici bir manzara idi. Altınağızlı bir rahatsızlık ve bir yolculuk nedeniyle ayrıldığı veya uzun bir süre onu dinlemedikleri zaman halk bir özlem duyuyordu. Kısa bir ayrılık süresinden sonra da olsa Altınağızlı kürsüye çıktığı zaman halkta fırtınalı bir hareketlilik oluşuyor ve halkın yüreğinden çıkan sevinç ve mutluluk seslerinden kilisenin kubbeleri bile sağırlaşıyordu. Halkın bu sevgisi, Altınağızlı’nın sevgiyle dolu yüreği tarafından cevapsız bırakılmıyordu. Zira muallimin yüreği, cemaatinin üzüntülerinden ve acılarından ızdırap duyuyor ve hastalanıyordu. Yalnızca onların dini lideri olduğu için değil ama yüreği sevgi ve acıma duygularıyla dolu bir insan olarak bunları hissediyordu. Onlardan uzakta iken onları özlemek ve ağlamak mümkündü. Bir defasında sefer dönüşü onlara şöyle seslendi: Sizi bir gün bıraktım ama bana sanki bir yıl gibi geldi. Sizlerden uzakta size olan özlemimi ve üzüntüyü hissediyorum. Ve yine bir defasında hastalığından şifa bulduktan sonra onlara şöyle dedi: Bana acı veren şey sizlerden ayrı kalmaktır ey sevgili kardeşlerim. Zira size olan sevgim sağlığımdan daha kıymetlidir. Yorgun-luktan zayıf düştüğü bir gün, yakında bulunan manastırlardan birine gidip birkaç gün dinlenmeye karar verdi. Ama halk onu mektuplara boğdu ve onları uzun zaman terk etmemesini, en kısa zamanda dönmesini kendisinden dilediler. Ve Altınağızlı süratle döndü ve vaaz kürsüsüne çıkıp selendi: Siz beni bu şekilde anıyorsunuz ve bende sizi bir an olsun unutamadım. Sohbetlerimi dinleyişinizi, vaazlara ve vaazı verene olan sevginizi anımsıyordum, kısacası bütün güzelliklerinizi görüyordum ve bu da sizden uzakta size olan özlemimi hafifletiyordu. Otururken veya evde dinlenirken veya dışarıda hareket halinde iken size olan bu duygularım beni takip ederdi öyle ki gece uykumda bile gündüzün sevincinde olduğu gibi sizin bu tatlı anılarınızla besle-nirdim. Sizin isteklerinizin direnişine karşı koyamam iyileşmeden önce sizlere gelip sizlerin yanında iyileşmeyi beklemek isterim ama işte kalktım ve size geldim. Cemaatine karşı Altınağızlı’nın nasıl suni olmayan bir samimiyeti ve nasıl şiddetli bir Hristiyanlık gücü fışkırdığını şu sözlerinden de görünüz: Sizi yüreğimde taşıyo-rum ve bütün düşüncelerim sizinle meşgul, sizi büyük halksınız ve sevginizde bü-yüktür. Gönlümde her birinize yer var, gönlüm hepinizi alır. Sizden başka bir yaşan-tım yok. Sizin kurtuluşunuzdan başka bir sorunum yok. Halk da sadık liderine karşı büyük ve hararetli bir sevgiyle cevap veriyordu. Onun korkunç yasaklayıcı ve yara-layıcı azarlama sözlerini itaatle dinlerlerdi. Bu tür yasaklama ve azarlamalar vaaz kürsüsünde diğer konulardan daha fazla duyulurdu. Antakya ahalisinin düşüncesiz-liği ve doğrulukta sebat etmemesi ve eksiklikleri Altınağızlı’nın ağzından adil bir kızgınlığın ve gazabın dökülmesine yol açıyordu. Örneğin: Ben sizin alkışlarınızı istemiyorum bu gürültülerden de razı değilim, diyordu. Altınağızlı ateşli bir şekilde şöyle haykırıyordu: Beni sessizce dinlemenizi ve nasihatlerim doğrultusunda yaşa-manızı istiyorum. Benim istediğim övgü budur. Siz şu anda tiyatroda değilsiniz bende bir oyuncu değilim. Burası ruhani bir okuldur… Vb. Ve bir keresinde şöyle dedi: Neler oluyor, kiliseyi bir tiyatroya çevirdiniz. Kadınlar buraya layık olmayan bir şekilde, utanmadan ve açık kıyafetlerle geliyor ve arkalarından da küstahlar giriyor. Bana öyle geliyor ki kadınlar süslenmek için kiliseden daha iyi bir yer bulamıyorlar, burada alışveriş yapmak sahadan daha elverişli, burada daha iyi dedikodu yapılır ve yeni haberler yayılır düşüncesindeler. Böyle bir şey mümkün mü? Buna sabretmek olası mı? Ben burada her gün yoruluyorum ve size yararlı bir şey vermek için parçalanıyorum ama siz buradan daha beter bir zararla ayrılıyorsu-nuz. İşte Altınağızlı bu ve buna benzer çok acı vaazlar veriyordu. Gerçek yetki sahi-bi ruhani bir pederin ağzından daima bu tür vaazlar dökülüyordu. Islah olmaz ve kararsız ve son derece boş ve vicdansız insanlar vardı ki Altınağızlı’nın bu azarla-malarından dolayı ona kızıyor ve itiraz ediyorlardı. Ama bunların sayıları azdı. Ezici çoğunluk ise ona daima sevgi besliyorlardı. Hatta onun söylediği yaralayıcı sözlerde bile bir samimiyet ve sıcaklık görüyorlardı.Ve yüreklerinde, Altınağızlı’nın bütün vaazlarına hâkim olan sevgi kokusunu soluduklarını hissediyorlardı.

 Altınağızlı Kostantiniye’de

Büyük hatip ve olağanüstü konuşmacının şöhreti Antakya kilisesi sınırları dışına yayılmıştı. Ve o zamanın bütün Hristiyanlık âlemine daha geniş ve daha büyük bir şekilde yayılıyordu. 397 yılında Kostantiniye Episkoposluk tahtı boşalınca, Altın-ağızlı gibi bu makama layık ve yaraşır birini bulamadılar. Yeni kral Arkadyos’un veziri Aftrobiyos’un bir işaretiyle bu yüce makama Altınağızlı seçilir.

 

 Altınağızlı, saltanat ve ihtişam sahibi olmayı istemeyen birisi olduğundan kendi isteğiyle, imparatorluğun bu en yüce merkezini işgal etmek istemiyordu. Diğer bir yandan da Antakya halkı onu büyük bir sevgiyle sevdiğinden, Antakya’yı engel ve karışıklık olmadan terk etmesine kolaylıkla izin vermezdi.Bu nedenle Altınağızlı’nın hileyle alınması kararlaştırıldı. İmparator, krallığın bir memurunu bu işle görevlen-dirdi. Bu şahıs Altınağızlı’yı, Aziz şehitler kilisesi ile ilgili tehlikeli bir durum için Antakya dışında görüşmeye davet eder. Ve orada imparatorun adamları tarafından yakalanıp bu iş için hazırlanan bir arabaya bindirilir ve büyük bir koruma eşliğinde Kostantiniye’ye getirilir.

 

  İnsani bir hükümle konuyu araştırırsak, Altınağızlı’nın yaşamında Kostantiniye episkoposluğuna tayin meselesinden daha korkunç ve tehlikeli bir olay başına gelmemiştir. Zira onlar Altınağızlı’nın başına Patriklik tacı değil, dikenden bir taç koymuşlardı. Altınağızlı hiçbir terfiyi düşünmeyen ve temenni etmeyen birisi olarak, hileyle ve zorla yakalanıp bu göreve getirilmesi karşısında hiçbir karşı koymanın fayda sağlayamayacağını derhal anladı. Bu olayda tanrının istediğnii gördü ve ger-çeğe boyun eğdi. Ve 26 Şubat 398 tarihinde episkoposlar kurulu tarafından yapılan bir takdis töreniyle Kostantiniye Patrikliğine atandı. Bu episkoposlar kurulunda bir-çok kişi onu çekemiyor ve onun bu rütbeye atanmasına razı değillerdi, zira bu patrik-lik rütbesine kendileri gelmek ümidindeydiler. Bunlar arasında, hilekâr ve intikam almaya eğilimi ile bilinen İskenderiye Patriği Siyofilos ün salmıştı. Ve bu patrik Altınağızlıya büyük kin besleyerek daha sonraları ona birçok kötülükler yapılmasına sebep olmuştur.

 

  İmparatorluğun merkezindeki bu yüce patriklik mertebesi bir başkasına belki de mutluluk ve rahatlık sağlardı ama Altınağızlı için, onu zamanından önce şehitliğe ulaştıran ağır bir çarmıh idi. Onun hitabet ustalığı ve güzel konuşma yeteneği daha önce yeni merkezine ulaşmıştı. Onu beklediler ve istediler ve daha doğrusu onu aziz bir insan veya bir lider bir öğretmen olarak değil de ender bulunan bir şey ve insanın görmeyi arzuladığı bir şöhret ve faziletlerin duyulmasını teşvik ettiği bir ses olarak beklediler ve istediler. Böylece önünde geniş, ihmal edilmiş ve işlenmemiş yeni bir çalışma alanı açıldı. Yeni inşa edilmiş olan başkent ilk ahalisine sağlamış olduğu imtiyazlar nedeniyle muhtelif dinlerden ve ırklardan insanları kendine çekti. Bundan daha önemlisi Büyük Kostantin’in ölümünden kısa bir süre sonra bu başkenti Ar-yosizm taraftarları ele geçirdi ve hatta patriklik merkezini birçok sapkın episko-poslar işgal etti. Ortodoksluk burada ihanete ve eziyete maruz kalmış ve çaresiz bir duruma düşmüştü. Fikir sapkınlıkları ve irade eksiklikleri bu şehirde büyük bir özgürlük ve geniş bir alan bulmuştu. Büyük mücahit ve aziz Altınağızlı başkentte ahlak anlayışına yabancı ve bozulmuş bir çevrede bulunuyordu. Şimşek misali bir vaiz ve kilise lideri olan Altınağızlı’nın böyle bir ahlak karşısında susması mümkün olamazdı ve susmadı.

 

     Altınağızlı ağır mücadelesine, havariler gibi istekle ve kıskançlıkla başladı. Ve direkt olarak, Allahın kendisine verdiği yeteneğiyle yeni cemaatiyle irtibata girdi. Patriklik türbesine gelmesinden kısa bir süre sonra cemaatine ilk vaazını verdi. Ve bir şanssızlık sonucu bu vaazı elimize gelememiştir. Ama onu dinleyenler üzerinde müthiş ve mucizevî bir etki yarattığı bilinmektedir. Ve başkentin, daha önce bir benzerini görmediği bir hatiple buluştuğu sözleri süratle yayılmaya ve ilan edilmeye başladı. Böyle bir hatip daha önce gelmedi ve dinlenmesi gereken bir patrik olduğu her yerde yayılıyordu. Bundan sonra halk katedrali kelimenin tam anlamıyla abluka altına almaya başladı. Halkın onun sözlerine dikkatle eğilmesi ona sevinç veriyor ve şefkatini arttırıyordu. Vaazlarından birinin başlangıcında şöyle dedi: Size fazla bir şey söyleyemiyorum ve işte ruhum sizin sevginize bağlandı sanki şimdiye kadar ve daima sizinle bağlandığımı hissediyorum. Böylece Altınağızlı’nın, Kostantiniye’nin merkezindeki faaliyetleri başlamış oldu ve birçok yörelere uzandı. Yorulmak bilme-yen bir azim ve bir ordu coşkusuyla çalışıyordu. Çalışmalarındaki bu kahramanlığı kısa kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Ama veciz kelimelerle de olsa Altınağızlı’nın cemaat hizmetlerinden birbiriyle bağlantılı birçok yönleri okuyucuya tanıtmaya çalışacağız.

 

     Önce cemaatle ilgili idari çalışmalarına göz atacağız. Altınağızlı hararetle Kostantiniye’nin, insanları şımarıklık ve eksikliklerle kahreden ruhban sınıfı ve din adamlarını ıslah etmekle işe başladı ve ahlak bozukluğuna karşı iki büyük kitap yazdı. Bu durum din adamları arasında olmaması gereken, günah ve ses veren eksiklik idi. Daha önceki kilise vaazlarındaki aynı konuda olduğu gibi bu iki kita-bında da Altınağızlı utandırıyor, ikna ediyor ve söz alıyordu. Kendisine emanet edilen bu cemaatten Allah huzurunda sorumlu olduğunu saydığı için, birçoklarının aksine korkak değildi. Bu nedenle de çoğu kez hayata zarar veren birçok zayıf vasıtalara tevessül etmekten kaçınmıyordu. Hayatını yazan yazarlardan birinin tari-fine göre cesur bir cerrah gibiydi. Demir ve ateşten çekinmez yani kesin sonuç veren güçlü yollardan korkmazdı. Yeter ki bu yollar hizmetin mertebesini yükseltsin ve ruhban sınıfını layık olmayanlardan temizlesin ve din adamlarını haklı eleştirilerden kurtarsın ve iyi etkilerini halka yöneltsin. Bu duruma düşen ve tövbe edip düzelme-lerinden ümit kesilen birçok ruhban sınıfı mensuplarının, ki bunların aralarında epis-koposlarda vardı, kutsal kıskançlığına bağlı ruhani reisleri olarak haksız yere işgal ettikleri ve davranışlarıyla utanca bulaştırdıkları makamlarını terk etmelerini ısrarla sağladı.

 

     Altınağızlı sevgisiyle, başkentteki ve kendisine bağlı olan bütün çevre kiliselerini bir arada tutuyordu. Episkoposlar ve ruhban sınıfı ile daimi bir irtibat içindeydi. Uzaktan da olsa onları korumada kısıtlı davranmıyordu ve bizzat kendisi onları ziyaret ediyordu. Mesela 400 yılının Şubat ayında, tarihçilerin adlandırdıkları şekli ile elçisel bir seyahate çıktı. Hasta bir halde ve kötü hava şartlarında yüz gün süren bir seyahat. Kış ortasında meşakkatli ve tehlikeli bir deniz seferinden sonra yaya olarak yolu müsait olmayan Efesos’a gitti ve yaklaşık yetmiş episkopos ile buluştu. Ve bu buluşmada birçok problem çözümlendi, kilise yaşamına yakışmayan ve düzeni bozan birçok durumda düzeltildi. Bazı episkoposlar ve ruhban sınıfı men-supları görevlerinden uzaklaştırıldı. Ve Siyodoritos daha sonraları bu seyahati zik-rederken şöyle der: Efesos seni gördü ve ikinci yeni Yuhanna olarak adlandırdı. Efesos seni dinledi ve ilk teolog Yuhanna’nın ağzından çıkan o semavi gürlemeyi anımsadı.

 

     Bundan sonra Altınağızlı’nın çalışmaları müjdeleme idi. Sapkın görüşlere düşmüş olan Aryos taraftarları ile Markyonistler, Nofatinistler, Manhinistler ve benzerlerinin sebebiyet verdiği ve ülkedeki dinsel hayata giren tehlike ve kötülükler nedeni ile Altınağızlı hedefini, hristiyanlığın halkın nezdinde yükselmesine ve daha çok büyü-mesine yöneltti. Ve Kostantiniye’nin alt tabaka halkının dikkatlerini bu hedefe yö-neltti. Bu gaye için kullandığı yöntemlerden yararlı çekici ve mutlu olan özel birini anımsıyorum: Hurafe taraftarları, halkın kafasını karıştırıp bir takım saçma dini törenlerle onları cezp ediyorlardı. Altınağızlı bunlara meydan okuyarak mumlar ve meşaleler eşliğinde ve kutsal ezgilerle ve halk terennümleriyle muhteşem ve gör-kemli Ortodoks törenleri düzenledi. Bütün bu dinsel gece törenleri halkta müthiş bir etki yarattı. Ve Altınağızlı bu gece dua ve ayinlerini çok seviyor ve halkın buna bir aşkla eğilmesini sağlıyordu. Bir defasında şöyle dedi: Gece yalnız uyku için değildir. Mesih’in kilisesi gece yarılarına kadar gözü açıktır. Kalk sende ey hristiyan gecenin bu derin sessizliği ve gizemli ortamındaki göksel meşalelerinde ümitlen ve tat al. Geceleyin nefsin daha çok temiz ve latiftir. Efendimizin inayeti önünde diz çök, böylece yücelere kolaylıkla erişirsin. Karanlık ve sessizlik seni daha çok ümitlenme-ye yöneltir. Bitkiler de geceleyin daha çok gelişir. Nefsinde gecenin serinliğini daha özgürce kabullenir, gündüzün yananları gece diriltir ve geliştirir.

 

     Altınağızlı, imparatorluğun sınırları içinde ve civarında olup üzerine Hristiyanlık nurunun doğmadığı birçok halka ve kabilelere de önem verdi. Onlar arasında gerçek imanın yayılması için etkin yöntemler kullandı. Müjdeleme görevi yapan birçok komiteler ve misyoner guruplar oluşturarak, uzak yörelerdeki barbar topluluklara ve doğuda ve kuzeyde Finike, Araplar, Persler, Gotlar ve İskitler ile bugünkü Rusya’da bulunan topluluklara Donay ve Dinyeper nehri arasındaki bölgede oturanlara gön-derdi. Bu gurupların ve komitelerin geçimleri için iaşe temin etti ve imanın nurunu yeni kabullenen ülkelerde kiliseler kurdu ve episkoposlar tahsis etti. Ve dini ayin-lerde onların dillerini kullandı, örneğin Got’lar da… Vb olduğu gibi.

 

     Altınağızlı’nın Kostantiniye’de yardım faaliyetleri de vardı. Şahsi harcamalarını son derece kısarak, patrikhanenin büyük gelirini hayır işleri için tahsis etti. Bunlara ilaveten yoksullara dağıttığı daima yardımlar ile kendisinden önce Kostantiniye’de kurulmuş olan hayır cemiyetlerine de öncelik verirdi. Ayrıca hamiyetperver gayelere meyilli zenginlerden elde ettiği gelirle kendisi de yeni, büyük ve meşhur hayır ensti-tüleri kurdu. Bunlardan başka, şehirde büyük ve görkemli bir hastane ile aynı özel-liklerde bir de yabancılar ve evsizler için bir barınak yaptırdı. En çok sevdiği ve gönlüne en yakın iş bu kurumların nafakalarının temin edilmesi ve düzenlenmesi işiydi. Bu nedenle vaazlarında sürekli sadaka konusunu işliyor ve zenginleri bu tür hayır işleri için ikna etmeye uğraşıyordu. Ve Hristiyanlık merhametini daima yücel-tirdi. Altınağızlı’nın imparatorluk başkentinden fakirliği ve miskinliği tamamen yok etmek istediği, bilinen bir şeydi. Cemaati içinde öyle karşılıklı ilişkiler oluşturmak istiyordu ki aralarında ne fakir, nede hakir olan bulunsun, tıpkı Yeruşalim’deki ilk hristiyan cemiyeti gibi bir toplum oluşturmayı hayal ediyordu.

 

     Altınağızlı’nın hizmetleri içinde dinsel ayin hizmetlerine ve bu hizmetlerin iyileş-tirilmesi tertibi ve düzenlemesine yönelik çalışmalarını anmak gerekiyor. Bunlar arasında ölümsüz olanı, bütün Ortodokslarca kabul edilen ve her çağda kullanılan ve Altınağızlı’nın çok çaba ve emek harcayarak düzenlediği Kutsal Pazar Ayin hizmeti-dir.

 

     Ama Altınağızlı’nın gerçek büyüklüğe eriştiği ilk işi vaizlik idi. Burada Kutsal Kitabın tefsiri konusundaki konuşmaları zikretmek gerekir. Antakya’da başladığı gibi tanrı sözlerinin yorumuna Kostantiniye’de de devam etti. Burada basit, fikir açısından derin olmakla birlikte anlaşılması kolay örnek bir tefsir sundu. Kutsal Kitabın Resullerin İşleri, Pavlus’un Filipililere, Kolesililere ve İbranilere ve diğerle-rine yazdığı mektuplar konusunda tefsirler yazdı. Vaazlarının en büyük bölümü ah-lak alanındaki ıslahatçı ve terbiye edici vaazlarıydı. Bu alanda da Altınağızlı An-takya’da terbiye ettiği eksiklikleri burada da buldu. Ama bu durumlar Kostantiniye de daha geniş ve daha çoktu. Bu nedenle Altınağızlı’nın Kostantiniye’deki ahlak-sızlık, moda şeytanlık, başıboşluk ile imanda akılsızlık ve benzeri konulara ilişkin vaazlarında sertlik ve sürekli bir duygu olduğunu görürüz.

 

     Altınağızlı’nın çok yönlü hamasetli ve galeyana getirici işleri olağanüstü başarılar ve kazanımlar getirdi, iyi ürünler ve doğru sonuçlar verdi. Başkent sakinlerinin dini ve ahlaki yaşamları yavaş yavaş düzenli bir hal almaya başladı.Altınağızlı’nın gerçek gayretleri ve çabaları basit halkın yüreğinde en azından kahredilmez bir etki yarattı. Altınağızlı’nın buradaki vaazlarının başarısı büyük ve olağanüstüydü. Antakya’da olduğu gibi burada da kilise onu dinlemeye gelenleri sığmıyordu. Konuştuğu kürsü-nün etrafında tarif edilmez bir izdiham yaşanıyordu. Hızlı yazan yazarlar da kilise-nin etrafında onun söylediği sözleri dikkatle izleyip takip ediyor ve hemen yazmaya geçir bunları başkentte ve dışında yayıyorlardı. Birçok alkışlar ve yüksek sesle ağla-yış ve iniltiler, Altınağızlı’yı cennet pınarı misali akan vaazını devam ettirmekten alıkoymuyordu. Bazen Altınağızlı’nın kendi gözlerinden de yaşlar akıyordu. Halk Altınağızlı’ya kilise dışında da refakat ediyor ve sevilen patriğini muhtemel tehlike ve üzüntülerden koruma görevini sevinçle yükleniyordu. Herhangi üzücü bir tehdi-din belirmesi halinde şehrin birçok genci gecelerini Altınağızlı’nın kapısı önünde onu korumak amacıyla geçiriyorlardı. O da bütün bunları görüyor ve halkın samimi sevgisini biliyordu. Bu bilgiye binaen kendisini dinleyenlere şöyle diyordu: Siz benim her şeyimsiniz, siz benim için bir baba, bir kardeş ve bir evlatsınız. Sizler organlarımsınız, siz benim bedenim ve hayatımsınız. Siz benim için bir taç ve tesel-lisiniz, siz benim kutsal yağım ve ışığımsınız. Altınağızlı’nın bütün bu samimi ve heyecan veren sözleri halkı sarsıyor, coşturuyor ve onun etrafına daha çok cezp ediyordu.Altınağızlı’nın Kostantiniye’deki yaşamında öyle özel durumlar ve müstes-na olaylar cereyan etti ki, kendisi ve halkı arasındaki ahlaki bağlantıları güçlendirdi ve halkının gözlerinde yetkisini daha da yükseltti. Altınağızlı’nın Kostantiniye’de hizmete başladığı ilk yıl olan 378 yılının sonunda korkunç bir deprem yaşandı. Yeraltında ürpertici bir gürültü duyuldu ve birçok bölgede yer yarılmaları oldu ve bu yarıklardan sular fışkırdı ve alevler ve korkunç boğucu dumanlar yükseldi. Boğazın suları kaynamaya başladı ve sahillerden şehrin içine doğru akmaya başladı. Göğü kara bulutlar kapladı. Şimşekler oklarıyla her yerde gökleri deliyordu. Binalar ve evler birçok insanı enkazı altında gömüp yıkılıyordu. İmparatorluk ailesi ve görevli-ler ve şehrin idarecileri ve birçok sivil kurtulmak için şehirden kaçtılar. Bu korkunç ve şiddetli deprem sırasında Altınağızlı sükûnetini korudu ve sarsılmadan cesaretle kaldı. Görevlilerin dağılıp kaçmasından sonra başkentte yalnız başına halkı için adeta bir kral ve teselli veren bir lider olarak kaldı. Ve başkentin düzenini tekrar cesaretiyle sağlayarak, korkuya kapılan halkı kilise yakınında topladı onlara cesaret vererek korkularını dindirdi. Ve bu musibet geçince kaçanlar, şehre döndü ve Altınağızlı derhal son günlerde meydana gelen olaylarla ilgili konferanslar vermeye başladı ve ateşli renklerle onlara, ahlaki sebeplerle oluşan tanrının gazabını açıkla-maya çalıştı. Korkuya kapılan halkı dini yönden güçlendirmek için azizlerin ceset-lerini boğazın karşı yakasında şehirden dokuz mil uzakta bina edilmiş olan büyük ve görkemli tapınağa taşınması için bir tören düzenledi. Halktan binlerce kişinin katıldığı mumlar, meşaleler ve dinsel ezgiler eşliğinde geceleyin yapılan bu törenin halk üzerinde büyük bir mutluluk etkisi olmuştu. Müminlerin bu sayılamayan kala-balığına bakan Altınağızlı imanla ve korkuyla haykırdı: Şehirden buraya sanki bir deniz akıyor. Öyle bir deniz ki fırtınalar onu heyecanlandırmıyor, darbeler onu tehdit etmiyor ve su altındaki kayaları tehlike oluşturmuyor. Meşalelerden oluşan bir nehir denize doğru akıyor, denizi geçiyor ama o kara üzerindedir. Şimdi ne söyleyeyim? Sevinçle doluyum, kendimde değilim coşuyorum, bu ruhsal sevinçle sihirlendim, uçuyorum, coşuyorum çünkü bu çöl kalabalık bir şehir oldu, şehir ise çölleşti. Ger-çek ve sevilen çobanın bu sevinci kalabalıkların gönül rahatlığını yükseltti, halkın coşkusu tamdı, etkilenmeler ise ölümsüzdü. Ve halk bu nadir dinsel coşkuya kapıl-mıştı. Altınağızlı’ya yürekten samimi şükürlerini haykırarak ona olan güven duygu-larını dile getiriyordu.

 

     Buna benzer bir olay da, Altınağızlı’nın patrikliğinin ikinci yılı olan 399 yılında meydana geldi. Büyük Paskalya haftasında Kostantiniye’de büyük bir fırtına oldu. Birçok binalar ve evler yıkıldı. Arkasından gökler yarılmış gibi bir yağmur ve sel oluştu, tarlaları süpürdü, bütün ekinleri ve bitkileri darmadağın edip insanların mut-luluklarını yok etti. Daha önce depremde olduğu gibi halk büyük korkuya ve telaşa kapıldı ve saltanatın ileri gelenleri şehirden kaçtılar. Altınağızlı yine şehirde yalnız kalıp normal görevlerini sürdürmeye ve saltanatın tek yetkilisi ve halkın teselli veren babası misali çalışmalarına devam etti. Halk ise geçmişte öğrendiği gibi kendiliğin-den kiliselere aktı genel dualar ve ayinler yapıldı, törenler düzenlenerek büyük kalabalıklar eşliğinde şehrin içinden ve boğazdan karşı kıyılara geçildi. Bu seferde Altınağızlı halkın yersel korkularını yenip bütün dikkatlerini göksel ve dinsel duygu-lara ve ümitlere yöneltmeyi başardı. Fırtına durdu ve halk evlerine döndü ama Altınağızlı’nın bu zor günlerdeki hizmetleri unutulmuyor, halkın ona karşı olan sevgisi gittikçe artıyor ve büyüyordu.

 

     Barbarların başkente yapmış olduğu önemli ve ciddi olan saldırıyı da unutmamak gerekiyor. Bütün halkın yüreğini büyük bir korku kapladı. Şehirde meydana gelecek kötü sonuçları beklemeye koyuldular. Burada da Altınağızlı vatan için bir kurtarıcı olarak ortaya çıktı. Aryos taraftarı bir çılgın ve kötü niyetli biri olan Got kabilesin-den Gayna adlı bir gençlik lideri o zaman sivrilmişti. 398 yılında imparator Arkad-yos onu ordusuyla birlikte Frigya’da meydana gelen isyanı bastırmak üzere görev-lendirdi. Ama Gayna ihanet ederek imparatorluk düşmanlarının safına geçti ve kabilenin yabancı askerleriyle imparatorluk üzerine yürümeye yöneldi. İmparator Arkadyos ise bu barbar insanı aldatmak istedi ve imparatorluk kuvvetlerinin başkanı olarak isimlendirilmesine muvafakat etti. Ama bu durum onun silahını bırakmasına kâfi gelmedi ve imparatordan, her defasında rahatsız edici isteklerde bulunuyordu. Örneğin bazı elçilerin ve vatanın sadık hizmetçilerinin kafalarını istedi. Bazı Orto-doks kiliselerinin Aryos taraftarlarına teslim edilmesini talep etti. Altınağızlı’nın kendini feda etme derecesine varan büyük faaliyetleri ve itirazları bu asi vahşinin iradesini kırdı, baş eğerek daha önce istemiş olduğu şeyleri reddetti. Kısa bir süre sonra Gayna bu rahat ve huzur ortamını zehirledi ve Trakya bölgesinde bir isyan başlattı ve etrafına büyük bir kitleyi toplayarak korkunç bir yıldırım gibi Kostantini-ye’ye yöneldi ve yoluna çıkan her şeyi yakıp yıkmaya başladı. Herkesi büyük bir korku sardı o derece ki liderlerden ve yetkililerden hiçbiri bu barbarların önünde durmaya cesaret edemiyordu. Ülke ve başkent savunmasız ve ihmal edilmiş bir hal-de başına gelecek acı durumları beklemekteydi. Bu durumda da Altınağızlı yalnız başına cesur ve yürekli bir bilge kişi olarak davrandı ve özverileriyle vatanı kurtardı. Bu ahlaksız ve barbar adamdan çekinmeyerek tek başına ve cesaretle onunla görüş-meye ve heyecanını yatıştırmaya ve başkenti ve ülkeyi ve vatanı kurtarmaya gitti. Altınağızlı’nın, barbarlar karargâhında öldürülmesi riskini taşıyan bu tehlikeli sefer Allah’ın inayetiyle ve tam parlak bir başarı ile taçlandı. Hatta bu kötü niyetli barbar ve sapkın Gayna bile Altınağızlı’ya tam bir saygı ve dikkat gösterdi. Ve Altınağızlı-nın onu ziyarete geldiği haberini alır almaz çocuklarıyla onu karşılamaya çıktı. Ve önünde diz çökerek, ülkeyi ve halkı yıkmaması hususundaki öğütlerini kabul etti. Ve kısa bir süre sonra Gayna bu savaş macerasından vazgeçti ve cesur hayatını kaybe-derek helak oldu. Bu hassas zamanda da yüksek ruhsal güç Altınağızlı’nın kişiliğinde güçlü barbar kuvvetlerine karşı galip gelmeyi başardı. Altınağızlı’nın vatanı kurtaran mücadelesi ve büyük ruhsal zaferi buydu.

 

     Altınağızlı’nın kral ve vatan önünde, halk ve kilise nezdinde ki ölümsüz emekleri böyleydi. Genel olarak denilebilir ki Arkadyos döneminde ülkeyi saran tehlikeler ve tecrübeler Altınağızlı’yı yalnız kilise hizmetlerine değil bu tür hizmetlere de koşma-ya mecbur etti. Krallığın irade zayıflığı, Altınağızlı’yı bazı durumlarda siyasi bir faktör olmaya zorlamıştır. Gayna sorununda olduğu gibi Altınağızlı yalnız kilise için mücadele eden bir dini lider değil, hayatını da tehlikeye atarak vatanına ve kralına kendini feda eden bir vatansever olarak davranmıştır.

 

     İşte bu dönemde nefretin kara bulutları ve kin fırtınası yavaş yavaş bu büyük dini liderin başına toplanmaya başlar. Bu andan itibaren de bütün kilise tarihinde Altın-ağızlı’nın kalan yaşamının en hazin sayfaları başlar. Kostantiniye ruhban sınıfı ve din adamlarının ıslahı için almış olduğu keskin ve temkinli tedbirler onun da bekle-diği gibi bu değerli çoban aleyhinde gizli bir hoşnutsuzluk oluşturdu.

 

     Bu ruhban sınıfı mensuplarından Altınağızlı’nın kutsal gayretleri sonucu cezaya maruz kalmış birçok episkopos ve din adamı, bu büyük lidere düşman olan güçlü bir ordu oluşturup onu yok etme araştırma ve çabalarına başladılar. Dinsel otorite men-subu birçok episkopos ve bunların başında İskenderiye episkoposu Teofilos olmak üzere Altınağızlı’nın imparatorluk başkentindeki Patriklik görevini ve onun sahip olduğu emsalsiz şöhreti ve halk üzerindeki olumlu etkilerini çok kötü bir şekilde kıskanıyor ve onun bu kutsal hayatına karşı acı bir nefret besliyorlardı. Zira onun bu yaşamı onlar için her zaman tenkit edici ve kınayıcı oluyordu.

     Ve imparatorlukta yüksek tabakaya yakın olmak ile saraydaki kraliyet görevlileri ve mensupları Altınağızlı için ağır ve yeni bir yük ve ayrı bir musibetti. Şerefli kesimin eksiklikleriyle sınırlı refah seviyesi yüksek bir muhitte Altınağızlı gibi aziz, ibadetine bağlı sabit bir şahsiyet onların hoşuna gitmiyordu. Yaşamı ve gelir seviyesi son derece basit ve bir fakir yaşantısıydı. Bu durum ise yüksek tabaka nezdinde garip ve istenmeyen bir durumdu. Her tür şiddete karşı koyan rahip Altınağızlı, bu çevrede adlandırıldığı gibi sevimsiz, sempatik olmayan, yaşamın bütün kahramanlık-larını görmezden gelen, Patriklik tahtı üzerinde olmasına rağmen bir mahkûmun yaşamını süren, yalnız ekmekle beslenen, bütün varlığını yoksullara dağıtan, eğilme-den dik duran adaleti seven bir adamdı. Bu tipte bir şahıs imparatorluk başkentinde ve aristokratlar çevresinde idareyi ellerinde tutan zümre için alışılana aykırı bir görüntüydü. Gözleri hasta olan birisi için güneş ışınlarının muhtemel olmaması gibi, Altınağızlı da bu insanların nazarında olası bir kişi değildi. Bundan daha kötüsü, şiddetten gözü korkmayan ve <<Sevimsiz>> olan bu rahip çevresindekiler üzerinden gözlerini hiç ayırmıyor ve onlara rahat vermiyordu. Yüksek tabaka ve görevliler arasında gördüğü her şeyi acımasızca ender görülen bir güçle ve zeki bir şekilde eleştiriyordu. Zulme, gösterişe ve aç gözlülüğe olan eğilimlerini tenkit ediyordu. Ama Altınağızlı’nın müthiş, güçlü ve güzel tasvirlerle dolu olan vaazları, eleştirdiği bu insanları bile iradelerine rağmen cezp ediyordu. Bu vaazlar günlük olayları konu ediniyordu. Dolayısıyla böyle bir vaaz her yerde konuşuluyor ve yazılıyor ve bütün genel dairelerde yayılıyor ve her zaman okunuyordu. Altınağızlı’nın eleştirilerinden rahatsız olanlar arasında ise ona karşı bir kızgınlık ve öfke oluşup gelişmeye başladı. Ona karşı düşmanlık besleyenlerin sayısı artıyor ve güçleniyordu. Ama basit halk tabakası, ki bunlar saltanat mensuplarının ortamlarından uzak idiler, fakir oldukları için ahlaki eksikliklere ve başıboşluklara en az maruz kalan kesimdi. Antakya’da olduğu gibi burada da bu kesim yeni dini liderini samimiyetle seviyor, vaazlarını sevinçle dinliyordu. Bunların aksine günahkâr ve suçlu olan ve Altınağızlı’ya düş-man olan kesin ise onu tuzağa ve suçluluğa düşürecek fırsatları arayıp kolluyorlardı. Onu itham edecekleri herhangi bir suç veya eleştirecekleri hiçbir tutumu olmadığın-dan, Yahudi liderlerin efendimize yaptığı gibi Altınağızlı’nın sözlerinden onu suçla-yıcı şeyler bulmak istediler. Böylece Altınağızlı’yı seven halk arasında ona düşman olanların casusları yayılmaya başladı. Bu casuslar halk arasında derin olmayan veya birden çok anlama gelen veya en azından bir hatırlatma anlamı taşıyan kelimeler arayıp bulmaya ve dedikodu yoluyla bu sözleri şişirip büyütmeye ve Altınağızlı’yı suçlu duruma düşürme faaliyetlerine başladılar. Böylece Altınağızlı’ya düşman çevrelerde onun hakkında çok çirkin ve ayıp söylentiler yayılmaya başladı. Bunların amacı onun saygınlığını lekelemek ve onu yok etmekti. Söylediği sözler çarpıtılıp yaptığı işler ise hak etmeyenlere mal edilerek, Altınağızlı’yı, açgözlü, cimri ve kibirli bir insan olduğu suçlamalarıyla itham ettiler. Ve ayrıca Altınağızlı’nın halkı galeyana getirdiğini ve idarecilere zorluk çıkardığını ve onun kirli hayatının riyakâr-lık ve yalan olduğu ama gizlilikte içki ve utanmazlığa teslim olduğu ve benzeri asılsız ve alçakça yalanlar ile hiçbir insanın doğruluğuna inanmayacağı aşağılayıcı şayialar yayılmaya başladı. Bütün bunlar bu büyük aziz insanın ismi etrafında örülmeye başlandı. Bundan ayrı olarak da bazı güçlü düşmanları Antakya’ya casuslar göndererek gençliğindeki yaşamında belki de kendilerine yarayacak bir suç veya benzeri bir davranışının olup olmadığını araştırmaya başladılar. Ama bütün bu çabaları boşuna gider ve gayretle bulmaya çalıştıklarından hiçbir şey bulamazlar.

 

     Altınağızlı çevresindeki bu fırtınayı görür ama bu dürüst insan, çoğu zaman olduğu gibi dedikoduya karşı aynı silahla savaşma tenezzülünde bulunmaz. Ve O, adaletli tutumundan ve bütün bu yalanlardan masum olduğundan emindi. Bu nedenle hristiyan ve bir çoban olarak dünyevi hiçbir gazaptan korkmadı. Semavi adaleti korumak ve kazanmak uğruna her şeye katlanmaya hazırdı. Vaazlarından birinde şöyle der: Bana ne korku verebilir? Mademki Mesih benim hayatım ölümden nasıl korkarım? Mal ve mülkün kaybolmasından nasıl korkarım? Bu dünyaya çıplak ola-rak geldim. Giderken de hiçbir şey götürmeyeceğim. Hiçbir şeyim yok. Bütün sahip olduğum tek şey hristiyanların kurtuluşu için yaşamaktır. Ve Altınağızlı, insanların karanlık şehvetlerinin ve onların kin ve nefretlerinin sebep olduğu her tür zorluklara cesaretle ve sebatla tahammül etmeye hazırdı.

 

     İmparator Teodosyos’un ölümünden sonra durumlar daha da kötüye doğru gitti. Kendini inkâr edip insanların noksanlarını müsamahasız bir şekilde kınayan ve eleştiren bu büyük vaiz kendini koruyacak ve savunacak birini bulamıyordu. İmpa-ratorluğun başında genç kral Arkadyos vardı.Dürüst ve Allah’a inanan biriydi. Fakat zayıf ve prensipleri olmayan bir kişiydi. Kendisine yakın olan insanlara bütünüyle teslim olmuştu. Ve yakınında onu istediği gibi yöneten imparatoriçe Efdoksiya vardı Bu kadının aslının ne olduğu takriben bilinmemekteydi. Görünüşü güzel fakat içten kötü bir kadındı. Eğlenceye, şımarıklığa, aç gözlülüğe ve süslenmeye aşırı derecede düşkündü. Bu tür eksikliklerden yararlandığı için de her tür zorbalığı ve zulmü yapmaya hazırdı. Arkadyos’a takdim edildi ve sonra başlangıçta kralın gizli ve daha sonra aleni müsteşarı olan Aftrobiyos’un çabalarıyla kral’a zevce oldu. Aftrobiyos çok alçak ve sefil ruhlu bir kişiliğe sahipti. Gençliğinde defalarca satılıp bir köle gibi elden ele dolaştı. Daha sonra sarayda rolünü oynamaya başladı ve ilk önce kraliyete has aşağılık bir görevde çalışmaya başladı ve hileyle ve utanmazlıkla imparatorun güvenini kazanmayı başardı. Sonra kralın güçlü bir müsteşarı ve komutanı olarak ortaya çıktı. Kraliyeti işgal edince de orayı sahiplenme sahnesinde görülmeye başla-dı ve kendini imparatorluğun en büyük görevlisi olarak görmekten utanmıyordu. Kendine Batristsi Konsolosu << Eski Romalı>> sahte şeref lakabını taktı.

 

     Altınağızlı’nın, Patriklik tahtına Aftrobiyos tarafından davet edildiğini daha önce belirtmiştik.Ama Altınağızlı’nın ne pahasına olursa olsun satın alınması zordu. Onun nazarında Allah’ın adaleti her şeyden üstündü. Buna aykırı görürse hiç kimseden korkmaz, hiçbir şeyi esirgemez kendine bile acımaz ve hayatına böyle bir şeyi ortak görmezdi. Akıllı ve hikmet sahibi olan Yuhanna derhal kendisine böyle şeyleri tak-dim eden şahsın gerçek niyetini anladı ve bu şahısla Altınağızlı arasında hiçbir za-man en ufak bir anlaşma veya görüş birliği olmamıştır. Bu geniş yetki sahibi şahıs, sevmediği şahsi düşmanlarına zulüm eder onları acımasızca cezalandırırdı. Bazen masum insanlar hakkında hiçbir sebep yokken yalnızca onların mallarını alıp kendi mallarına ilave etmek amacıyla kovma ve sürgüne gönderme kararları alırdı. Ve kili-senin eski bir hakkı olan ve herhangi bir sebeple kovulmuş birinin bu kutsal mekâna sığınması halinde kimsenin ona dokunamaması ve onu kiliseden hiçbir yetkilinin çıkaramaması hakkına Aftrobiyos denilen bu alçak şahıs karşı çıkmaya başladı. Çün-kü bu şahsın zulüm ettiği birçok kişi kilisenin bu kutsal hakkından yararlanarak kili-seye sığınmışlardı. İşte bu nedenle kral Arkadyos’tan kilisenin bu hakkının iptal edilmesini ısrarla istedi. Altınağızlı ise bu isteğe şiddetle itiraz ediyordu.

 

     Ve devir döndü ve Allah Aftrobiyos’a kilisenin kutsal haklarını gasp etmesi ve kiliseye saldırılarının cezasını verdi. Bundan kısa bir süre sonra Aftrobiyos kraliçe Afdoksiya’yı kızdırdı. Ve kraliçe çocuklarıyla birlikte kral Arkadyos’un huzuruna çıkıp ona diz çöktü ve gözyaşlarıyla bu hain adamı şikâyet etti. Kraliçe Afdoksiya-nın kral Arkadyos üzerindeki etkisi bu sefer çok şiddetliydi ve Aftrobiyos’u yanın-dan kovdu. Bu olay, Aftrobiyos’un zulmünden etkilenen halk arasında sevinç fırtı-nasıyla karşılandı. Ve halk, sahipsiz kalan bu zalimin kötülüklerinin intikamını almak için sokaklara döküldü. Neler oldu? Korumasından yararlanmak için kiliseye iltica etti. Yüzünde ölüm korkusunun belirtileriyle kutsal sunağın köşesine tutundu.

 

     Büyük insan Altınağızlı onu himayesine kabul etti. Hayatını tehdit eden tehlike artık yoktu. Altınağızlı onu halkın galeyanından ve her engeli aşıp kiliseye giren askerlerin şerrinden koruyarak kurtardı. Bu cesur çoban Aftrobyos’un üzerine kilise-nin koruma gücünü örttü ve halkın önünde durarak onların bu öfke selini sakinleştir di. O gece Aftrobyos kilisede kalır. Sabahleyin ise kilise yine öfkeli insanların kala-balığıyla doldu. Kutsal ayin esnasında Altınağızlı Aftrobyos’a yaklaşarak heykelin perdesini üzerinden kaldırdı ve onun korkudan titremekte olan hakir suratını halka gösterdi. Ve bu canlı örnekten yola çıkarak, vaazları arasında, yersel güç ve heybet-lerin ve övünçlerin nasıl geçici olduğunu konu alan en anlamlı ve en parlak birini yaptı.

 

     Uzun bir zaman geçmeden Altınağızlı’ya kraliçe Afdoksiya’nın düşmanca tutum-ları ortaya çıkmaya başladı. Aftrobyos’un azlinden sonra en güçlü kişi kraliçe Afdoksiya olmuştu. Bu kraliçe Altınağızlı’ya, kendisi için Arkadyos önünde sıkıntı veren biri gözüyle bakıyordu. Ve kral üzerinde Altınağızlı’nın etkisi vardı. Ve bu tesir Arkadyos için ağırdı ve ona baskı yapıyordu. Arkadyos iyi kalpli ve zayıf ira-deli olduğundan Altınağızlı’nın otoritesine tabi oldu. Ve ona her konuda baş eğerek Altınağızlı’nın her istediğini bazen de kilise ve halka ilişkin isteklerini yerine geti-riyordu. Altınağızlı’nın halkın ahlaksızlıkları ve riayetsizlikleri hususundaki eleştiri ve sözlerine kulak veriyordu. Afdoksiya kadın zekâsıyla bu büyük insanın kendisi için tehlike oluşturduğunu anladı. Bu nedenle de bir vesile ile ondan kurtulmanın yollarını ve fırsatını kollamaya başladı. Böylece aleni bir düşmanlığın ilan edilmesi fazla uzun sürmedi. Altınağızlı’nın israf, giyim, fuhuş ve aristokrat kadınlar hakkın-daki yıldırım eleştirileri, Afdoksiya’ya yakın olanlar tarafından sanki kraliçeye ve onun en yakın dostları aleyhine olduğu şeklinde yorumlandı. Bir vesile ile Altınağızlı kraliçe Afdoksiya ile bizzat bir gerçeği konuştu. Kraliçe tamahkârlığıyla yasal bir neden olmadan dul kadının bağını zorbalıkla alarak kendine mal etti. Zaval-lı dul kadın malını kaybettikten sonra gelip pedere sığındı. Yoksullar arasında dini lidere peder diye hitap edilirdi. Altınağızlı dul kadın ve çocuklarını kimsesizler yuvasına yerleştirdi ve kraliçe Afdoksiya’ya ruhani bir baba olarak çok etkili ve ikna edici bir mektup yazar, oysa kraliçe adaletin sesine aldırış etmez ve bu andan itiba-ren de ruhani yetkileriyle güçlü olan bu dini lideri mümkün olan her vasıta ile yolun-dan çıkarmak için açık bir mücadele başlattı.

 

     Altınağızlı’yı çekemeyenler ve ondan nefret edenler bu fırsattan yararlanarak onu koltuğundan uzaklaştırmak için çalışmaya başladılar. Ve bu çalışmalarına yasal bir şekil vermek için, halk tarafından çok sevilen ve sayılan bu dini lidere düşman olan bazı episkoposlardan oluşan yarı bir konsil düzenlediler ve bu komplonun başında Altınağızlı’ya eskiden beri düşmanlık besleyen İskenderiye Episkoposu Teofilos bulunuyordu. Tarihçiler bu episkoposa ahlakına uygun ve işgal ettiği koltuğu hak etmediğini ifade eden lakaplar takmışlardı. Örneğin <<Mısır’ın yeni firavunu>>, <<Mikrofon>>, <<Atılmış çorap>> gibi.

 

     403 yılının Ağustos ayında beraberinde birçok çeşitli kumaşlar ve diğer değerli hediyelerle birlikte kendisine lazım olacak kişileri satın almak üzere Kostantiniye’ye

geldi. Bu hediyeler, rüşvetler ve komplimanlar sayesinde bu firavun, ruhban sınıfın-dan ve din adamlarından Altınağızlı’ya karşı olan bir gurubu çevresinde toplamayı başardı. Ve bu durum üzerine konsil oluştu. Fakat halktan korktukları için toplantıyı şehirde yapamadılar, boğazın karşı yakasında Halkidonya bölgesinde toplandılar. Ve bu yalancı konsilde, daha önce Altınağızlı’nın haklı sebeplerle ruhban sınıfından uzaklaştırdığı bazı din adamları ve rahiplerin, Altınağızlı aleyhindeki haber ve söy-lentileri dinlendi. Bu konsili fırsat bilen bu kovulmuş ruhban sınıfı mensupları Altın-ağızlı aleyhindeki bütün kin ve nefretlerini dökmeye başladılar. Ve sonunda bu kon-sil birçok yalan ve komik ve aklı utandıran ithamlarla Altınağızlı’yı itham ederek sona erdi. Örneğin bu büyük lideri, kilisenin mallarını çalmakla itham ettiler ki bu şahıs hiçbir şekilde para ve mal kabul etmeyen ve Kostantiniye’nin en fakir adamı idi. Daha önce bütün varlığını yoksullara dağıtmıştı. Ve gerekçe olarak, her şeyi yal-nız başına yediğini, sofrasına hiçbir misafir davet etmediğini ve kraliyetin hiçbir davetine katılmadığını ileri sürüyorlardı. Oysa herkes onun, evinde ekmekle beslen-diğini yaklaşık olarak bilirdi. Ayrıca Altınağızlı’yı, episkoposlar içinde fesat yapmak kilisede ayin yapmamak ve Aftrobyos’u yakalatmakla da itham ediyorlardı. Ayrıca onu Orijanos sapkınlığıyla itham ettiler.  Oysa Altınağızlı’nın düşmanları bu günahtan masum değillerdi ve kendiliklerinden ve başlarında Teofilos olmak üzere Altınağızlı’nın mahkûm edilmesi için seslerini yükseltiyorlardı. Ve bütün bu itham-ların aşağılık ve adice olduğu apaçık belliydi. Ama kral Arkodiyos, kraliçe Afdok-siya’nın etkisinde kalarak bu yalancı konsilin Altınağızlı’yı uzaklaştırma kararını onayladı. Ve onu sürgüne göndermek üzere asker yolladı. Halk galeyana gelip sevi-len bu çobanı savunmaya koştu. Ve Yuhanna’yı mahkûm etmek zulümdür, onu bir şeyle suçlamak mümkün değildir, bütün bu işleri görüşmek üzere yasal ve gerçek bir konsilin toplanması gereklidir gibi sesler yükselmeye başladı. Yuhanna’nın düşman-ları ve ondan nefret edenlerin sebep olduğu bütün bu olaylar ancak bu yolla çözüm-lenebilirdi. Altınağızlı galeyana gelen halkı yatıştırmak ve olması muhtemel kanlı olayları önlemeye çalıştı. Kiliseye gelerek halka bir konuşma yaptı. Çünkü kendisi hiçbir şeyden korkmazdı. Ve şöyle dedi: << Yersel hiçbir tehditten korkmadığım gibi bu dünyanın hiçbir şeyini de istemiyorum. Ben fakirlikten korkmam zenginliği de istemiyorum. Onun için sizden ricam ey sevgili dostlarım sakin olunuz, hiç kimse ve hiçbir şey beni sizden ayıramaz. Zira Allahın bir araya getirdiğini insan ayıramaz. Korkmayınız ve sevginizi bana bu yolla gösteriniz. Rahatsız olmayınız ve en iyisi dua ediniz.>> sevilen çobanlarının bu azim ve sebatını görünce halkın korkusu sakinleşti. Hâlbuki Altınağızlı karşılıklı ebedi sevgiden bahsediyordu. Geçici bir sevgiyi anlatmıyordu. Göksel ülkede ki ebedi buluşmadan söz ediyordu. Bu sözlerle zımni olarak halkına veda etti. Ve o gece gizlice, halka görünmeden evinden ayrıldı. Sahile gidip askerlere teslim oldu.Süratle onu bir arabaya bindirip hızla Kostantiniye sahilinden uzaklaştılar.

 

    İkinci gün Altınağızlı’nın sürgün haberi yayılınca halkta büyük bir heyecan koptu. Ağlayış ve figan sesleri her yerde yükseliyordu. Halkın üzüntüsü tarif edilemeyecek kadar yürekten ve samimi idi. Bu sıralarda Altınağızlı’yı mahkum eden Teofilos ve diğer episkoposlar halkı yatıştırmak için şehre geldiler.Ve halk neredeyse Teofilos’u denize atıyordu.Onunla aynı görüşte olan ve Altınağızlı’nın koltuğuna çıkma cesare-tine yeltenen episkopos Safriyan’ı halk yalnız Altınağızlı’nın koltuğundan değil ay-rıca başkent’ten de kovdu. Bunun üzerine çıkan olaylarda askerler müdahale etmek zorunda kaldılar ve şehir kana bulandı. Halkın gerçek üzüntüsünü ve olayların sonu-cunu gören kraliçe Afdoksiya korkarak paniğe kapıldı ve içinden derin bir pişmanlık duydu.

 

     Suçsuz olduğu halde acı çeken bu büyük dini lideri savunmak için Allah bir

mucize ile ortaya çıkar. Bu sıkıntılı ve tehlikeli gün büyük bir deprem ile sona erer. Bütün Kostantiniye sallanır, binalar yıkılır, ağlama ve inilti sesleri her yerden yük-selmeye başlar. Ve halk bu depremi, aziz bir insana suçsuz olduğu halde zulüm yapılmasına müsamaha göstermenin bir cezası olarak görür. Gecenin karanlıklarında yeraltını vuran sarsıntılar arasından çılgın bir şekilde insan bağırışları geliyordu. << Bu Allahın bize cezasıdır. Eyvahlar olsun eğer çobanımız dönmezse biz hepimiz helak olacağız.>> Ama görünen o ki herkesten çok korkan ve panikten donup kalan kraliçe Afdoksiya idi. Odalarında bulunan her şey çınlıyor, düşüyor ve kırılıyordu. Üzerinde uyuduğu yatak bile sarsıntıdan sallanıp sürükleniyordu. Ve son gününün geldiğini sanarak Arkadyos’a atıldı ve Altınağızlı’yı gecikmeden geri getirmesi için yalvarmaya başladı. Şöyle haykırıyordu: O dürüsttür ve masumdur. Yüce Allah onun intikamını alsın. Ve o sıralarda derhal askerler atlara binip şehrin çevresinde muhte-lif yörelerde Altınağızlı’yı aramaya koyulurlar. Zira başlangıçta onu nerede araya-caklarını bilmiyorlardı. Onu arayanlar ellerinde kraliçe Afdoksiya’nın bir mektubu-nu taşıyorlardı. Afdoksiya bu mektubunda Altınağızlı’yı, halkı bu musibet ve tehli-keden kurtarması için derhal başkente dönmeye çağırıyordu. Mektubunda korku-sundan şöyle diyordu: Senin koltuğundan indirilmene benim karıştığımı zannetme buna inanman için sana yalvarıyorum. Bazı kötü niyetli insanlar sana karşı böyle bir komplo düzenlediler… Vb.

 

     Sürgün edilmesinden üç gün sonra Altınağızlı deniz yoluyla gece Kostantiniye’ye döner. Deniz kıyısı ve sular mucizevî bir şekilde göründüler. Zira bütün şehir onu bekliyordu ve halk sahile koşuştu. Ellerindeki meşalelerden deniz bir ateş yığınını andırıyor, halk bu vaziyette sahili ve şehri doldurmuş aziz Altınağızlı’yı dini teren-nümler ve ezgiler ve ilahiler eşliğinde, zulme uğrayan bu büyük çobanlarını karşılı-yorlardı. Ve Kostantiniye, beklide şimdiye kadar Altınağızlı’yı karşıladığı gibi hiçbir kimseyi bu şekilde karşılamamıştır. Altınağızlı sahile yanaşınca halk onu çok kıy-metli bir mücevher gibi elleriyle havaya kaldırdılar ve katedrale doğru yürüyüp kili-seye geçirdiler ve Patriklik tahtına oturttular. Yorgun olduğundan kısa bir konuşma yaptı ve hristiyanlık sevgisi ve bağışlayıcılığı çerçevesinde kraliçeye teşekkür etti ve cemaatle tekrar birlikte olduğu için sevincini belirtti. Ve geçen iki günün korku ve endişeleri yerine Kostantiniye’de barış ve huzur ve sevinç hâkim olmaya başladı. Bu huzur ortamında birkaç gün geçti. Çünkü Afdoksiya’nın ortaya koyduğu bu barış ve korku ve endişeden dolayı samimi bir duygu idi. Ama bu durum çok kısa ve çabuk bozulmaya yüz tutan bir vaziyetti.

 

     Korku günleri geçti, eski hevesler ve nefretler tekrar eski günlerine döndü. Ama kovulan kibirlik ve ihanetin bu durumu affettiği çok nadir görülen bir şeydi. Ve kısa bir süre sonra böylesi açık ve aleni bir patlamayı kolaylaştıran bir durum ortaya çıktı övünmenin sarhoşluğuna kapılan Afdoksiya kendisi hayatta iken heykelini yaptırma-ya kalkıştı. 403 yılının Eylül ayında,Altınağızlı’nın dönüşünden iki ay sonra başkent-in meydanına, büyük bir sütun üzerinde Afdoksiya’nın heykeli kuruldu. Ve bu me-kân tam Aya Sofya Katedralinin karşısında idi. Ve Altınağızlı genellikle dini ayin-lerini bu katedralde yapardı. Bu heykelin açılış töreninde yarı putperest törenler, eğ-lenceler ve muhtelif oyunlar ve ziyafetlerden sonra heykelin perdesi açıldı. Ve bu törenler birkaç gün bu şekilde sürdü. Müzik sesleri, komedyenlerin gürültüleri ve rahatsız edici bir uğultu, kutsal ayin esnasında kiliseyi tıkıyordu. Altınağızlı, şehrin valisine giderek kutsal kiliseyi herhangi bir yol ile bu çirkin ve kötü eylemlerden korumasını istedi. Ama vali hem sapkın bir hurafe mensubu hem de Afdoksiya taraf-tarı idi. Ve sonraki günlerde bu gürültü ve taşkınlıklar azalacağı yerde artmaya baş-ladı. Bu durum kademeli olarak Altınağızlı’ya karşı idi. Altınağızlı da kendine has bilinen yöntemleriyle vaazlarında bunları şiddetle tenkit etmeye başladı. Ve kilisede bir konuşma yaptı ama bu konuşma elimize geçmemiştir. Ama çağdaşlarının ittifakla belirttiğine göre çok güçlü ve ateşleyici bir vaaz idi. Böylesi sokak eğlencelerinin hiçte yakışık olmadığı ve yerinde bir davranış olmadığını açıklıyordu. Casuslar bunu hemen Afdoksiya’ya ulaştırdılar ve kraliçeye ihanette bulunduğu yönünde bir davayı ortaya sürdüler.

 

    Altınağızlı’nın düşmanı olan dedikoducu ve bozguncular yeniden başlarını kaldır-dılar. Ve 404 yılının Ocak ayında yasal olmayan konsillerini devam ettirmeye başla-dılar. Bu defa Altınağızlı’nın düşmanlarından yalnız Teofilos bu konsile katılmadı çünkü Kostantiniye’ye gelmekten korkuyordu. Ama İskenderiye’deki koltuğundan bu komployu idare ediyordu. Bu sefer durum birkaç ay sürdü. Ama konunun ortaya çıkıp sonuçlanması birkaç kelime ile özetlenebilir. Altınağızlı’yı yargılayanlar bu sefer ilkinden başka suçlar arayışına girdiler. Ama buldukları gerçekler öncekiler gibi alçakça ve adice düzmece yalanlardan ibaretti. Ve sonunda Altınağızlı’nın uzak-laştırılmasına karar verdiler. Yasal olmayan bu konsilin kararını, kral yine ilkinde olduğu gibi Afdoksiya’nın şiddetli etkisiyle onayladı. Karar Altınağızlı’nın zorla koruma altında Kostantiniye’den uzaklaştırılmasını öngörüyordu. Ve o sırada büyük perhizin son haftası yani hristiyanlık aleminin en kutsal hazin haftası idi.Ve gelenek-ler o hafta içinde büyük Cumartesi günü Patriğin, yeni hristiyan olacak olan mümin-lerin vaftiz törenlerini yapmasını gerektiriyordu. Bu defa hristiyanlığa yeni girecek olan müminlerin sayısı çok büyük, yaklaşık üç bin kişiydi. Ve Altınağızlı kilisede iken kutsal vaftiz töreni başladı ve bu esnada korkunç bir olay yaşandı. Askerlerden kalabalık bir gurup ki bunların büyük bir kısmı putperest Trakyalılardan oluşuyordu, kiliseye baskın yapıp bu kutsal mekânı eylemleriyle kirlettiler. Altınağızlı’yı zorla yakalayıp kiliseden çıkardılar ve orada bulunan din adamlarından ve yeni vaftiz olan müminlerden birçoğunu kılıçtan geçirip öldürdüler. O kadar ki vaftiz havuzları kanla doldu. Ve önlerine ne çıktıysa kilise içinde yıkıp döktüler ve kırdılar. Halk bu olay-ları önlemeye çabaladı ama bu durum daha çok kan dökülmesine sebep oldu. Şehrin cadde ve sokaklarında da bu durumlar devam etti. Putperest silahlı askerler sokaklar-da gördükleri hristiyanları acımasızca öldürüyor veya yakalayıp hapse atıyorlardı. Altınağızlı’yı savundukları gerekçesiyle her türlü kötü muameleye maruz kalıyorlar-dı. Hapishaneler bu tip insanlarla dolmuştu. Paskalya gecesini hapislerde terennüm-ler ve ilahiler ile geçirdiler. Kiliseler o gece boş kalmıştı. Zira hiç kimse korkudan cesaret edip kiliseye gidememişti. Hatta kraliyet ailesi geleneklere göre bu gece tam kadro kilisedeki törenlerde hazır bulunurdu. Oysa bu sefer şehirde oluşan bu olaylar ve karışıklıklar nedeniyle bu geceyi evde geçirdiler. 404 yılında Paskalya bayramı-nın karşılanışı Kostantiniye’de böyleydi.

 

     Altınağızlı ikametgâhında askerlerce tevkif edildi. Ve ona sadık sevenleri evinin etrafında nöbet tutuyorlar ve onu koruyorlardı. Ve hiçbir zulme aldırış etmiyorlardı. Satılmış bazı katiller iki defa Altınağızlı’nın odasına girip onu öldürmek istedilerse de onu sevenler tarafından engellenerek linç edildiler. Sonunda Altınağızlı bu duru-ma karşı direnmemeye karar verdi. Çünkü halkı ve şehri yeni musibetlere maruz bırakmak istemedi. Ve kendi iradesiyle yalancı konsilin almış olduğu uzaklaştırma hükmünü uygulamaya karar verdi. Ve Pentakos Pazarı’nda en sadık dostlarına ve kendisiyle birlikte olan bazı ruhban sınıfı mensuplarına kiliseye gidip dua etmeyi teklif etti. Hararetli bir biçimde uzun süre dua etti, sonra da oradakilere şöyle dedi: her şey tamam oldu. Bütün yolumu kat ettim. Ve yakında artık beni göremeyeceksi-niz. Ama size kiliseyi unutmamanızı, sevip saymanızı tavsiye ediyorum. Her ne olursa olsun benim yerime kim geçerse geçsin, bana bağlı olduğunuz gibi ona da öyle bağlı olun. Böylece bana olan sevginizi gösteriniz. Allah bana yardımcı olsun, sizler de beni dualarınızla anımsayın. Daha sonra herkes bir arada olup, üzüntüden ağlamaklı bir halde iken: Biraz burada kalınız, birazcık zihnimi toparlayayım, dedi. Yüzüne haç işareti yapıp çıktı. Kilise meydanında toplanmış olan halkın galeyanı, kiliseden duyuluyordu. Ve halkın dikkatini yöneltmesi için, atın batı kapısına getiril-mesini emretti. Ve bütün halk burada toplandı ve Altınağızlı’nın çıkışını sabırsızlıkla bekliyordu. Ama kendisi gecenin karanlığında doğu kapısından çıkarak limana doğru gitti ve askerlere teslim oldu.

 

     Halk kilisenin batı kapısı önünde uzunca bir süre bekledi. Ve sonunda şüphelene-rek galeyana gelip kilise meydanının kapısını kırdılar ve içeri girdiler. Bu sırada as-kerler ortaya çıkarak kilisede kanlı çarpışmalar başladı ve her yer kana bulanmıştı. Altınağızlı’yı koruyan ve savunan halk ise Altınağızlı’ya kötü bir şey olduğunu zan-nederek karışıklıkları şehrin caddelerine taşıdılar. Ama gerçek halka anlatılınca limana doğru ilerleyip akmaya başladılar ve Altınağızlı’yı başkentten ve ona sadık insanlardan uzaklaştıran gemiyi uzaktan görebilme imkânına sahip oldular.

 

     Ağlama ve feryat sesleri sahilde ve denizin üzerinde yükseliyor ve halkın üzüntü-

sü sınır tanımıyordu. Bu seferde Tanrı gazabının alameti göründü ve Kostantiniye’yi sardı. Gökyüzünde bu güne kadar görülmeyen garip bir kara bulut fırtınası oluştu ve korkunç bir gök gürültüsü meydana geldi ve aşırı irilikte bir dolu yağmaya başladı ki gök gürlemelerinden şehir sallanmaya başladı ve yağan dolu insanları öldürecek ve hayvanları telef edecek hıza yetişti. Katedral üzerinde yoğunlaşan şimşekler kilise üzerinde duman bulutları ve kıvılcımlar oluşturmaya başladı, alevler şehrin ortasın-daki meydana kadar uzanarak şehrin süslü binası olan halk meclisi binasını sarmaya başladı. Kızgın alevlerin ısısından binanın kurşun tavanları erimeye başladı. Ve eriyen kurşun yerlerde akıntılara sebep oldu. Sütunlar, heykeller, mermerler, altın, bronz ve gümüşler eriyerek kırıldı ve alevden kütlelere dönüştü. Ve şehrin en gör-kemli binaları yıkıntıya dönüştü. Kraliyet sarayı da zarar gördü ve özellikle de kraliçe Afdoksiya’nın odaları en çok zarara uğrayan bölümlerdi.

 

     Altınağızlı’ya karşı olan kin ve nefretten dolayı yüreği taşlaşmış olan kraliçe Afdoksiya, ilahi ikazı bu kez de anlamak istemiyordu. Herkes yangınlarla meşguldü özellikle de kraliçe yalnız gece değil bütün gündüz bu karmaşayla uğraştıkları için Altınağızlı’yı unuttular. Ve yangınlar durulunca Altınağızlı Kostantiniye’den uzakta, kraliyet muhafızlarının korumasında boğazın karşı yakasından İznik’e doğru yol alıyordu. 404 yılının yirmi haziran günü Altınağızlı’nın sürgünü tamamlanmıştı ve bir hafta sonra yani 27 Haziran günü onun yerine yeni halefi atandı ve bu evrensel hatip’in koltuğuna Arzak adlı yaşlı ve acemi bir kişi oturdu. Ve çağdaşlarının Altın-ağızlı’ya << Çok konuşkan balık >> lakabını takmaları boşuna değildi. Ve görünüşte Altınağızlı’nın düşmanları zafer kazanmıştı. Ama bu çok uzun sürmedi. Allahın adaleti onların birçoğundan intikam almıştı. Mesela, Altınağızlı’yı mahkûm eden episkoposlardan biri konsil toplantısından dönüşte attan düşerek öldü. Bir diğeri yara akıntısı hastalığına yakalandı ve daha hayatta iken onu kurtlar yedi, bir üçüncüsü bilinmeyen bir hastalıktan ötürü dili şişti ve boğularak öldü. Birisi de konsil toplantı-sında iken ayağındaki çıbana basılır ve bu hafif sebep acıları kangrene çevirir ve sonunda ölümüne neden olur. Ve sonunda Altınağızlı’nın sürgününden üç buçuk ay sonra kraliçe Afdoksiya ansızın doğum zorluklarından ölür.

 

    Sürgüne gönderilen Altınağızlı’ya neler olur? Altınağızlı’nın başına gelen olayları tarih sırasına göre kısaca takip edelim. Ömrünün geri kalan son üç yılı sürekli sıkıntı ve zorluklarla geçer. Onu çekemeyenlerin kin ve nefreti sürgünde bile ona rahat ver-medi. Onu daha uzak yerlere yaşanmaya müsait olmayan vahşi yörelere gönderiyor-lardı. Onu İznik’ten Kokoza denilen yere gönderdiler. Daha sonra Arafis ve sonunda Komana yöresine gönderirler. Böylece Aziz Yuhanna yerden yere götürülüyor ve barbarca bir zulme tabi kalıyordu. Örneğin İznik’te henüz rahatlamadan Kokoza’ya gitmeye zorladılar. Yol uzak ve katlanılması zordu. Ve bir yerden bir yere nakledilir-ken putperest muhafızlar arasında yayan olarak yürümek zorundaydı. Şehrin içinden geçilmiyor fakat dış bölgelerden mesken olmayan yerlerden gidiliyordu. Güneşin yakıcı ışınları altında Altınağızlı kırk gün boyunca yürüdü. Malarya hastalığının acılarıyla ve yolda yalnızca tuzlu suya batırılmış küflü ve kuru ekmek yiyerek Kapa-dokya kayseriyesine vardı. Ve bu şehir Altınağızlı’ya dinlenmek için muhteşem bir yer olarak göründü. Çünkü bu şehirde yaşayanlar Altınağızlı için çok şeyler duymuş-lardı. Bu nedenle onu sevinçle ve saygıyla karşıladılar. Ama şehrin Episkoposu Altınağızlı’nın düşmanlarından biriydi ve derhal onun şehirden uzaklaştırılmasını istedi. Ve bu şehir civarında, Küçük Asya’da büyük bir korku yaratan İsovriler adında bir dağlı kabile yaşıyordu. Denizde korsan, karada ise eşkıyalık yapıyor ve saldırılarda bulunuyorlardı. Bu yolda ilerlemek bu korsan ve eşkıyaların eline düşmek ve ölmek demekti. Bütün bunların üzerine Farstri geceleyin şüpheli şahıs-lardan oluşan bir gurup gönderip evin etrafını sardırdı ve kapıları kırarak evi yak-makla tehdit ettiler. Ve aynı gece Kayseriye’yi terk etmek ve uzaklaşmak zorunda kaldılar. Fakat bu tehlikeli gece yolculuğu Allaha şükürler olsun ki selametle sona erdi. Ve Kayseriye’den birkaç mil uzaklıkta korumlar arasında gündüz dinlenme fırsatını buldu. Sonra geceleyin bu yerden kaçmak zorunda kaldılar. Gittikleri yol dar ve çölde kayalık ve sürekli yuvarlanan taşlarla döşenmiş bir yoldu. Dikkatli ve yavaşça bu yolda ilerliyorlardı. Burada Altınağızlı’ya binmesi için verilen hayvan zorlanarak düştü ve Altınağızlı da düşerek bayılır. Muhafızlar onun öldüğünü sandılar. Oysa Altınağızlı tekrar ayıldı ve yoluna sürünerek de olsa devam etmek zorundaydı.Gittikleri yol çukurlar, vadiler ve sellerin sebep olduğu yarıklarla dolu tehlikeli bir yoldu. Ve otuz gün geçtikten sonra Altınağızlı Kokoza’ya varır. Bu şehir dağlık bir sınır bölgesinde düzlük bir arazi üzerinde idi. Ama Altınağızlı’nın zorluklarını taşıyamayacak ve sağlığını yok edebilecek bir şehirdi. Dinlenmek için gerekli hiçbir şey yoktu. Harami ve hırsızların saldırılarından daima korkulurdu. İnsanların uğrama imkanı olmayan bu gizli mezarda Altınağızlı iki yıldan fazla yaşadı. İzor korsanlarının Kokoz’a saldırılarından dolayı Altınağızlı 405 yılının kışında dondurucu soğukta dağlık Arabis bölgesine sığınmak zorunda kaldı. Yol olmayan bu bölgede karla dolu dağlık çukurlukları aşmak zorundaydı. Bu bölgede birkaç ay saklandı. Bu bölge her tür hapisten daha yorucuydu. Bölge sakinleri unutulmuş, ihmal edilmiş, acılar çeken ve açlıktan ölen insanlardı. Kokoz’da yaşam Altınağızlı için sürekli bir mücadele yaşamı idi. Dostlarından birine yazdığı mektupta şikayet etmek maksadıyla değil ama yaşadığı ortamı belirtmek üzere şöyle der: Ölüm kapısından dönerken sana bunları yazıyorum. Burada çok çetin ve zor bir kış geçirdim ve ölülerden daha beter bir haldeyim. Yalnızca acı ve acı duyuyordum. Haftalarca yataktan kalkamadım. Soğuktan korunmak için eski elbiselerimden ne bulduysam onlara sarıldım ateş yakıp o dayanılmaz duman içerisinde ısınmaya çalıştım. Bundan başka baş ağrıları ve kusmalar bana büyük rahatsızlıklara sebep oldu. Bütün bu olumsuzluklar ve meşakkatlere karşın Altınağızlı yumuşak huylu-luğunu ve sükûnetini muhafaza ederek gazaba gelmedi. Ve kendini tanrının iradesine tam anlamıyla samimi bir şekilde teslim etmişti. Ve ağır haçını sızlanmadan fakat sevinçle taşıdı çünkü o haç, yaşamında refakatçisiydi. O zaman yazmış olduğu mektuplar mucizeleri çağrıştırıyordu.  Ve satırları arasında cesaret ve yüreklilik fışkırıyordu. Ve görünüyor ki bu büyük insan dünyanın alışıla gelen en büyük tecrü-belerinden daha yükseklerde durdu. Ve insan nefsinin küçüklüğünden kaynaklanan sıkıntı şikâyetlerine asla mecal vermedi. Mektuplarından birinde şöyle haykırır: Acılar esnasında ümitsizlik neden? Bizler için bizden daha fazla acı çeken efen-dimizin söylediği kutsal kelimelerden metanet ve sebat gücü kapmamak mümkün mü? Zulüm ve işkence esnasında efendimiz İncilini müjdelerken bizler nasıl olurda ümitsizliğe düşüp şikâyet ederiz? Ve bir diğer mektubunda dostlarına şöyle yazıyor: beni başkent’ten kovdular ama hiç önemli değil, beni nereye sürgün ederlerse etsin-ler, her yerin sahibi tanrıdır. Ve bana ne yaparlarsa yapsınlar ben her şeye hazırlık-lıyım. Beni doğramaya kalksalar İşaya emsalimdir. Beni denize atmaya kalksalar fikrimde hep Yunus Peygamber var. Beni yakmak isteseler, yakılmak istenen üç delikanlıyı düşünürüm ve beni vahşi hayvanlara atmak isteseler Daniel Peygamberi anımsarım. Ve Altınağızlı’nın düşmanları her yerde ve her vesile ile onun, açgözlü kibirli ve koltuğuna geri dönme arzusuyla yanıp tutuşan ve kendilerini cezalandır-mak isteyen bir kişi olduğu söylentilerini yaydılar. Oysa Altınağızlı Kokozadan dostlarına yazdığı mektupların birinde şöyle diyor: Beni buradan almak gibi zor bir fikir kimsenin aklına gelmesin ve bunun bana yapılmış bir iyilik olduğunu kimse zannetmesin. Ve bir başka mektupta şöyle der: Kalbim acılarda büyük ve ciddi bir teselli hissediyor. Onun içinde benim hazinem saklı. Ben seviniyorum ve beni bu derecedeki acılarla nimetine layık kılan efendimize yücelikler sunuyorum.

 

     Sürgün edilen bu aziz işsiz kalmadı. Kendini sağlıklı hissettiği günlerde çalışmak için müthiş bir azim ve sevgi ortaya koyuyordu. Bundan daha önemlisi, eski dostları ve bazı episkoposlar ve rahiplik cemiyetleri ile yapmış olduğu geniş yazışmalar ve her kesimden hristiyanların kendisine yöneltmiş olduğu sorulara ilişkin cevaplar hazırlaması çalışmaları ile Altınağızlı sürgünde de kilise yaşamı açısından büyük bir faktör olarak kaldı. (Altınağızlı’nın elimize geçen mektupları yaklaşık olarak 250 tanedir. Ve bunun bir çoğu teolojik konuların açıklamasına yönelik güçlü ve sağlam yazılardır.)

 

     Bu sıralarda meskûn mahallerin etrafında, barbar, yabani ve putperestler arasında yaşarken, bütün itina ve özenini, ölümün karanlığında bulunan bu insanlar arasında müjdeleme faaliyetlerine yöneltti. Tam teşekküllü misyoner cemiyetleri ve gurupları oluşturdu. Ve bunları Finikelilere, Perslere ve Got’lara ve başkalarına gönderiyordu. Ayrıca kendisine yardımlarda bulunanlardan sağladığı birçok geliri bu guruplar için harcıyordu.

 

     Hayatta kalan düşmanlarının kin ve nefreti onu sürgünde de takip etse, bütün hristiyanlık âleminden saygı, sevgi, şöhret ve övgüler Altınağızlı’yı bu uzak ve yaşanmaz olan sürgün yerinde daha çok takip ediyordu. Altınağızlı sürgün hayatına giderken yollarda birçok hristiyanlar onu büyük bir misafirperverlikle ve saygıyla, insanlığın büyük ve yüce bir şahsiyeti olarak karşılıyorlardı. Örneğin: Kayseriye halkı onun suçsuz yere zulme uğramasına ağlıyorlardı ve birçok kez ona şöyle derlerdi: Senin altın ağzın susacağına, güneşin kararması daha evladır. Altınağızlı Kokoza’da yerleşince, onu ziyaret eden kalabalıklar ve özellikle de Antakya ve Kos-tantiniye’den gelenler, bu ıssız ve insanların şimdiye kadar duymadığı bu bölgenin yollarını çizmeye başladılar. Ruhani âlemin insanları ve rahipler, episkoposlar, mü-min kadınlar guruplar halinde Kokoza’ya geliyorlardı. Uzak doğudaki bütün sadık din adamları gizli ve aleni bir şekilde Altınağızlı ile irtibat kuruyor öyle ki, bu aziz kilise lideri sürgünde bile bütün hristiyan âlemi için kilisenin en güçlü temsilcisi ve nüfuz sahibi haline geldi. Ona çok değerli hediyeler ve çeşitli malzemeler gönderi-yor veya kendileri getiriyorlardı. Bütün bunları son kuruşuna kadar hayır işlerinde ve müjdeyi yayma faaliyetlerinde harcıyordu. Ona saygı duyanlar gönderdikleri yüzler-ce mektuplarında Altınağızlı’dan bir nasihat, bir tavsiye ve en azından onları bere-ketlemesini talep ediyorlardı. Kısaca, sürüsünden uzaklaştırılan ve sürgüne gönderi-len bu büyük çobanın nuru sönmedi aksine insanlık için büyük bir nur olarak ortaya çıktı. Ve hakir bir şehir olan Kokoza, Kostantiniye’den daha yüce bir şehir haline geldi. Çünkü büyük insanlardan bir deha’yı barındırıyordu. Fakat Altınağızlı’ya düşman olan kesimin birçok önemli ileri gelenleri ölse de hala kalabalık ve güçlüydü Ve Altınağızlı’nın görünebilen zaferini görmenin ezikliğini hissediyorlardı. Utançla-rından ve korkularından şöyle diyorlardı: Bu mağlup ve ölü adama bakın, yaşayanlar ve onu mağlup edenler için korku veren biri haline geldi. Ve hristiyanların Kokoza-ya Altınağızlı’nın yanına geldiklerini gördükçe de o zamanın meşhur deyimini sık sık dile getiriyorlardı: << Bütün Antakya Kokoza’da>>

 

     Altınağızlı’nın bu geniş şöhreti düşmanlarını, <<Dünyanın meşalesi>>’ni (O sıra-larda Altınağızlı bu lakapla anılırdı) daha uzak, gidilmesi zor karanlık ve korkunç bir yere saklama çabalarına sevk etti. Bu sayede Altınağızlı’nın ölüm sessizliğine gömü-leceğini ümit ediyorlardı. Bu düşüncelerinde eskiden olduğu gibi kral Arkadyos’un zayıf kişiliğine güveniyorlardı.Ve 407 yılında Altınağızlı’nın Biyton denilen, ülkenin uzaklarında ıssız, korkutucu ve yakıcı bir bölgeye nakledilmesi emri çıkar. Bu böl-geye barbar zorbalar egemendi. Bu karar Altınağızlı’nın düşmanlarınca planlanmış ve hazırlanmış bir idam kararı hükmündeydi. Ve her şey görüldüğü gibi bu barbarca amaca mümkün olan süratle ve yöntemlerle ulaşılması için hazırlanmış ve garanti altına alınmıştı. Yaşı altmışa varmış hastalıklarla ve belalarla mücadele eden bu adamın böylesi zor ve meşakkatli yolculuğa çıplak ayaklarla ve yayan olarak derhal çıkması için emirler hazırlandı. Gücünü aşan bir hızla bu yolculuğa çıkması istendi. Ve kendisine refakat etmesi için iri yarı, şefkat ve acıması olmayan iki putperest muhafız tayin edildi. Ve her ikisine de bu şahsın gidilecek yere sağ veya ölü olarak varmasının önemli olmadığı açık bir dille anlatıldı. Açıkça onun ölümüne karar ver-dikleri anlaşılıyordu. Ama bu kararları cinayet olarak isimlendirilemezdi. Ve Altın-ağızlının onların bu gayesini anladığından şüphemiz yoktu. Buna rağmen bu mazlum ve suçsuz insan yeni şehitlik yolculuğuna ruhsal bir güçle başladı. Bu yolculuk onun için kuvvetli bir ölüm yolculuğu olarak adlandırılabilir. Altınağızlı’nın bu ızdırabı ölümünden üç ay öncesine kadar sürdü. Kuvveti tükenmiş yaşlı bir insan için çok el-verişsiz şartlarda ve yolda hiç durmadan devam eden bu yolculuk doksan gün sürdü ve sonunda Komana adlı bir köye varılır. ( Bu köy Rusya sınırları içinde Kafkas dağları üzerinde ve Kuzey Karadeniz sahillerinden uzak olmayan bir yerdi.) Buraya varıldığında Altınağızlı artık ömrünün son demlerini yaşıyordu. Birkaç fersah ötede Aziz Vasilik’in gömülmüş olduğu bir kilise vardı. İşte bu kutsal yerde Altınağızlı durur. Çünkü artık yolda yürüyecek gücü kalmamıştı. Ama yanındaki iki zorba muhafız onu yürümeye zorladılar ama çok geçmeden bu Aziz pederin ölüm anının yaklaştığını anladılar ve onu elleriyle taşıyarak Aziz Vasilik Kilisesine geri getirdiler

 

     Aziz Altınağızlı geriye kalan gücünü toplayarak kilisede durdu ve beyaz elbiseler isteyerek onları giyindi ve kutsal kominyonu aldı ve duasını uzattı ve duyulacak bir sesle efendisine yeryüzündeki son yalvarış ve yakarışlarını dile getiriyordu. Ve hızla sesi zayıflamaya başladı sonra durdu ve bedeni kilisenin zeminine eğildi. Ve yavaşça ve alçak sesle şöyle dedi << Her şey için Allaha şükürler olsun >> Ve haç işaretini yaptı ve yavaşça fısıldayarak <<Âmin>> dedi. Ve bu kutsal son sözler ile Altınağız ebedi olarak kapandı. Ve bu aziz şehidin ruhu, hastalık, acı ve kederin olmadığı göksel evine uçtu.

 

     Bu olay on dört Eylül 407 yılında oldu. Bu günde hristiyanlar Kurtarıcının acı ve ızdırabını ve ölümünü anarak Mesih’in kutsal haçına secde ederler. Bu büyük dini liderin ölüm haberi süratle her yere yayılır. Her yöreden birçok insanlar Aziz Altın-ağızlının cesedine secde etmek üzere Komana bölgesine koşarlar. O kilise pederleri için büyük bir öğretmendi. Ve Altınağızlı’nın cesedi, mutlu sona erdiği Aziz Vasilik Kilisesinde şehit Aziz Vasilik’in kemikleri yanında gömülür.

 

 

  1. S O N S Ö Z

 

 Zaman geçti, Altınağızlı’nın düşmanları ve onu sevmeyenler birbiri ardına ölerek mezara gittiler. Ama kendisi sanki daha da gelişiyor daha da yüceliyor ve yeryüzün-de yükselerek şöhreti halk arasında gittikçe yayılıyor, bu ender rastlanan dini liderin hatıraları ve mücadele hayatı ile mucizevî ve merhametli işleri, öğretileri ile suçsuz yere şehit edilmesi geniş yankılar uyandırıyordu. Bütün bunların üzerinden otuz yıl geçti. Onu anma gününde dördüncü halefi olan Patrik aziz Brokles ona övgü dolu bir konuşma yapar. Halk Patriğin konuşmasını bağırtılarıyla keserek şöyle haykırıyordu: Yuhanna’yı bize getirin. Babamızın cesedi bizim yanımızda olsun istiyoruz.Brokles-te halkın bu isteğini imparatora iletir. Mümin olan yeni imparator ikinci Teodosyos, bütün ruhban sınıfıyla ittifakla halkın bu isteğini yerine getirmeye karar verdi. Aziz Yuhanna’nın cesedinin Kostantiniye’ye getirilmesi için anlaşma yapılır. 438 yılında imparator, Altınağızlı’ya hitaben yazılmış bir mektupla birlikte Komana’ya resmi bir heyet gönderir ve cesedi büyük bir saygıyla kilisedeki mezarından çıkartılır. (Ve be-deni çürümemiş olarak bulunur). Naaş’ı önünde kralın yazdığı mektup okunur ve bu mektup Altınağızlı’nın elleri arasına tutturulur. İmparator Teodosyos bu mektubunda şöyle yazmış: Ey evrensel öğretmen, ey ruhani pederim sana bu yalvarışlarımı sanki hayattaymışsın gibi takdim ediyorum. Bizi affet ve bize dön. Sevilen bir baba olarak seni sevenleri gelişinle mutlu et. Sana emretmiyorum, fakat sana yalvarıyorum ey onurlu peder seni bekleyenlere kendini hediye et. Sana ait olanlara barışla gel ve seninkiler seni sevgiyle kabul eder. Bu değerli cevheri taşımak ve veda etmek için büyük kalabalıklar toplanır. Ve bu günlerde ilginç birçok mucizeler meydana gelir. Örneğin, bunlardan şaşılacak olan birisi şöyle: Altınağızlı’nın cesedi mezarından çıkarılırken, topal bir insan kalabalığı yarıp mezara yaklaşır ve büyük bir iman ve hamasetle cesedi sardıkları kumaş parçasına yapışır ve onu topal olan ayağına sürer. Ve o anda ayağı şifa bulur ve düzelir.

 

 Kraliyet heyeti aziz Altınağızlı’nın cesediyle birlikte gecikmeden hareket eder ve Komana’dan başkente doğru yol almaya başlar. Bu büyük liderin bu seferki başkent Katedraline dönüşü en büyük mertebeden bir törenle olur. Ve yolda Altınağızlı’nın cesedini taşıyan halk gittikçe kalabalıklaşır. Ve Komana’dan başlayan bu uzun mesafede omuzlar üzerinde taşınır. Ve bu büyük kortej boğaza yaklaşınca, bundan önce Altınağızlı hayatta iken dönüşünde meydana gelen olaylar bu defa da oluşur. Denizin suları, sahile yaklaşan sandalların doldurduğu ve sayılamayacak kadar kala-balık olan hristiyanlardan dolayı canlı bir alana dönüştü. Sahili dolduran kalabalık ellerinde meşaleler ve sevinç haykırışları ve ilahiler eşliğinde dini liderlerini ezgiler-le karşılıyorlardı.Aziz Yuhanna’nın cesedini imparatorluğun görkemli yatı taşıyordu.

 

Yat, sakin sularda yavaş yavaş başkente doğru ilerliyordu. Ve karşı tarafta bütün Kostantiniye sahile taşınmıştı. Ve en başta imparator ve kraliyet ailesi bulunuyordu. Kutsal naaş’ı kiliseye getirildi ve ortada Patriklik tahtına yerleştirildi. Bu tahtta daha önce Altınağızlı oturur ve vaazlarını bütün halka buradan verirdi. Altınağızlı’nın gürleyen sesi bu koltuktan bütün insanlara yayılırdı. İmparator kırmızı kaftanını üzerinden çıkarır, saygıyla yaklaşarak Altınağızlı’nın cesedini kaftanıyla örter ve önünde kız kardeşi ve kızı ile birlikte diz çökerek gözyaşlarıyla ve yüksek sesle bu bağışlayıcı azizden anne ve babasının suçlarını bağışlamasını talep eder. Arkadyos ve Afdoksiya’yı affetmesini ondan diler. Çünkü onun çok acı ve ızdırap çekmesine sebep olmuşlardı. Sonra kutsal sunak önünde onun için hazırlanmış olan tabuta yak-laşıldığında Patrik Brokles, azizin başını eliyle kaldırarak herkesin önünde halkla birlikte haykırırlar: Ey çok kutsal olan babamız koltuğunu tekrar kabul et. Böylesi dinsel duygularla dolu olan halk ağlar. Hristiyanların bu ruhsal duygularının ve sevinçlerinin sözlerle ifadesi mümkün değildi.

 

  1. Altınağızlı Yuhanna ve Çağ’ı

  Prof. Leonid Biserev’ dan

 

      407 yılının on dört Eylül günü, meçhul bir Ermeni yöresi olan Deskra’nın Komana şehrinde Aziz Vasilik kilisesinde ve ağır sürgün şartlarında, imparatorluk merkezi Kostantiniye patriği ve kilisenin ünlü ana direği Aziz Altınağızlı Yuhanna ölümsüzlüğe kavuştu. Hiç kimseye iltiması olmayan iyi bir çoban ve İsa Mesih gerçeğinin sarsılmaz savunucusu. Canlanmanın ve ahlakın nabız atışlarında eşi olmayan, sivrilen ruhani hatip, güzel konuşmalarıyla onu dinleyenleri mest eden bir lider. Konuşmalarında, hitabet yeteneğinin güzel örneği, Mesih İncilinin gerçeğine ait kelimelerle canlanan temiz hristiyan yüreğinin hararetini her zaman görebiliriz.

 

     Bugün biz bu meşhur ve mutluluk veren hristiyanlık hizmetkârrının ölümünden yaklaşık bin beş yüz yıl uzaktayız. Onun hakkında iki görüşe sahip olmamız müm-kün değil. Dini lider Altınağızlı’nın kişiliği hakkında tarih, çok uzun zaman önce adil hükmünü vermiştir. Ve bütün hristiyanlık âlemi çeşitli mezhepleriyle birlikte mümtaz bir ittifakla bu büyük insanın başını defne dallarından görkemli bir taç ile onurlandırır. Azamet ve ölümsüzlük halesiyle de kişiliğini çevreler. Katolik kilisesi Altınağızlı’nın 1500.cü jübilesi münasebetiyle birçok törenler düzenledi. Ve Orto-doks Kilisesi bütün dünyada onun adını büyük bir saygı ile yüceltir. Eğer düşün-cemizle uzak geçmişe döner Altınağızlı’nın yeryüzünde yaşadığı dönemdeki hayatını takip edersek açıklıkla onun hizmetini tamamladığı dikenlerle döşenmiş yolları görürüz. Bu yollar onu sürgüne ve kovulmaya kadar götürdü. Bunun utancı tabiî ki Altınağızlı’ya değil fakat onun iktidar sahipleri olan hasımlarına aittir.Altınağızlı’nın son günleri kilise tarihinde hüzün verici sayfalardan oluşur. Çünkü Altınağızlı’nın mahareti zirveye varınca ve onun ahlaki yönü iyi bir lider çoban olarak çevresinin karanlık sayfalarına büyük bir özellikle resmedilince ve halkının gönüllerini ve yüreklerini kazanınca ve putperestler belirgin bir dehşetle onun kişiliğine karşı kin ve nefret duymaya başlayınca gerçek üzüntülerini şöyle dile getirdiler << Hristiyan-lar onu bizden kaçırdılar>>. Altınağızlı hristiyanlığının zafere ulaştığı böyle bir dönemde, zorluklara katlanmak ve başına gelen birçok musibetlere maruz kalmak zorunda kaldı.Ve süratle kraliyet mensuplarının jurnallerine kurban olarak diz çöktü. İradesi çok zayıf ve kişiliksiz bir kral olan Arkadyos zamanında iradenin iplerini elinde bulunduran intikamcı kraliçe Afdoksiya bunları kolluyor ve koruyordu. Zira bu temiz ahlaklı prensiplerine bağlı ve alçaklık bilmeyen Aziz, dedikoducu kraliyet mensuplarına ağır bir ahlaki yük olarak göründü. İkinci Babil olan Kostantiniye’de bulunması zorlarına gidiyordu. Düşmanları, bu nefret ettikleri << Yeni Katon>> dan kurtulmak için bütün yollara başvurdular. Çünkü Altınağızlı zayıf halk arasında bu sıralarda sınırsız bir ahlaki etki kazanmıştı. Ayrıca hristiyanlık yaşamının yüce ahlak hedeflerine değer veren her kesim içinde de aynı etkiyi pekiştirmişti. Oysa ruhban sınıfının üst kademelerinde İskenderiye Patriği Teofilos, Birya(Halep) Episkoposu Akakyos, Gafal Episkoposu Serabiyon gibi şahıslar kişisel kinleri sebebiyle Altın-ağızlı hakkındaki karara, sanki kilisenin yasal hükümlerine uygun bir şekil vermek için anlaştılar.

 

     Bu amaçla da 403 yılında Halkedonya’da, tarihte << Sindiyana Konsili>> olarak bilinen bir konsil topladılar. Bu konsile Mısır’dan birkaç episkopos katılır. Bunlar bir taraftan Afdoksiya ve diğer taraftan da diğer episkoposlar tarafından korunuyor-lardı. Teofilos’un başkanlığında, Serbiyon, Akakiyos ve Kirinos’tan oluşan konsil Altınağızlı’nın patriklik koltuğundan kovulmasını kararlaştırır. Ve Altınağızlı’ya isnat edilen en önemli suç kraliçe Afdoksiya’ya karşı saygılı olmaması. Zira vaazla-rından birinde Altınağızlı, kraliçe Afdoksiya’yı İzabel’e benzeterek ona hakaret etmiş ve kraliçeyi Ezoksiya (Yüce olmayan anlamında) olarak adlandırmış. Konsil üyesi episkoposlarda bunu kendi ithamlarına dayanak olarak gösterirler. Bunlara ila-veten birtakım sapkın görüşleri Altınağızlı’ya mal ederek onu itham ettiler. Güya onun himayesinde, Orijenos adlı din adamının taraftarları olan Orijenosların fikirle-rinin gelişmesi ve yayılması mümkün olmuş. Teofilos’un hileleri sonucu bu episko-posların kafalarına bu sıralarda karanlık bulutlar toplanmıştı. 39 Episkopostan oluşan bu konsil’in, Altınağızlı’yı suçlayıcı hükümlerine imparatorun onayını almak zor bir şey değildi. Çünkü onları koruyup kollayan kraliçe Afdoksiya idi. Altınağızlı’nın koltuğundan indirilmesine hükmedildi. Ve sürgüne gitmesi gerekiyordu. Ama bu sefer fırtına hayırlısıyla sona ermişti. Kostantiniye civarında muhafızların arasında bulunurken, büyük bir deprem meydana gelir ve başkentin birçok binası yıkılır ve Afdoksiya Altınağızlı’ya karşı yapmış olduğu hatadan pişmanlık duyar ve nasıl ki hızla mahkûmiyet kararı alınır aynı hızla bu defa hükmün iptaline karar verilir. Ve 65 episkopostan oluşan bir konsil toplanır ve Sindiyana konsilini mahkûm eder ve Altınağızlı halkın ve ruhban sınıfının sevinç ve coşkusu arasında tekrar patriklik koltuğuna döner ama kısa bir süre için. Afdoksiya, içindeki tanrı gazabı korkusunun zayıflamasından ve Ayasofya kilisesi karşısındaki meydan da yaptırmış olduğu gümüşten heykelinin açılış törenlerini ateşli konuşmasında Altınağızlı’nın eleştirme-sinden sonra Altınağızlı’ya karşı olan nefreti tekrar alevlenir. Altınağızlı, o ateşli konuşmasından sonra kendini tekrar tehlikeye atar ve çeşitli zulümlere maruz kalır. Bu seferde aynı düşmanları sahneye çıkar, Teofilos, Akakiyos, Serabiyon ve Kirini.

 

     Bu sefer özel bir konsil toplanmasını gerekli görmezler. Bir önceki Sindiyana konsilinin belirlediği şekilde konuyu tartışırlar. Ve Altınağızlı’ya hakkında verilmiş olan hükme aykırı bir yolla tekrar koltuğuna döndüğü tebliğ edilir ama bu itham şekil açısından doğru değildi. Zira 65 episkoposun oluşturduğu konsil Sindiyana konsilinin Altınağızlı hakkında vermiş olduğu hükmü iptal ederek Onu, Kraliçe Afdoksiya’nın ısrarıyla tekrar koltuğuna oturtmuştu. Ama Teofilos ve çetesi görüş-lerini imparator Arkadyos’un imzasıyla onaylatmayı başardılar ve Altınağızlı koltu-ğunu muhakemesiz olarak tekrar terk etmek zorunda kaldı. Ve bu kez Altınağızlı’nın muhaliflerinin insafa gelmeleri konusundaki çabaları ile genel bir kilise konseyinin önünde yargılanma girişimleri boşunaydı. Zira konu, kraliyet görevlileri ve dediko-ducuların ellerindeydi. Halkın büyük bir kesimi ve ruhban sınıfının çoğunluğu Altınağızlı’yı mahkûm edenlere meyilli değildi. Kostantiniye halkı ve ruhban sınıfı-nın, Altınağızlı’ya yapılan zulme karşı gösterdiği protestolar inkâr edilemezdi.

 

     Bu esnada Altınağızlı’nın durumu zorlaşıyordu. Zira imparator Noel Bayramında Altınağızlı’nın elinden kominyon almayı reddetti. Büyük Cumartesi günü Ayasofya kilisesinin vaftiz bölümünde, sayıları üç bin kişi olarak belirtilen bir katliam olayı yaşandı. Katliamda yaşamını yitiren bu insanlar Altınağızlı’nın eliyle vaftiz olmayı bekliyorlardı. Bu kötü ahlaklı cani askerler aldıkları emri acımasızca yerine getirdi-ler ve aynı kilisede birçok hristiyanı da, Altınağızlı’yla birlikte olmayı ret ettikleri gerekçesiyle öldürdüler. Kutsal kominyonda bu putperest Trakyalı askerlerin elleri ile kirletildi. Altınağızlı’nın hayatına iki kez kastedildi. Ama dostları uyanık kalarak onu bu iki öldürme girişiminden korudular. Ve sonunda 404 yılının beş Haziran günü imparator Altınağızlı’nın azledilip sürgüne gönderilmesi kararını verir. Ve kili-sesinin selametini ve huzurunu her şeyin üstünde tutan bu uysal ve halim lider, ken-diliğinden inatçı düşmanlarının gücüne teslim olur ve gizlice halkın haberi olmadan Patrikhaneden uzaklaşır. Yakın dostlarından birkaçının refakatinde ve boğazın tepelerinde kendisini bekleyen görevlilere teslim olur. Ve bu şekilde kilisenin meleği Altınağızlı, Kostantiniye Kilisesi vaaz kürsüsünden ebediyen uzaklaşır. Patrikhane-den ayrılışını o kadar gizli tutar ki, halk bile liderinin bu şekil kaçırılmasını ancak boğazın karşı yakasını muhafızlar eşliğinde geçtikten sonra öğrenebilir. Halkın bu acı veren olaya cevabı büyük ve korkunç protestolarla olur. Başkentte büyük bir kargaşa çıkar ve bu esnada oluşan yangınların alevleri Ayan Meclisi binasını yıkar, patrikhanenin ve Ayasofya kilisesinin bir kısmı da zarar görür. Altınağızlı taraftarla rının bu ahmakça hareketleri, Altınağızlı ve dostlarının durumunu daha da kötüleştir-di. Ve Altınağızlı ve dostları, bu kargaşaya katılmamakla birlikte halkı kışkırttıkları gerekçesiyle itham edilirler. Acı işkenceler ve idamlar başlar ve Altınağızlı’nın Ermenistan bölgesinde, yarı vahşi İsorilerin yaşadığı Kokoza yöresine nakledilmesi kararlaştırılır. Hizmetlerinin yorgunluğundan güçsüz kalmış bu yaşlı insana bundan daha acı zulümler yapmak hiçbir insanın aklına bile gelmez. Dostlarından ve alışık olduğu hayattan uzak, böyle bir yaşam sürmeye mahkûm edilir. Ve sanki İsaferya dağlarında hayat bağları kesilerek canlı bir şekilde defnedilir.Fakat düşmanları onun, yarı vahşi Kokoza’da hararetli eylemlerini yapmaya ve halkı kendine meyilli olmaya sevk ettiğini görünce, Altınağızlı’yı daha uzak ve daha yabani olan Pitiyon beldesine uzaklaştırdılar. Ve bu yolculukta Altınağızlı’nın yorgunluklarla dolu olan hayatı sona erer. Zira zayıf bedeni artık dayanamıyordu. Ve yaşamı Komona beldesi yakınında bulunan Aziz Vasilik kilisesi yanında son bulur ve ağzından şu sözler dökülür: <<Her şey için Allaha şükürler olsun>> Meşhur Altınağızlı’nın hazin hayatının son nağmesi böyleydi.

 

     Ölümünden bir müddet sonra hakarete uğrayan onuru iade edilir. Kendisinden sonra gelen halefi Patrik Attika döneminde 417 yılında (Altınağızlı’nın defnedilme-sinden on yıl sonra) Kostantiniye kilisesinde Patrik Altınağızlı’nın ismi Kutsal Ayin-lerde anılmaya başlar. Daha öncede 413 yılında Antakyalı Aleksandr ile İskenderiye-li Kirillos aynı şeyi yapmışlardır. Böylece Altınağızlı bir Kilise şahsiyeti ve aziz olarak yüceltilmeye başlar. Ve 438 yılında imparator küçük Teodosyos’un emriyle kemikleri Komana’dan Kostantiniye’ye nakledilir. Ama 451 yılında toplanan dördüncü Halkedonya Konsili onu ünlü hatip olarak yüceltir ve ona Altınağızlı lakabını resmi olarak verir. Bütün hristiyanlık âleminde bu isimle tanınmaya başlar. Ve böylece tarih Altınağızlı hakkındaki adil hükmünü vermiş oldu. Açıktır ki ondan sonra gelen nesiller için Altınağızlı her tür şüpheden daha yüce olarak, insanları kötü anlamda heyecanlandıran birisi olarak ortaya çıkmadı. Zira düşmanları onun halkı kötü anlamda kışkırttığını düşünürlerdi. O zaman, çağdaşları olan imparator Arkad-yos ve bazı kilise temsilcileri açısından,Altınağızlı’nın başına gelen bu zulümlerin ve cezanın sebebi neydi? Bu sorunun cevabını Altınağızlı’nın kilise idarecisi ve ruhani bir katip olarak yaptığı faaliyetlerde buluruz. Her şeyden önce Altınağızlı’nın güçlü maharetinin ortaya çıktığı durumlar ile Kostantiniye kilisesi liderinin tarihinde acı veren ve olağanüstü şartlarda ortaya çıkan tesadüfler olarak örneğin kraliçe Afdoksi-yanın kin ve nefreti Teofilos’un örneği olmayan çirkin hilelerini sayabiliriz. Bununla birlikte Altınağızlı’nın yaşamında bazı tarihi gerçek durumlarda geçmiştir. Olayları çevreleyen oramda sanki bir mikrop vardı ve bu mikrop dördüncü asırda kilisenin örneğin Altınağızlı gibi en iyi çalışanlarını yok etmiştir. Herkesin bildiği ünlü patrik Büyük Atanasyos << Ortodoksluğun babası >> uzun süren patriklik hayatının yaklaşık yarısını İskenderiye’de sürgünde ve kovulmuş olarak geçirdi. (Kostantin döneminde beş kere, Konstansi döneminde iki kere, Valent ve Yulyan döneminde bir kere). Büyük Basiliyos ta imparator Valent’in büyük baskı ve tehditleri altında çalışmak zorundaydı. Ve koltuğunda kalmasını olağanüstü idarecilik yeteneklerine borçluydu. Büyük filozof ve teolog Gorigoryos El-Niysi, patrikliğinin birkaç yılın-dan sonra yaşamını meçhul bir sürgünde sona erdirdi. Teolog Gorigoryos Kostanti-niyenin süsü ünlü düşünür ve vaiz, kendini çevreleyen ortamın baskılarına dayana-madı ve Kostantiniye Patriği unvanını üzerinden atarak kendini uzak bir manastırın içine attı. İronim Stridon ise kilise idaresindeki ilk günlerinde, kilise hiyerarşisinde ilerleme ümitlerini terk ederek kendini öğrenime adadı ve Beytlehem civarında bir manastırda otuz beş yıl hapis hayatı yaşadı. Milan Episkoposu Ambrosiyos ki bu şahıs batının Altınağızlı’sı olarak isimlendirilir, kilise yaşamı çalışmalarında kendini çevreleyen kaya sertliğindeki durumlar ve şartlarla çarpışmamak için bütün yumuşak huyluluğunu göstermek ve bu şekilde davranmak zorunda kalır. Nasturilik dönemin-de İskenderiye’nin en meşhur çalışanı olan İskenderiyeli Kirillos, Kostantiniye Patriği Nastoryos ile onu savunan kraliyet makamına karşı giriştiği savaşta hakkın galip geldiğini görmeden önce hapiste birçok zorluklara katlanmak zorunda kaldı. Bugün adil bir şekilde Kilisenin iftiharı ve direği ile hristiyanlık hayatı ve kilise ger-çeklerinin sebatı olarak kabul edilen dördüncü asır kilise hizmetkârlarının başına işte bu durumlar gelmiştir. Bunların aksine, o çağın geleneklerine uygun ahmakça des-teklerle koltuklarında oturan episkoposlardan örneğin Kostantiniye’de Altınağızlı’nın selefi olan Nektaryos ki tarihte bu şahıs ağzını açmakla ve sesi çıkmamakla tanın-mıştır, patriklik hayatını, başkentin zenginlerini ve eşrafını görkemle ağırlamakla geçirir. Kraliyet makamının mümtaz hilekârı İskenderiyeli Teofilos, her zaman ülke-de en güçlü kesim kim ise onun yanında yer alırdı. Kostantiniyeli Arsaki (Altınağız-lının haleflerinden) kilise tarihçileri onu küflenmiş ağacın dalına benzetirler. Bütün bunlar ve dördüncü yüzyıl episkoposlarından bunlara benzer birçokları bugün meçhul ve unutulmuşlardır. Kolay geçen hizmetlerini yaşamlarının sonuna kadar koltuklarını bu şekilde koruyarak sürdürmüşlerdir.

 

    Bu durumlar ışığında tarihi gerçek olaylar, Altınağızlı’nın yaşadığı çağda kilisenin genel hayatının kolay olmadığını ispat etmektedir. Gerek hristiyanlık ahlakı ve gerek dini felsefe alanlarında hristiyanlığın en iyi temsilcilerinin, hristiyanlık gerçeklerine ait ilkeler için yaptıkları hizmet mücadelesi önünde sanki gizli sebepler durup bir engel oluşturuyordu. Bu sebepler, eski kilise tarihinde her zaman var olan Düalizm mezhebinin içinde şüphe götürmez bir şekilde gizlenmişti. İlk yüzyıllar dünyada iki kutup veya iki görüş arasında son bulmayan utanç verici inatçı bir savaştan ibaretti. Hristiyan görüş ve Putperest görüş. Kilise açısından bu savaş fiili olarak durmadı. Hatta Roma imparatorluğunda hristiyanlığın serbest bir din olarak ilan edilmesinden sonra bile durmadı. (Kral Kostantin’in 313 yılındaki Milano Bildirisi kastediliyor). Bu savaş zamana göre şeklini değiştiriyor fakat öz cevheri olduğu gibi kalıyor. 313 yılından itibaren hristiyanlara karşı yasal olarak yapılan zulümler putperest kraliçe tarafından durdurulur. Putperest halkın delilik derecesine varan bağırış ve çağırışları susar. Ama ideal uğruna yapılan mücadele durmaz. Zira bütün Roma imparatorluğu ve Roma halkı İsa’nın haçlı bayrağı altında ortaya çıkar ama gerçekte putperest yaşamın bütün desteklerine ve geleneklerine ve putperest yaşam düzenine bağlı kal-maya ve bunu korumaya devam eder. Hristiyanlık, dini felsefesinde ve ahlaki teolo-jisinde ilkinden sonuncusuna kadar yüksek ideallerle dolu bir doyuruculuğa sahiptir. İnsan sevgisinin yükselmesi için çabalar. Ve bunu yaparken de yüce bir hedef olan İsa Mesih’in yolunda yürümeyi kendisine görüş olarak belirlemiştir. Putperestlik ise bunun aksine insanı, bu yüce ideallerden indirip Apikorizmin dar ve alçak maddeci-lik çukuruna koyar. Bu Apikorist prensipler açıkça putperest bir imparatorluk düze-nini sabit şekillerle oluşturur. Putperest bir Romalı veya Yunanlı’nın dini idraki dün-yevi yaşamıyla örtüşüyordu. Onun hayalinde Olympos tanrıları, normal insanların ahlaki seviyelerine yavaş yavaş yaklaşmaktaydı. Ve ilahlar tam anlamıyla insan olmuşlardı. Çok tanrılı din ile Roma imparatorluğu düzeni arasındaki eski bağ’ın bu ilişki içinde büyük bir ayırıcı önemi vardı. Roma-Yunan halkında, din ile devlet düzeni arasındaki bu karşılıklı ilişki tarihi başlangıcından beri güçlü ve imparatorlu-ğun diğer bölümlerinde görülmeyen bir derecede yerleşik bir ilişkiydi. Sayısız Olympos tanrıları Jüpiter, Markori, Afroditi ve Bonona gibileri aynı zamanda kralla-ra ve Roma-Yunan imparatorlarına yakın bir aileydi. Ve her bir Romalı kâhin Tanrı sınıfı başında << En büyük kâhin >> sıfatıyla imparator bulunurdu. Bu nedenle çok tanrılı din ile Roma imparatorluğu aynı şeydi. Olympos tanrılarının yaşamı ile Roma’daki imparatorluk mensupları dış görünüş itibarıyla bile iç içe girmişti. Romalı ve Yunanlı insanın muhayyilesinde Olympos, günahkâr âlemin şehvetleri ve suçları ile insanlara olan nefretleri ve ahlaksızlıkları ile yaşadıkları yerdi. Kraliyet sarayı yakınındaki sahalarda yapılan törenler Olympos’un azamet ve kutsallığından oluşan bir hale ile çevrelenmiş ve ona yaklaşılmaz ve dokunulmazdı. Ve biliyoruz ki Sokrat kutsal değerlere hakaret edip aşağıladığı için kâfir ilan edilmişti. Dinsel konu-lara ilişkin yaptığı konuşmalarından birinde halka, utanmazlık derecesine kadar düşen tanrılar hegemonyasının arkasına sığınan imparatorluğun içine düştüğü ahlak-sızlığı açık bir şekilde tanımlamıştı. Putperest inanç ile putperest kraliyet idaresi ara-sındaki benzeşme sebebi ile krallığın din ile ilişkisi, din kurumunu krallığın çıkarları amacına hizmet etme derecesine indirmekle ün salmıştı. Putperest çok tanrılı din ile başkanlık nizamı ve tapınma ve ibadet kuralları adeta normal bir hükümet enstitüsü-ne dönüşmüştü. Burada egemenlik, Olympos tanrılarının iradesine değil, kendi ira-deleriyle dini ahlak ve anlayışı terbiye eden ve yasaları yapan kahin imparatorların ve komutanların görüşlerine aitti. Hristiyanlık dininin şekil olarak kazandığı zaferin ilk yıllarında Roma imparatorluğunda ve halk arasındaki bu tür geleneksel destekle-rin bir defada yok olması mümkün değildi. Bunun yerine bir başka geleneğin desteği olan hristiyanlık ruhunun ilkelerinin yerleşmesi de kolay değildi. Ve imparatorluk ile halkının görünüşte ve şekil olarak hristiyan olma yerine, ruhen ve gerçek bir hristi-yan ülke olabilmesi için bu değişim sürecinde epey uzun bir zaman kat etmesi gere-kirdi. Roma imparatorluğundaki bu değişim hareketi, aynı zamanda kilise alanında korkunç bir mücadele sahası idi. Zira kilise burada da ilk üç yüz yılda olduğu gibi egemen güçler ve putperest halkla kuvvetle ve inatla savaşmak zorunda kaldı. Ve bu, kilisenin dışarıdaki yasal şahsiyeti için olmasa bile hristiyanlık esaslarının selameti için zorunluydu. Zira imparatorluk ve halkı henüz hristiyanlık yaşam ve imanının ilkelerini tam olarak benimsememiş ve dolayısıyla da, hristiyanlık imanının bu ilke-leri putperestliğin çeşitli akımları içinde batma tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

 

     Aryosizm sapkınlığı da, bu saf ve katışıksız putperest inanç ve felsefeye doğru giden görüşlerin başındaydı. Buna göre de Tanrı Mesih’in şahsiyetini, diğer insanlar gibi normal bir yaratık mertebesine indirgiyorlardı. Evet, Aryosizm Allaha ait putpe-rest öğretilerin bir kolu olarak tohumları kölelik çağlarında saklanmıştı. Aryonistler (İkinci yüzyılda) ile Samisatalı Pavlus (Üçüncü yüzyılda) bu öğretiye karşı gerçeği biliyorlardı. Ve Mesih’in basit bir insan olduğu yalanını iddia ediyorlardı. Hâlbuki bu öğreti o zamanlar, gerçek hristiyanlık eğitiminden geçmiş bazı şahıslara ait bireysel bir görüştü. Ama şimdi Aryosizm genel bir harekât olarak ortaya çıktı ve gürültülü dalgalarıyla hristiyan topluluklarından büyük bir bölümünü sapkınlığa sevk etti. Ve ülkede genel bir konum edinmeyi başardı. Böylece Aryosizm kolları bir zamanlar,uzun bir müddetle imparatorluğun dini haline geldi. İmparator Kostantin’in kendisi,  tarafsız bir gözle bakarsak bir zamanlar Aryosizm’in koruyucusu olduğunu görürüz. Ve her zaman yanında Aryosizm inancına meyilli tanınmış episkoposlardan dini müsteşarlar bulunurdu.Bunlardan Kayserili Osabyos ile Nikodimyalı Osabyos’u sayabiliriz. Ve imparator Kostantin bunlar vasıtasıyla kutsal vaftizi almıştı. Konstans ve Valent ile batıda Valentniyan ve Justin Aryosizm’in gerçek birer elçisi olarak ortaya çıkıyor ve Aryosizm’i imparatorluğun dini mertebesine yükseltip, Ortodoks kilisesine karşı zulmü ilan ediyorlardı. Dördüncü yüzyılda, hristiyanlık dini esaslarını geleneksel putperest dininin esaslarına yaklaştırma girişiminin ilk meyve-leri bunlardı. Ve bu girişim geleneksel din kuralları sahasında ve zamanın egemen gücü olan Roma egemenliğinin gölgesinde yapılıyordu.

 

     Bunun benzeri ve aynı ruhla, hristiyanlığın dördüncü asırdaki geçişinde ahlaki yaşam faaliyetlerinde meydana geldi. Burada da, hristiyanlık ülkenin resmi dini olunca, bunun kilise cemaatinin genel ahlaki seviyesinin düşmesine büyük bir etkisi olduğu şüphe götürmez.Ülke ve halkın resmi bir şekilde haç bayrağının altında dur-ması, birçok insanın yalnızca şeklen hristiyanlığa geçmesine ama yaşam tarzı ve iç dünyası olarak hala putperest olarak kalmasına itici bir güç teşkil etmiştir. Ve sonun-da ortaya çıkan durum, hristiyan imparatorluğun bu yeni şekil altında hala özel ve genel yaşamlarında eski putperest düzenin devam etmesi olmuştur. Putperestlik ruhu içindeki genel halk yaşantısı Bizans’ta olduğu şekliyle kaldı. Putperest hedefleri ve tapınma törenleri, gururu ve kibiriyle,zafer kazananları karşılamaları ve egemen güç-lerin yasal bir sıfat verdikleri toplum ölçülerine hükmeden putperest alemin bütün eserleri olduğu gibi yaşıyordu. Ülkenin geleneksel putperest görüşten kurtulmasının, dinin imparatorluk ile ilişkisi nedeniyle mümkün olamayacağı doğaldır. Ve sonunda kilise Olympos gibi imparatorluğa tabi oldu. Bu nedenle kilisenin kutsal ahlaki etkisi felce uğradı. Zira yarı putperest yarı hristiyan olma arasında sallanıp giden bir inanç sistemine bağlı olan imparatorluk ile birlik olmuştu.

 

     İmparatorluğun ilk yıllarında hristiyan toplumu, gücünü birinci derecede önemli olan sorunun çözümüne çevirdi. Kilisenin en önemli işlerinden biri hristiyanlık eğiti-minin dinsel alanda olduğu gibi ahlaki alanda da sağlamlaştırılmasıydı. Ve bu yolda büyük zorluklarla karşılaştı.Çünkü hristiyanlığa aykırı eğitim,Roma ülkesinin temel-lerinin derinliğinde ki geleneklerde tutunmuştu. Ve geleneksel düzeni sayesinde kut-sallık derecesini kazanmıştı. Bu hal üzere durumların seyri, kiliseden özel bir kahra-manlık, ruhsal bir hareketlilik ve hristiyanlık temellerinin korunması için kesinlik ile o asırdaki insanların zihinlerine İncil’in yüce ilkelerinin aşılanmasını gerektiriyordu. Bu geçiş döneminde hristiyan toplumu hazin bir şekilde dini ve ahlaki bölünmeler yaşarken bu tip kahramanlar bulunuyordu. Bu bölünmeler kilise liderleri arasına kadar girdi. Ve dördüncü asırda kilise liderleri arasında öyle şahıslar bulundu ki genel halkla birlikte gökten yere düşerek o çağın putperest öğretilerini benimsediler. Bunlardan Birya (Halep) Episkoposu Akakyos, İskenderiyeli Teofilos, Kirinos ve Safriyanos gibileri bütün ahlaki zayıflıklarını (Şahsiyetsizliklerini) Altınağızlı’nın hazin döneminde ortaya koydular. Hristiyanlık ruhunun kahramanları bu çevreden değil ama bir başka kilise çevresinden doğdu, o çevre dördüncü yüzyılın başlarında-ki Rahiplik kurumu idi.

 

     Böyle bir zamanda rahiplik kurumunun ortaya çıkması tehlikeliydi. Özellikle de hristiyan ülkenin şu son anlarında. Hristiyanlığın ahlaki ilkeleri ret edilmeye başlan-mıştı. Dördüncü yüzyıla kadar rahiplik bağımsız bir kurum olarak tanzim olunma-mıştı.Çünkü hristiyanlığın ilk üç asrında, ruhsal ahlaki büyüklüklerini insanlar dışın-da inşa etmek zorunda kalan müminler arasında böyle özel bir kurum oluşturmayı gerektirecek sebepler yoktu. İlk üç asırda hristiyan topluluklar ahlaki ve dini açıdan bu kadar sağlam idi.Hatta bu topluluklar içinde ahlak ve dindarlık ateşinin alevlendi-ği bir bedeni temsil ediyorlardı. Ama dördüncü yüzyılın başlarında, hristiyan toplu-lukların fertleri arasında dini ve ahlaki çatışmalar başlayınca,bu fertlerden uzaklaşma zorunluluğu doğdu. Ahlaki yüceliği oluşturmak için insanlardan uzakta manastırlar-daki yaşama çekilme zorunluluğuydu. Bu manzara üzerine hayatın kendisi rahipliğin ve hedeflerinin ve iffetin adanmasının nedeni olacaktı. Sanki kilisenin içinde özel bir kilise oluşmuştu. Ve bizzat kilisenin hizmetine uygun bir şekilde gelişti. Ve İmpara-torluğun sosyal kurumlara bakış açısıyla bakılırsa sanki bu kurum sosyal olmayan bir eğitim kurumu idi. Ama özü itibarıyla diğer saf sosyal kurumlar dışında değildi. Temel hedefleri itibarıyla kaybolmuş olan dini ahlakın kemaline geri dönüşü temsil ediyordu. İlk hristiyan topluluklarının büyük bir kesimi böyle ahlak sahibiydi. İffetin adanması konusunda rahiplik kurumu Aile yaşamını reddetmiyordu. Ama dini ve ahlaki şahsiyeti büyük bir serbestlikle geliştirme imkânını elde etmek için aile yaşa-mından kurtuluyordu. Bu bir çeşit ruhsal Aritokrasi idi. Bu yalnızca dini ahlak çökü-şüyle mücadele eden kişinin bazı özel eğilimlerine uygulanabilirdi. İncil öğretisine göre yaşamın bir birimi halindeki âlem ibadet için inzivaya çekilmiş olan rahibin idrakinden gitmez. Hristiyan evliliği ve temiz hristiyan ailesi ile sosyal mülkiyet ilişkileri rahiplik kurumu yasalarında yıpranmayan ve insan yaşantısı için gerekli olan durumlardır. Böyle olmasaydı, eski hristiyan rahiplerinin yaşantıları da yalnızca manastırda değil fakat bunun dışında yaşam alanlarında hararetli faaliyetlerde bulun-maları mümkün olmazdı. Dördüncü asırdaki bütün mümtaz hristiyan işçiler, ilk eği-tim ve terbiyeleri itibarıyla rahiplerdi. Örneğin Büyük Asanasyos, Büyük Basiliyos, Teolog Gorigoryos ile Neysili Gorigoryos ve İronim ile azizimiz Altınağızlı gibi. Dördüncü yüzyıl Kilisesi’nin bütün bu sağlam direkleri dini ahlaklarını manastır-larda sağlamlaştırdılar ve ömürlerinin verimli yıllarını tanrı egemenliğinin inşası için insanlara adadılar. Ve kilise bu şahıslara borçludur, zira tecrübeler potasından temiz ve bozulmadan çıkmışlardır. Çünkü dördüncü asırda hayat kilisenin içine birçok çirkinlikler ve fesatlar karıştırmıştı. Bu azizler ahlak ve tanrısal felsefe alanında Ro-ma halkının hristiyanlaşması konusunda bu geçiş döneminin bütün ağırlıklarını omuzlamışlardı. Asanasyos ve Basiliyos ile her iki Gorigoryos’lar özel bir suretle hristiyanlık felsefesinin savunucuları idiler. Dördüncü asırda Aryosizm şeklinde hristiyanların zihinlerine giren korkunç putperest öğretinin akışını olumlu faaliyet-leriyle kestiler. Altınağızlı ise fiili ahlaki yaşamı alanında özel bir hristiyanlık direği olarak ortaya çıkar. Ve bu sahada yararlı hizmetleri olur. Ve insan topluluklarına ve kiliseye diğer hizmetlerinden hiç biri böyle bir yarar sağlayamazdı. Gerçeğin karan-lık sayfalarına çizdiği bu hizmetler uzak sürgünlerde onun şahadet tacını kazanması-nın sebebi olmuştur.

     Henüz genç yaşlarında iken din ahlakı huylarını ortaya sergiledi. Ve tarihte tanı-nan ve sayıları az olan şahıslar arasında yerini almıştır. Zira çevresindeki ahaliyi, dini bozulmuşluk ve ahlaki dağınıklık salgını egemenliği altına almıştı. Ama hristi-yan annesi Ansosa’nın terbiye ettiği hassas vicdanı, onun yaşamı boyunca örnek bir din ahlakı yolunda yürümesini sağladı. Ve Antakya’da avukat sıfatıyla sahneye çıkı-şı onun için bir yol ayrımıydı. Çünkü ahlaki bozukluğa uğramış Antakya halkıyla yüz yüze gelmişti. Ve ustalıkla çağının hastalığını tanıdı. Suçluluk çamuruna bulaş-mış olan halktan, kendisini tehdit eden tehlikenin büyüklüğünü görebiliyordu. Ve bu parçalanmış insanlık ile mücadele etmeye hazır olmadığını hissetti. Ve avukat olarak bu alandan ayrılır ve esas faaliyet alanı olan özel ruhsal alanın derinliklerine girer. Ve burada halkının ahlaki terbiye mücadelesine giriştiği uzun yıllar başlar. Ve bu neden ve gaye için İncil kendisinin en sevdiği kitaptı. Annesinin yardımıyla İncil’de hristiyan insanın yaşam hedefi hakkında derin araştırmalar yapıyor ve gayesine ulaşıp bunları buluyordu. Bundan sonra İncil ve genelde Kutsal Kitap onun güvenli lideri ve bütün faaliyetlerinin kaynağı ve müthiş vaazlarının yaşayan diri ilkesiydi. Altınağızlı’nın vaazlarını, ardından gitmek için araştıranlar, bunların Kutsal Kitabın hayata dair gerçeklerin yorumu olduğunu açıklıkla görürler. Bütün yazdıkları birer açıklama yani canlı konuşmalardı. Zamanının istekleri ve ihtiyaçlarına uygun İncilin genişletilmiş şekliydi. Yazılarının önemi ve güzelliğinin kaynağı buydu. Altınağızlı-nın yazıları, Mesih’in vasiyetlerine uygun olan hristiyan faaliyetlerinin geniş bir listesi gibiydi. Ve bu yazılar onun dini ahlaki görüşlerinin net bir aynasıydı.

 

     Altınağızlı için İncil, dini ahlak eğilimlerinin vahyedildiği bir ilke şeklindeydi. Ama dini ahlakta sebat etmenin en açık şeklinin başka bir okul olduğu, şüphe götür-mez bir gerçekti. Ve bu okul Altınağızlı’nın (Annesinin öğütlerine aykırı olarak) kendi mutlak iradesiyle yalnızlığa çekildiği manastırının hapis hayatıydı. Zira dünyadaki bu görsel hayatın, dini ahlakın kemaline ilişkin arzularını doyuma erişti-remeyeceği gerçeğini görmüştü. Tarsis manastırında Kutsal Kitabın anlaşılmasında şöhret sahibi olan manastır Episkoposu Diyodor’un maiyetinde altı yıl yaşadı. Bu süre içinde, İncil hedeflerinin anlaşılmasına götüren ve zorluklarla dolu olan yolu geçmeyi başarır. Burada bu mücahit azizin doğası tamamen çelikleşir. O derece ki artık vatanına ve evine dini hizmetlerine başlamak üzere geriye dönmekten korkma-maktadır. Ve bu manastır hayatında ilk meşhur kitabı olan ve hristiyanlık ahlakının araştırılmasına mahsus <<Bakirelik>> ve <<Kâhinlikte altı makale>> aldı kitabı ortaya çıktı.

 

     Altınağızlı rahiplik görüşleri her şeyden önce ve şüphe götürmez bir şekilde onun özel rahiplik uğraşları ve emekleri neticesiydi. Ve öğretilerindeki şu özel bakış açısı bizleri dehşete düşürüyor: Mümin bir rahibin görünen mücadelesine (İffet, oruç ve meşakkatli yorgunluklar) yalnızca görünen bir terbiye önemi veriyor. Ve bu yorgun-luklar, insanda dini eğilim ve sağlam iradenin terbiyesi için bir vasıtadır. İffet ise özel bir şekilde, şehvetlerle mücadele yolunun münasip bir alanıdır. Ama bu, hayatın diğer bir yolu olan evlilik ve aile hayatı için bir engel değildir. Bu nedenle bekâreti seçen rahip, hristiyanlık yaşamı için bir üstünlük, bir kuvvet yok ise rahiplik müca-delesinde fazla ileri gitmemelidir. Altınağızlıya terbiye veren Melatyos şöyle dedi: Eğer akıl, bedeni ruhsal kelepçeyle zapt edebiliyorsa, demir kelepçelerin büyük bir önemi yoktur. Şüphesiz Altınağızlı şunları söylediği zaman aynı şeyi düşünüyordu: Eğer insan gerçek bir ruhsal yalnızlığa girebiliyorsa, uzaklara kaçmanın bir önemi yoktur. Altınağızlı bunu manastırdan çıkışıyla açık bir şekilde ispat etti. Çünkü manastırdaki rahiplik yaşamına, rahibin kendini çevreleyen âlemle savaşında daha geniş hizmet imkânı veren yolda daha az bir önem vermektedir.

 

     Altınağızlı’nın manastırda yakalandığı hastalık onun manastırdan çıkışında yalnızca özel bir sebepti. Asıl sebep, rahibin insanlara tanıtılması için onu çevrele-yen yaşam çemberini daha da genişletmeye olan eğilimidir. Onun bütün kitaplarında geniş bir yer alan ve her şeyde faal olan Hristiyanlık sevgisini canlandırmak ve geliştirmek isteği Altınağızlı’yı manastırdan çıkmaya zorladı<<Şu zayıflara>> hiz-met etmek ve genel olarak Mesih ülkesinin inşasına yardımcı olmak eğilimindeydi. Sonuç olarak onun nazarında rahiplik zaruri bir düzen değildi. Ama kâmil bir Hristi-yanın birlikte yaşaması mümkün olmayan şehirlerdeki bozulmuşluk zorunlu olarak bunu gerekli kılmıştı. Halka hizmet etme hazırlığı hattı zâtında Altınağızlı’nın naza-rında (Kâhinlik için yazdığı kitapta bu konu uzun şekilde ele alınmıştır) alçakgönül-lülük ve kanaatkârlık gibi mücadelelerin bizzat yaşanması şeklinde olmalı.Mesih hizmetine yardımcı olmak en ufak bir vicdani hile bile olmadan sağlam ve azimli ve daimi bir hazırlığı gerektirir. Koruma ve gütme hizmeti Altınağızlı için, rahiplik ibadetinden, genel Hristiyanlık ibadetine bir geçiş halkası şeklinde görünür. Altın-ağızlı kendinde bulunan edebi güç zenginliği ve yıkılmaz bir iradeyi ortaya koy-maya hazır olduğunu hissedince manastır hapishanesinin zincirlerini kırar, burada ebedi özgürlüğünün büyüklüğünü göstermek için, içinde rahiplik yüzünü muhafaza ederek gider. Bununla beraber Altınağızlı, dünya ile savaşımındaki zayıflığını ve kilise liderinin üstlenmesi gereken yüksek sorumluluğa ilişkin hislerinden kendini ayıramaz. Çağdaşı olan din adamları arasındaki ve özellikle kilisenin en üst düzey-deki liderleri içinde gördüğü korkunç ahlakî çöküntüler (Yazılarında sık sık dile getirdiği durumlar) karşısında güçlü ruhsal durumu zayıflıyordu. Belki de bu, idare konusunda verdiği mücadelenin ağır mesuliyeti ve bunun korkusunun sebep olduğu bir durumdu. Altınağızlı’yı Kostantiniye tahtında görmek isteyen ve Kraliyet görevlilerinden biri olan Aftrobyos’un, hile yoluyla Altınağızlı’yı Antakya’dan alıp başkente getirdiğini görüyoruz. Belki de bu hile yolu ve Aftrobyos’un böyle bir eğilimi olmasaydı,Altınağızlı’yı hiçbir zaman Episkopos mertebesinde göremeye-cektik. Altınağızlı’nın bütün hizmetleri diyakon ve Peder rütbesiyle Antakya’da idi: Episkoposluk rütbesiyle ise Kostantiniyede idi. Bütün bunların, onu çevreleyen kötülüklerle yani dini ahlak çöküntüleriyle sürekli bir mücadelesi olduğunu söyleye-biliriz. Kendine acımayan bu insan, noksanlıklar hususunda başkalarını tenkit ederken de acımasız idi. Bu yeteneğini kilise kürsüsünden olabildiğince sonuna kadar kullanmıştır. Bu nedenle de çok sayıda yazmış olduğu eserlerinin, kilise konuşmaları ve vaazlar şeklinde olduğunu görürüz (Eserlerinin sayısı, zamanımıza kadar gelmeyenler hariç bin altı yüz civarındadır). Genel olarak haftada bir gün yani Pazar günü vaaz verirdi. Bazen duruma göre her gün vaaz verirdi. Bazen de günde iki kez bunu yapardı (Antakya’da putların indirilmesi konusunda). Hatipliği yorulmak bilmiyordu. Vaaz vermek de ona daha az yorucu gelmiyordu. Bazı vaazlarını irticalen yani yazıya dökemeden yapıyordu. Çünkü vaazlarındaki bazı açıklamalar, bu konuşmanın önceden hazırlanmadığını açık bir şekilde gösteriyordu. Bu nedenler vaazlarının çeşitlilikten ve zorlamalardan uzak, başından sonuna kadar anormal bir basitlik ve samimiyette ve ender görülen bir sadakat üslubuyla yazıldı-ğını görürüz. Bütün bunlardan vaizin, ne söylediği ve dinleyicilerin yüreklerine nele-ri döktüğünü hissettiğini anlıyoruz. Ve onun sözleri adeta bedeninden bir bölüm ve vücudundan bir parça idi. Dinleyiciler, bu sevgili vaizlerinin konuşmaları sırasında bu nedenle zaman zaman hamasetle alkış tutarlardı. Altınağızlı vaazlarında onu din-leyenleri kiliseye yardım yapmaları konusunda hararetle ikna eder, kiliseyi bir tiyat-roya çevirmemeleri için uyarıda bulunurdu. Bu esnada halktan yardımda bulunma sesleri ardı ardına yükselirdi. Vaazları derin duygular ve güzel düşüncelerle birlikte edebi yazın türünün tatlılığını da içerirdi. Ağzından adeta ince ve latif bir ses veren nehirler akardı. Altınağızlı’nın cazip olmayan görünüşü, boyunun kısalığı ve zayıf vücudunu göz ardı edersek, çok sevilen ve uzaklardan duyulabilen ve şiddetli bir şekilde dikkat çeken bir sesi vardı. Ama Altınağızlı’nın vaazlarındaki mucizevî şey, müthiş cesareti ve ikiyüzlülükten uzak oluşudur. Bütün vaazları bu sıfatlarına tanıklık eder. Bütün ülkede kin ve kötülükleriyle tanınmış olan korkunç Aftrobyos’u şiddetle kınamaktan geri kalmıyor. İrade sahibi olmayan zayıf Arkadyos’un eşi kibirli ve çabuk gazaba gelen kraliçe Afdoksiya’yı eleştirmek ve tenkit etmekten çekinmiyordu. Ayrıca korkunç rezaletlere bulaşmış aristokrat tabakanın birçok mensubunu tenkit etmekten ve suçlamaktan korkmuyordu. En şiddetli tenkitlerini özel bir surette Konstantiniye’nin delicesine ahlak bozuklulukları ve homoseksüel çirkinlikleriyle tanınmış büyükleri ve ileri gelenlerinden Martsi, Kostratsi ve Eftratsi’ye yöneltirdi. Bu tenkitlerini korkusuzca ve hiçbir ayrım gözetmeden ve çekinmeden en basit bir işçiye, aç fakire, çirkin ve müstehcen olan herkese, kadınsı hareketlerde bulunan rahiplere, hilekâr din adamlarına ve vakitlerini “Agabatok Cemiyeti”nde harcayan kilise görevlilerine de yöneltirdi. Bütün bu tenkitlerinde ikiyüzlülük yoktu. Çünkü halkın vicdanına sunduğu bütün bu ayıpların, Altınağızlının şahsi hayatında yeri yoktu. Zenginliği ve israfı, gösteriş nedeniyle tenkit ederdi. Özel hayatında basitliğin ve kanaatkâr olmanın örneğiydi. Bu nedenle, selefi Nektaryos’un patrikhanede inşa ettirdiği bölümlerin birçoğunda tadilat yaptırdı.  Bütün altın süslemeler ile değerli halı ve hediyelikleri satıp elde ettiği parayı hastanelere ve fakirleri doyurmaya harcadı. Bir zamanlar babasından kalma büyük malların sahibi iken şimdi hiçbirşeyi olmaya bir şahıstı. Evinde bulunan şey-ler yalnızca gerekli edevat ve elbiseleriydi. Aristokratların yararlandığı muhteşem sofraları tenkit etti. Kendisi son derece basit yemekler yerdi. Kraliyet ziyafetlerine katılmayı inatla reddetti. Bu nedenle devamlı İmparatoriçe Afdoksiya’nın gazabına maruz kalırdı. Yaşamının böyle basit olması din adamlarının da Altınağızlı’ya gazap duymalarının sebebi oluyordu. Bilindiği üzere, Birya (Halep) Episkoposu Akakyos, Patrik Nektaryos’a geldiği zaman muhteşem sofralar ve ziyafetler görmeye alışmıştı. Altınağızlı’yı ziyaret ettiği zaman ise büyük bir gazaba kapıldı. Zira bir çeşit yemek ve bir şişe ekşi şarapla yetinmek zorunda kalmıştı.  Patrikhanenin bütün gelirleri ve Altınağızlı’nın eline geçebilen bütün yardımlar fakir, yetim ve dullara dağıtılıyor, hastanelere ve kimsesizler yurtlarına gönderiliyordu. Ve patrikhanenin birçok bölümü ve odaları kimsesizlerin barınmasına tahsis edilmişti. Altınağızlı ise küçük bir odada kalıyordu. O halde, Kostantiniye zenginlerinin, Altınağızlı’nın zenginlikle ilgili vaazlarını nasıl açık bir can sıkıntısıyla dinlemeleri gerektiği bilinmekteydi. Bunların aksine, Altınağızlı’nın söyledikleri ile yaptıkları arasında hiçbir fark bulunmadığını çok iyi bir şekilde bilen fakir halk Altınağızlı’nın vaazlerini büyük bir mutluluk, sevinç ve istekle dinliyordu.

 

     Altınağızlı dönemini araştıranlar, onun vaazlarında eşraf tabakasının ve devlet memurlarının zenginliği ve israfına karşı olduğunu görürler. Çünkü onlar görevlerini kötüye kullanıyorlar ve Altınağızlı’nın vaazlarında gizli bir sosyalist siyaset ruhunu görüyorlardı. Fakat bu tür düşünce, Altınağızlı’yı hiç tanımamak ve bütün faaliyetle-rindeki yaşamsal sinir sistemini anlamamak demektir. Altınağızlı’nın vaazlarındaki ağırlık merkezi siyaset değildi, aksine her insanla birebir kişisel özgürlüğüyle örtü-şen Hristiyanlık ahlakıydı. Oysa siyaset aslında, zorlamaya ve kuvvete dayanır, Altınağızlı ise, zorlamadan ve nefretten hiç bahsetmezdi. Zenginlere karşı tutumunda her zaman onların vicdanlarına hükmederdi, sınırsız özgürlükten, yoksullara acıma-ya meyletmeleri için onları uyarırdı. Keza onun vaazlarında, hiçbir zaman zenginlere karşı bir kargaşaya ve onlara eziyet verici bir harekete dönüşmesine ait bir davete rastlayamayız. Kısaca Altınağızlı’nın ruhunda isyan ve ihtilal ruhu yoktu. Durumu sıkıntı verici bir hale geldiğinde ve Kostantiniye’deki merkezi sarsılmaya başlayınca halkın galeyana gelmesini kendi amacına yönelik olarak kullanmaktan kaçınmakla kalmadı. Bilakis dikkatleri tam aksi bir yöne çekmeye çalıştı ve halkın bu isyanını yatıştırmak için her yola başvurdu ve halkı Tanrı’nın takdiri önünde baş eğmeye çağırdı ve şöyle dedi: “Rab verdi ve Rab aldı”. Bu olay Altınağızlı’nın nasıl bir ruha sahip olduğunu güzel bir şekilde göstermektedir. Altınağızlı’nın veda ederken söyle-diği bu sözlerle zulme uğramış bir insanın bütün ruhsal durumu ortaya çıkmaktadır.

 

     Altınağızlı halka, kardeşlik emniyetinin, eşitliğin ve hürriyetin ne olduğunu anlat-mak için mücadele ediyordu.Ama bunu yalnızca Hristiyanlık ruhuyla yapıyordu. Bu,  ilk Hristiyan topluluklarında görünen ve aralarında her şeyin müşterek olduğu ilk havarilerin topluluğuydu. Ama bütün bunlar, hür bir irade ve tam bir istek ve rağbet ile oluyordu. Altınağızlı işte bu rağbet ve isteğe çağrı yapıyordu. Herkesin ve her kişinin dertlerini ön plana çıkartarak, havariler dönemindeki fedakârlık derecesinde yakınını sevmek duygusuyla desteklenmiş Hristiyanlık hedeflerine sahip olunması için uğraş veriyordu. Altınağızlı bizzat kendisi, sevgi elçisi Aziz Yuhanna’nın kişi-liğini özel bir şekilde taşıyordu. Bir Hristiyanlık fazileti olan sevgi, yakınının acısını hissetme ve acıma duygularıyla birleşmiş bir sevgi Altınağızlı’nın diri sinirlerini oluşturan ve bütün vaazlarının özü olan duygudur. Bu sevgi, Altınağızlı’nın en şid-detli vaazlarındaki tutumunda çağdaşları olan bütün günahkârlara karşı yönelttiği tenkitlerinde görünürdü. Altınağızlı’nın en büyük düşmanı olan Aftrobyos, kraliçe Afdoksiya’nın gazabına uğrayıp kovulduğunda yine bu ruhanî çobana sığınıp krali-çenin cezasından korunmak isteyince, Altınağızlı onu gerçek bir Hristiyanlık sevgi-siyle kabul etti ve ona kötülük yapmadı ve onu heykelde sevgi ile Afdoksiya’nın gazabından korudu. Çünkü o zamanın barbarlarının geleneklerinde bile heykelin saygınlığına saldırı yoktu. Bu olay, hatalı bir insanı affetme ve dünyevî egemenliğin batıl olduğu hususlarda halkı eğitmek için Altınağızlı’ya güzel bir fırsat vermişti. Tarihçi Niyander, Altınağızlı’nın ahlakını samimi bir sıfatla şöyle över: “Altınağızlı günah konusunda ne kadar şefkatsiz idiyse, hatalı insan açısından da o kadar acıma doluydu.”

 

     Altınağızlı’nın bu güne kadar görülmemiş ateşli tenkit ve eleştirilerini dinleyen-lerin hasta bir hayal ürününe sahip oldukları hususunda herhangi bir mücadele amacı içinde değiliz. Onlar hayallerinde siyasetin desteklerine hücum eden devrimci bir Episkopos tasavvur ediyorlardı. Bu durum bütün halkların siyasî yaşamlarında görü-lebilen normal bir şeydi. Altınağızlı’nın düştüğü doğrudur. Ama ölümünden yedi yıl sonra aynı halkın zihinlerinden kalktığı da bir gerçektir. Beraat ve kutsallık halesiyle çevrelenmişti ve 438 yılında şehit Altınağızlı’nın cesedi Komana’dan Kostantiniye-ye nakledilirken Kral Teodosyos’un bizzat kendisi gözyaşlarıyla anne ve babası kral ve kraliçenin günahlarını yıkadı.

 

     Sonuçta Altınağızlı’nın tarihçesi hazin ama ölümsüzdür…

                                          
 

Aziz Altınağızlı Yuhanna’nın Hayatı