/ Kitaplar / Bir Rus Gezgincinin Anıları

Bir Rus Gezgincinin Anıları

Bir Rus Gezgincinin Anıları

 

 Yazar: Çeviren: Dominik Pamir

Kitaptaki olaylar 1853 ile 1861 yılları arasında geçiyor. Bu kitap, elinde asası, omzunda ekmek torbası, sırtında lime lime olmuş giysisiyle Rusya’yı baştanbaşa yaya olarak dolaşan bir gezgincinin anılarını ve yaptığı görüşmeleri anlatıyor.

ÖNSÖZ

BÖLÜM 1  –  ANLATI 1

BÖLÜM 1  –  ANLATI 2

BÖLÜM 1  –  ANLATI 3

 

ÖNSÖZ

Bu kitabın birinci bölümü ilk kez 1870 yılında Kazan’da yayınlandı. Kitabın yazarı belli değildir. Kazan yakınlarında bulunan Mikail manastırı başrahibi Paisiy bu kitabı Athos Dağı’ndaki bir Rus rahibinden alıp kopya etmiş; o rahibin kimliği de bilinmiyor. Bu elyazması kitap 1860 yıllarında Optina manastırı staretsi Amvrosiy’in geride bıraktığı eşyalar arasından çıkmış. Bu arada kitabın ikinci bölümü de aynı yerde bulunmuş. Bu ikinci bölüm 1911’de yayınlanmıştır. Starets Amvrosiy ünlü Rus yazarı Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeşler”inde geçen starets Zossima’nın prototipidir. Episkopos Tamboflu Theophanes’in (1815-1894), bu elyazması kitabı düzeltme işini yüklenmiş olduğu anlaşılıyor. Aslında ikinci bölümün de yazarı belli değil, ama kitabın didaktik bir plana göre düzenlendiği ve kitabın uzman bir kimsenin elinden geçtiği de açık. Kim bilir belki de ikinci bölümün yazarı Theophanes’dir.

Kitaptaki olaylar 1853 ile 1861 yılları arasında geçiyor. Anlatılan olayların gerçek olduğu kuşku götürmez. Olayları anlatan bir ya da birkaç gezginci olabilir. Aslında bunun hiç önemi yok.

Önemli olan kitabın içeriği ve vermek istediği mesajdır. Bu kitap çeşitli dillere çevrilerek batıda yayınlanınca epey yankılar uyandırmış, bu arada Hıristiyan dinsel kitaplar arasında da kendine önemli bir yer etmiştir. Bu kitabın değerli bir kitap olduğu konusunda Hintliler ve Hıristiyan olmayan uluslar da aynı düşüncededirler.

Bu kitap, elinde asası, omzunda ekmek torbası, sırtında lime lime olmuş giysisiyle Rusya’yı baştanbaşa yaya olarak dolaşan bir gezgincinin anılarını ve yaptığı görüşmeleri anlatıyor. Gezginci anlatısında yoksulundan soylusuna, memurundan köy papazlarına kadar karşılaştığı çeşitli Rus tiplerini çiziyor ve betimlemeye çalışıyor. Sibirya’nın orta kısımlarını, balta girmemiş bakir ormanlarını, küçük köylü yerleşimlerini, yol boyundaki hanları kısaca betimleyip başından geçen olayları anlatıyor. Çalışmayan, başıboş dolaşan, halkın sadakası ile geçinen bu gezginciyi serserilikle suçlamamak gerekir. Çünkü gezginci gerçekte yetkin olma arayışı içindedir. Bu yetkinliğe ulaşabilmek için kendisine yol gösterebilecek yalnızca iki kitabı vardır: Kutsal Kitap ve Philokalia. “Philokalia”nın varlığını ilk kez halka duyuran şu elinizdeki kitap olmuştur. “Philokalia”nın sözcük anlamı “güzelliği sevme”dir.

Bu kitap 3.-15. yüzyıllar arasında yaşamış 30 Kilise Babalarının eserlerinden derlenmiş birçok ciltten oluşmuş dev bir yapıttır. ‘Philokalia ‘ilk kez 1782 yılında Yunanca olarak Venedik’te yayınlandı. 1793’te starets Paisiy Veliçkovski (1722-1794) bu kitabı kilise dili olan Slavcaya çevirdi ve “Dobrotolubiye” adıyla Petersburg’da yayınlandı. Gezgincinin bütün parası olan iki rubleyi vererek satın aldığı kitap bu kitaptır. Slavca çevirisi Yunanca aslına oldukça sadık kalınarak yapılmıştır. Daha sonraları 1877’de Tamboflu Theophanes bu kitabı Rusçaya çevirmiştir. Beş kalın ciltten oluşan bu kitapta eskisinde olmayan birçok yeni bölümler eklenmiş olduğu gibi birçok bölümler de çıkarılmıştır. Theophanes kitabında özellikle soluk alma-verme tekniği ile ilgili bölümlerin hepsini sansür etmiştir. “Philokalia” batı dünyasında da çeşitli dillere ama iyice kısaltılmış bir biçimde çevrilmiştir.

“Philokalia” çok önemli bir kitaptır. Gezginci doğru yolda olup olmadığını onunla saptamaktadır. Sürekli olarak nasıl dua edileceğini ondan öğrenmektedir. Bu kitabın öğretmeye çalıştığı “Yürek duası” ya da “İsa duası” ya da “İçsel dua” nedir? İsa duası belirli birkaç sözcükten oluşan bir tümce, bir formüldür diyebiliriz.

Bu sözcükleri, aklı yüreğe soktuktan (bu işin püf noktası, en önemli kısmı aklı yüreğe sokabilmektir. Nasıl? Ara, bulursun) sonra, teker teker ağızla ya da zihinle söylerken yürek atışlarına uydurmak gerekir, yani bir çeşit senkronize etme durumu söz konusudur. Tabi bu ara amacı, dikkati bir noktada toplayabilmeye yardımcı olan soluk alma, tutma ve verme tekniği ile birlikte. Ayrıca, bu duayı içimizde Tanrı’nın varlığını hissederek ve yüksek tinsel seviyeli bir duygulanma içinde söylemeliyiz. Ve nihayet bu İsa duasını her yerde, her zaman ve her durumda sürekli olarak söylemek gerekir. Amaç Tanrı’yı bulmaktır.

İsa’nın Tabor dağındaki Transfigürasyonu sırasında Tanrılığını gösterirken “yüzü güneş gibi patladı ve giysisi ışık gibi ak oldu. . .”

Gibi nurlanma durumuna erişmektir, yani yüce maddesel olmayan Işık’ı görebilmektir, yani bir çeşit Tanrı olabilmektir. On dokuzuncu yüzyıl Rusya’sında hastaları iyi etme ve gelecekten haber verme kudretine sahip staretsler, gezginciler, pustinikler oldukça boldu. Köylüler bu kimselere saygı ve sevgi gösterirlerdi. Bu kimselerin hastaları iyi edebilmelerinin, kötürümleri yürüyebilecek duruma getirebilmelerinin sırrı acaba “İsa duası”nda gizli olmasın,

“Pustinia” adlı kitabın yazarı C. de Hueck Duherty, Sovyetler Birliği’nden gelen yüksek rütbeli din adamlarına “Sovyetler Birliğinde pustiniklere, gezgincilere, staretslere hâlâ rastlanıyor mu” diye sorduğunda aldığı yanıt oldukça şaşırtıcı olmuş: din adamları bu tür kimselerin sık bakir ormanlarda, Sibirya içlerinde yaşadıklarına ilişkin söylentilerin oldukça yaygın olduğunu belirtmişler.

İsa duasının Rusya’da yayılmasına staretsler neden olmuştur. Dostoyevski, Karamazof Kardeşler romanında starets’leri şöyle tanımlıyor:”Starets denen adam, ruhunu ve iradeni elinden alan kişidir. Onun karşısında iradenden uzaklaşır, kendini onun ellerine bırakırsın. Ona tamamen boyun eğer, kendi arzularınmış gibi onun arzularını yerine getirir, sana hükmetmesine katlanırsın. Bu boyun eğiş sonunda da tam bir huzura, özgürlüğe ve sağlığa kavuşursun.” Staretslerin en parlak devri geçen yüzyılda olmuştur. Optina manastırına gelerek starets’leri ziyaret eden Dostoyevski, Nikolay Leskov, Vladimir Soloviev, Gogol, İvan Kirevski ve Lev Tolstoy gibi birçok ünlü Rus yazarı olmuştur. Tolstoy 1910 yılında evini, ailesini temelli terk edip dördüncü kez Optina manastırına giderken manastıra yakın bir istasyonda ölmüştür.

İsa duasını uygulamak için hiç kuşkusuz bir tinsel rehbere, bir yöneticiye gereksinme vardır.

Bu kitaptan yarar sağlamak isteyenler ilk önce kitabı baştanbaşa bir okusunlar.

Dominik Pamir

 

ANLATI 1

 Tanrı’nın izniyle Hıristiyan’ım. Tutumumla ise büyük bir günahkârım. Mesleğim, mevkilerin en aşağısı sayılan Gezginciliktir. Evim barkım yok. Hep oradan oraya başıboş dolaşırım. İçinde kuru ekmek bulunan sırtımdaki torbadan ve gömleğimin altında duran İncil’den başka bir şeyim yok. Varım yoğum budur. Kutsal Üçlük yortusunu izleyen yirmi dördüncü pazara rastlayan bir günde ayine katılmak üzere kiliseye gitmiştim. Pavlus’un Selaniklilere mektubundan “durmadan dua edin” (1. Sel. 5,17) cümlesinin bulunduğu bölüm okunuyordu. Bu sözler derin bir şekilde aklıma takıldı. Geçimini sağlamak için birçok işle uğraşmak zorunda olan insanın durmadan dua etmesi nasıl mümkün olabilirdi. Bu soruyu kendime çok sordum. İncil’i karıştırdım. Duyduklarımı tam tamına orada buldum ve kendi gözlerimle okudum. “Durmadan dua etmeli”, “her durumda Ruh’ta dua edin” (Efes. 6,18) “her yerde yakaran ellerinizi kaldırın” (1. Tim, 2, 8). Çok düşündüm, neye karar vereceğimi şaşırmıştım.

Ne yapmalı diye düşünüyordum. Bu sözleri bana açıklayabilecek birini nereden bulmalı? Ünlü vaizlerin vazettikleri kiliselere gidecek, belki de orada bulacaktım aradığımı. Böylelikle yola koyuldum. Dua üstüne birçok eşsiz vaiz dinledim. Ama hepsi de genel olarak dua ile ilgili açıklayıcı bilgilerdi: dua nedir, neden dua etmek gerekir, dua etmenin yararları nelerdir. Ancak gerçekten nasıl dua edilir konusunda tek söz etmiyorlardı. Sürekli dua üstüne ve içten dua üstüne vaiz dinledim; ama böyle dua etmeye nasıl ulaşılacağı belirtilmiyordu. Vaiz, dinlemek istediğim şeyi bana veremedi. Ben de vaiz dinlemekten vazgeçtim. Tanrı’nın yardımıyla bana bu gizi açıklayabilecek bilgili ve deneyimli birini aramaya karar verdim, çünkü aklım karşı konamaz bir biçimde buna takılmıştı.

Uzun süre yol aldım; İncil’i okuyor ve acaba bir yerlerde deneyimli, bilge bir yol gösterici ya da tinsel bir öğretmen bulunamaz mıydı diye kendime soruyordum. Bir defasında bana bir köyde bir beyefendinin kendi kurtuluşu için uzun süre dua ettiğini söylediler: evindeki küçük ibadethanesine çekilmiş, hiç hareket etmeden, durmaksızın Tanrı’ya dua edip dinsel kitaplar okuyormuş.

Bunları duyunca yürümeyi bırakıp o köye doğru koşmaya başladım; köye vararak beyefendinin yanına çıktım.

-Benden ne istiyorsun? – diye sordu.

– Dindar ve de bilge bir kişi olduğunuzu duydum; sizden havarinin “durmadan dua edin” sözüyle ne demek istediğini, bu biçimde dua etmenin nasıl mümkün olabileceğini açıklamanızı Tanrı aşkına rica ediyorum. Kavramaya çalıştığım ama bir türlü aklımın almadığı mesele işte budur.

Beyefendi bir süre konuşmadı, sonra bana dikkatle bakarak şöyle dedi:
– Sürekli iç dua insan aklının Tanrı’ya ulaşmak için yaptığı devamlı bir çabadan başka bir şey değildir. Bu yararlı uygulamayı başarabilmek amacıyla devamlı nasıl dua edileceğini öğretmesi için sık sık Rabbe başvurmak uygun bir davranış olur. Daha büyük bir çaba harcayarak daha sık dua etmeye bak. Duanın kendisi sana duanın nasıl sürekli olacağını gösterecektir; bunun için uzun zamana gerek var.
Bu sözlerden sonra bana yemek ikram etti, yolluk bir şeyler de vererek beni salıverdi. Ne var ki bana hiçbir şey açıklamış olmadı.

Yeniden yola koyuldum. Beyefendinin dediği gibi elimden geldiğince okumaya, düşünmeye, akıl yürütmeye çabaladım ama bir türlü kavrayamıyordum. Oysa bu sorunu çözebilmeyi ne kadar da istiyordum. Öyle ki gecelerim bile uykusuz geçiyordu. İki yüz verstlik bir yol kat ettikten sonra il merkezine vardım. Orada bir manastır gözüme çarptı. Handakiler bu manastırda dindar, sevecen aynı zamanda konuksever bir başrahibin bulunduğunu söylediler. Ona gittim. Beni iyi karşıladı, oturttu ve yemek ikram etti.

– Çok saygıdeğer peder! Benim yemeğe ihtiyacım yok. Sizden sadece tinsel bir konuda beni aydınlatmanızı rica edeceğim: Sonsuz yaşama kavuşabilmek için ne yapmalıyım? – dedim.

– Sonsuz yaşama kavuşmak için ne mi yapmalısın! Peki, öyleyse, Tanrı yasalarına uy, Tanrı’ya dua et o zaman kurtulursun!

– Durmadan dua etmek gerektiğini öğrendim, ama nasıl durmadan dua edileceğini bilmiyorum ve sürekli dua etmenin de ne anlama geldiğini bir türlü anlayamıyorum. Pederim, sizden ricam, bana bunu bir açıklasanız.

– Daha iyi bir biçimde nasıl açıklamalıyım, bilemeyeceğim, kardeşim! Ama bekle! Bende bu konudan söz eden bir kitap var.

Ve aziz Dimitri’nin yazdığı “İçe dönük insanın tinsel yönergeleri” adlı kitabını çıkarttı.

– İşte şu sayfayı oku.

 Aşağıya aktardığım satırları okumaya başladım:

“Havarinin ‘durmadan dua etmek gerekir’ sözleri akılla yapılan dua biçimine uygun düşmektedir, gerçekten de akıl hep Tanrı’ya dalmış bir halde kalabilir ve dua edebilir.”

– Aklın kendini dağıtmadan hep Tanrı’ya dalmış bir halde nasıl kalabileceğini ve durmadan nasıl dua edebileceğini bana açıklar mısınız?
– Tanrı’nın kendisi bu lütfü vermemişse, bunu açıklamak çok zor – dedi başrahip. Fakat hiç bir şey de açıklamış olmadı. Geceyi orada geçirdim. Sabahleyin sıcak konukseverliğinden dolayı şükran hislerimi belirttikten sonra nereye doğru gideceğimi bilemeden yeniden yola koyuldum.

Anlayışımın kıtlığından üzüntü duyuyor ve kendimi avutmak için Kutsal Kitaba başvuruyordum. Böylece ana yolda beş gün süre ile yürüdüm; sonunda, bir gece rahibi andıran ufak tefek yaşlı bir adama rastladım. Rahip olduğunu, birkaç rahiple birlikte yolun on verstlik ötesinde yaşadıklarını söyledi. Beni kaldıkları yere davet etti.

-Biz gezgincileri kabul eder, gerekirse onları tedavi eder yemekhanemizde onlara yemek veririz – dedi.

Oraya gitmeye hiç niyetim yoktu. Bu yüzden şöyle dedim:
– Bir yerde konaklamaktan çok tinsel bakımdan açıklayıcı bir bilgi beni rahata kavuşturabilir. Ben yiyecek aramıyorum. Zaten torbam kuru ekmek dolu.

– Ne tür bir açıklayıcı bilgi arıyorsun? Neyi daha iyi anlamak istiyorsun? Sevgili kardeşim, gel, bize gel. Tinsel bakımdan sana yön verebilecek, Tanrı Sözü ve Kilise Babalarının öğretileri ışığında sana gerçek yolu gösterebilecek deneyim sahibi staretslerimiz var.

– Bundan aşağı yukarı bir yıl önce bir ayin sırasında havarinin ‘durmadan dua edin’ sözünü vazettiklerini duydum. Bu sözü nasıl yorumlamam gerektiğini bilmediğimden Kutsal Kitabı karıştırmaya başladım.

Kitapta da hem de birçok yerinde durmadan, daima, her fırsatta, her yerde, yalnız günlük işlerimizde değil de, yalnız uyanıkken değil de uykuda bile “uyuyorum ama yüreğim uyanık” (Neş. Neş. 5, 2) dua etmemiz gerektiği ile ilgili Tanrı buyruklarına rastladım. Bu beni oldukça şaşırttı. Bir insanın böyle bir şeyi nasıl becerebileceğini bir türlü anlayamıyordum. Acaba buna ulaşabilmenin yolları nelerdi? İçimde şiddetli bir istek ve merak uyanmıştı. Bu düşünceler gece gündüz aklımdan çıkmıyordu. Bu nedenle kiliselere gitmeye başladım. Dua üstüne verilen vaizleri dinledim, ama ne kadar çok vaiz dinledimse de nasıl devamlı dua edileceğini bir türlü öğrenemedim. Vaizlerde hep dua etmek için önceden ne gibi hazırlıklar yapmak gerektiğinden ya da duanın yararlarından söz ediliyordu. Nasıl devamlı dua edileceği ve böyle bir duanın ne anlama geldiği öğretilmiyordu. Kutsal Kitabı sık sık okudum. İşittiklerime orada rastladım ama bununla birlikte istediğim şeyi bulamadım. O zamandan beri kararsız ve kaygılıyım.

Starets haç çıkararak konuşmaya başladı:

– Sevgili kardeşim, sürekli iç duaya karşı sende böylesine karşı konulmaz bir ilgi uyandırdığı için Tanrı’ya şükretmelisin. Bunda Tanrı’nın çağrısı olduğunu kabul et. Senin iradenle Tanrısal sözün böylelikle uyum sağladığını düşünerek sakinleşmelisin. Bu dünya bilgeliğinin ve bilgi edinme ile ilgili boş isteğin değil de yürek sadeliğinde etkin deneyimin ve akıl yoksulluğunun insanı yüce ışığa yani sürekli iç duaya götürdüğünü anlamak sana verilmiş. Dua eylemi üstüne derin bir şeyler duymuş olmaman, bu sürekli çalışma durumuna bu yüzden nasıl ulaşabileceğini öğrenememiş olman şaşılacak bir durum değildir. Gerçekte dua üstüne birçok vaizler veriliyor, bu konuya değinen yeni çıkmış birçok kitap var. Ne var ki yazarlarının düşünceleri eylemle beslenen deneyime değil de zihinsel spekülasyona, doğal aklın kavramlarına dayanmış: Bu yüzden duanın özünden değil de sadece özelliklerinden söz ediyorlar. İçlerinden biri neden dua etmek gerektiğini çok iyi bir biçimde açıklıyor; bir başkası duanın gücünden ve yararlı etkilerinden söz ediyor; bir üçüncüsü iyi bir şekilde dua etmek için gerekli koşullardan, yani büyük çabadan, dikkatten, yürek sıcaklığından, aklın temizliğinden, alçakgönüllülükten, duaya başlamadan önce gerekli olan pişmanlıktan söz ediyor. Ancak dua nedir ve dua etmek nasıl öğrenilir gibi temel ve zorunlu sorulara zamanımızda pek az vaizcinin yanıt verebildiğini görürüz. Buna neden de bu soruların onların bütün açıklamalarından çok daha zor olduğu ve okul bilgisini değil de mistik bir tanımı gerektirmesidir. Ve daha üzücü olanı da bu ilkel ve boş bilgeliğin, Tanrı’yı insani bir ölçüyle ölçmeye kadar götürmesidir. Hazırlayıcı çarelerin ve iyi davranışların duayı doğurduğunu düşünen kimseler büyük bir hata işliyorlar. Oysa gerçekte dua, erdemlerin ve iyi yapıtların kaynağıdır. Duaya ulaşma çareleri yerine haksız olarak meyvelerini ya da sonuçlarını ele almakla onun esas gücünü azaltmış oluyorlar. Bu tamamen Kutsal Kitaba karşı bir görüştür: Çünkü havari Pavlus dua hakkında şöyle demektedir: ‘Sizden her şeyden önce dua etmenizi istiyorum’ (1. Tim. 2, 1).
Dua etmeyi böylelikle havari her şeyin üstünde tuttuğunu gösteriyor: “Her şeyden önce dua etmenizi istiyorum.” Bir Hıristiyan’dan birçok iyi şeyler yapması istenmiştir ama dua etmek bunların hepsinden üstündür. Çünkü onsuz hiçbir iyi şey gerçekleştirilemez. Tanrı’ya götüren yol sık sık dua etmeden bulunamaz, gerçek tanınamaz, bedenin tutkuları ve arzuları öldürülemez, İsa’nın nuru aracılığı ile yürek aydınlanamaz ve onunla esenlikte birleşilemez. Sık sık diyorum, çünkü doğru dürüst ve yetkin bir biçimde dua edebilmemiz bize bağlı değildir.  Havari Pavlus’un dediği gibi: “Ne dilememiz gerektiğini bilmiyoruz” (Rom. 8, 26). Her türlü iyiliğin ana kaynağı olan arı duaya erişebilmek için elimizden sadece sık sık dua etmek gelir. “Anneyi fethet, soyun sopun olur” diyor Suriyeli ermiş İsaak. Bununla, erdemleri uygulayabilmek için ilk önce dua etmesini öğrenmek gerektiğini anlatmak istiyor. Kilise Babalarının gizem dolu öğretileriyle ve uygulamalarıyla haşır neşir olmamış olanlar bu gibi sorunları iyi bilemezler ve bundan pek söz etmezler.

Konuşmaya öylesine dalmıştık ki manastıra geldiğimizin farkına bile varmamıştık. Bu yaşlı adamdan ayrılmamak için, daha doğrusu içimi kemiren sorunuma bir yanıt bulabilmek umuduyla kendisine sabırsızlıkla şöyle dedim:

– Çok saygıdeğer pederim, sizden bir ricam var. Ne olur sürekli iç duanın ne olduğunu ve böyle nasıl dua edilebileceğini bana öğretin. Bu konuda derin ve güvenilir bir deneyiminiz var olduğunu görüyorum.
Starets ricamı hoş karşıladı ve beni oturduğu yere davet etti:

– Gel bize gidelim, sana Kilise Babalarının bir kitabını vereceğim. O kitap sana Tanrı’nın yardımıyla duanın ne olduğunu açıkça anlayabilmeni sağlayacak ve nasıl dua etmen gerektiğini öğretecek.

Staretsin hücresine birlikte girdik. Orada bana şu sözleri söyledi:        
– İçsel ve sürekli dua, İsa’nın mevcudiyeti izlenimi içinde her yerde, her zaman hatta uykuda bile durmadan ve sürekli olarak dudaklar, yürek ve akıl aracılığıyla İsa adının yakarılmasından ibarettir. Bu dua şu sözcüklerle ifade edilir: “Gospodi Isuse Hriste, pamilyu mya!” “Rab Mesih İsa, acı bana!” Böyle yakarmaya kendisini alıştıran kimse büyük bir avuntuya kavuşur ve bu duayı sürekli olarak söylemek isteğini içinde duyar. Bir süre sonra bu duayı söylemeden edemez duruma gelir, duanın kendisi de onda kendiliğinden akar gider. Şimdi sürekli duanın ne demek olduğunu anladın mı?

– Çok iyi anladım, peder! Şimdi de bana böyle dua etmek için ne yapmam gerektiğini söyleyin – diyerek sevinç içinde haykırdım.

– Nasıl dua etmesini şu kitaptan öğreneceğiz. Bu kitabın adı Philokalia (Dobrotolubiye) dir. Bu kitap yirmi beş Evliya’nın eserlerinden derlenmiştir. Sürekli içsel duanın ayrıntıları ve tam bir bilgisini içermektedir. Bu kitap öylesine yararlı ve öylesine kusursuz bir kitaptır ki, ruh gözüyle seyrediş yaşamına kendilerini adayanların en önemli kılavuzu olarak kabul edilmiştir. Çok mutlu Nikephoros’un dediği gibi bu kitap “zorluksuz ve acısız esenliğe” götürüyor.

– Kutsal Kitaptan daha yüce bir kitap mı? – diye sordum.
 

– Hayır, Kutsal Kitaptan ne daha yüce ne de daha kutsal, ama sınırlı aklımızla seviyesine ulaşamadığımız Kutsal Kitabın gizemli yanlarını, aydınlatıcı bir biçimde açıklamaktadır.  Bunu bir karşılaştırma yaparak anlatayım. Güneş görkemli, gösterişli, ışıl ışıl parlayan bir gök cismidir; ne var ki ona çıplak gözle bakamayız. Bu yıldızların şahını seyredebilmek, alev alev yanan ışınlarını karşılayabilmek için güneşten son derece küçük ve donuk bir cam parçası kullanmamız gerekiyor. Kutsal Kitap ışıldayan bu güneş, Philokalia da bu cam parçasıdır. Şimdi iyi dinle, sana sürekli içsel duanın nasıl yapılacağını anlatan kısmı okuyacağım.

Starets Philokalia’yı açtı, aziz Simeon, Yeni Tanrı bilimcinin yazılarından bir bölümü seçti ve okumaya başladı.

“Yalnız başına, sessizlik içinde otur, başını önüne eğ, gözlerini kapa; daha yavaşça soluk almaya çalış; hayal gücünle yüreğinin içine bak, aklını yani düşünceni başından yüreğine doğru topla. Soluk alırken hafif bir sesle, ya da sadece akıldan “Rab Mesih İsa, bana acı” de. Kafana üşüşen düşünceleri kovmaya çabala, sabırlı olmaya çalış. Bunu sık sık tekrar et.”

Starets daha sonra bütün bu okuduklarını örnekler vererek bana açıkladı. Philokalia’dan aziz Sinaitli Gregorios çok mutlu Kallistos ve İgnatios’un yazdıklarını okuduk. Starets okuduğumuz her şeyi kendine özgü terimlerle açıklıyordu. Pür dikkat kesilmiş, söylediklerini hayranlıkla dinliyor ve ağzından çıkan bir tek sözcüğü bile kaçırmamaya ve hepsini büyük bir titizlikle belleğime iyice yerleştirmeye çalışıyordum. Bütün geceyi böyle geçirdik, sabah duasına da uyumamış olarak gittik.

Starets beni uğurlarken beni kutsadı ve kendisine dürüst bir biçimde ve yürek sadeliğiyle günah çıkartmam için uğramamı söyledi. Gerekçe olarak da “tinsel bir işe kılavuzsuz girişmek boşuna olur” dedi.
 Kilisede iken içimde beni sürekli içsel dua konusunu incelemeye iten şiddetli bir istek hissettim ve Tanrı’dan bana bu konuda yardımcı olmasını diledim. Sonra da, günah çıkartmak ya da öğüt almak için staretsi görmeye gitmenin bana zor geleceğini düşündüm. Beni handa üç günden fazla tutmazlardı. Keşişlerin yaşadığı ıssız yerin yakınlarında da ev filan yoktu. İyi ki dört verstlik yolda bir köyün bulunduğunu öğrendim. Kalabilecek bir yer bulabilmek umudu ile oraya gittim. Şansım yaver gitti. Bir köylünün yanına bekçi olarak girdim.

Bütün yaz bir bostan kulübesinde kalacaktım. Allah’a şükür, kendime bir yer bulabilmiştim. İşte böylelikle, gösterilen yollar aracılığıyla içsel duayı incelemeye ve uygulamaya başladım. Tabi sık sık staretsi görmeye gidiyordum. Bir hafta boyunca, bahçemde yalnız başıma, staretsin öğütlerine tamı tamına uyarak içsel duayı incelemeye çalıştım. Başlangıçta, her şey sanki çok iyi gidiyordu. Ama sonra kendimde bir hantallık, bir tembellik, can sıkıntısı hissettim. Önünü alamayacağım bir uyku hali bastırdı. Aynı zamanda düşünceler üstüme bulutlar gibi üşüştüler. Staretsin yanına üzgün bir halde vararak durumumu kendisine açtım. Beni iyi karşıladı.

 Bana:
– Sevgili kardeşim, bu, karanlık dünyanın sana karşı sürdürdüğü savaştan başka bir şey değildir. Çünkü şeytan, yürekten yapılan duadan çekindiği kadar başka bir şeyden çekinmez. Seni rahatsız ederek duaya karşı isteksizlik duymanı istiyor. Ne var ki, düşman ancak bize gerekli olduğu ölçüde ve Tanrı’nın izni ve iradesiyle hareket eder. Kuşkusuz alçakgönüllülüğün de denemeye tabi tutulması gerekmektedir. Aşırı bir çaba göstererek yüreğin eşiğine ulaşmak için daha çok erken. Çünkü tinsel cimriliğe düşebilirsin.

Bu konuda Philokalia’da neler yazıldığını sana okuyayım.

Starets rahip Nikephoros’un öğretileri arasından bir bölüm bularak okudu:

“Bütün çabalarına karşın, kardeşim, yüreğinin bulunduğu bölgeye salık verdiğim biçimde giremiyorsan, sana söylediğimi yap ve Tanrı’nın yardımıyla aradığını bulacaksın.”

“İnsanların aklının (Rusça çevirisi ters anlamda yapılmış. Burada “to logistikon” (konuşma yetisi) olan bu sözcük “akıl” olarak çevrilmiş.) göğüslerinde olduğunu biliyorsun… Bu nedenle kafandan her türlü düşünceyi çıkaracak (bunu istersen yapabilirsin), yerine de ‘Rab Mesih İsa, acı bana’ düşüncesini koyacaksın. Bu içsel yakarışı başka her türlü düşüncenin yerine koymaya çabala, zamanla bu eylem sana yüreğinin eşiğini açacaktır. Kuşkun olmasın, bu, denemeyle sabit olmuş bir olgudur.

Starets bana:

– Kilise Babalarının bu konuda neler öğrettiklerini görüyorsun. Onun için, bu buyruğa güven duyarak uymalısın ve İsa duasını elinden geldiğince söylemelisin. İşte sana, başlangıç olarak günde üç bin kez duayı tekrar edebileceğin bir tespih. Ayaktayken, otururken, yatarken ya da yürürken durmadan, yavaşça ve acele etmeden: ‘Rab Mesih İsa, acı bana’ de. Bunu günde tam üç bin kez tekrarla, ne eksik ne fazla. Sürekli yürek faaliyetine ancak bu şekilde ulaşabilirsin.

Staretsin bu söylediklerini sevinçle karşıladım. Daha sonra kulübeme döndüm. Aynen bana öğrettiği gibi yaptım. İlk iki günde bazı zorluklarım oldu, ama sonra öylesine kolay oldu ki, duayı söylemediğim zamanlar yeniden dua etmek gereksinimini duyuyordum. Dua kolaylıkla kendiliğinden akıyordu, başlangıçtaki rahatsızlıklardan eser kalmamıştı.
Bunu Staretse anlattım. Bana bunu günde altı bin kez söylememi söyledi.

– Huzursuzluğa kapılma, yalnızca sana buyrulan sayıda kalmaya dikkat ederek dua etmeye çalış: Tanrı sana acıyacaktır.

Bir hafta boyunca başka hiçbir şeyi kendime dert etmeden, düşüncelerime karşı savaşmak zorunda kalmadan, kulübemde kalarak her gün altı bin kez o duayı söyledim.

Sadece staretsin buyruğunu tamı tamına yerine getirmeye çalışıyordum. Sonuçta ne oldu? Dua etmeye kendimi öylesine alıştırmış oldum ki, kısa bir süre için duaya ara verirsem, sanki bir şeyler yitirmiş gibi içimde bir boşluk hissediyordum. Dua etmeye koyulduğumda yeniden kendimi hafif ve mutlu hissediyordum. Birine rastladığımda içimden konuşmak gelmiyordu, sadece yalnız kalmak ve duamı okumak istiyordum. Bir haftada dua etmeye bayağı alıştım.

Beni on gündür görmemiş olan Starets haberlerimi almak için beni görmeye geldi. Başıma gelenleri ona anlattım. Beni dinledikten sonra şöyle dedi:

– Dua etmeye alıştın. Görüyorsun. Şimdi de bu alışkanlığını korumak ve güçlendirmek gerekiyor: Vakit yitirmeden, bu duayı Tanrı’nın yardımıyla on iki bin kez söyleme kararı al. Yalnız başına ol, sabahları biraz daha erken kalk, gece biraz daha geç yat, bir de beni ayda iki kez görmeye gel.
Staretsin dediklerine uydum ve ilk gün duayı on iki bin kez zorlukla tekrarlayabildim. Ancak gece geç saatlerde bitirebildim. Ertesi gün ise daha bir kolaylıkla ve zevkle söyledim.

İlk önceleri bir yorgunluk, dilimde bir tür sertleşme, çenemde gerginlik hissettim, ama rahatsız edici bir durum söz konusu değildi. Daha sonra damağımda hafif bir ağrı hissettim. Sonra tespihi çeken sol elimin başparmağında bir sızı oldu. Oysa elimin dirseğe kadar olan kısmı hoş bir duygu uyandırarak ısınıyordu. Bu da duayı daha da iyi okumak için beni isteklendiriyordu. Böylece beş gün süre ile duayı on iki bin kez söyleyerek buyruğu tam olarak yerine getirdim. Bunu kendime alışkanlık edinmişim gibi dua etmekten hem zevk duymaya hem de tat almaya başladım.

Bir sabah erkenden duanın kendisi tarafından uyandırıldım sanki. Sabahki duamı henüz söylemeye başlamamıştım ki dilim dolanmaya başladı. Oysa içimde İsa duasını söylemekten başka bir istek yoktu. Yeniden dua eder hale geldiğimde mutluluğuma diyecek yoktu. Dudaklarım kendiliklerinden, çaba göstermeme gerek kalmadan kımıldıyorlardı. Adeta her şeyden kopmuş gibiydim. Kendimi başka bir alemde yaşıyor gibi hissediyordum. Duayı on iki bin kez daha gün sona ermeden zorlamadan söyledim. Daha devam etmeyi çok arzuluyordum ama staretsin koyduğu sınırı aşmaya cesaret edemedim. Sonraki günlerde de İsa’nın adını kolay bir şekilde ve hiç bıkmadan yakarmaya devam ettim.

Staretsi görmeye gidiyor bütün bunları kendisine ayrıntılı biçimde anlatıyordum. Sözümü bitirdiğimde bana şöyle dedi:

– Tanrı sana dua etme isteği ve bu isteği zorluksuz yerine getirebilme olanağını vermiş. Bu aynen, bir makinenin düzentekerini yavaş yavaş döndürdükten sonra kendiliğinden dönmeye devam ettiği gibi, değişmez bir uygulama ve alıştırmanın doğal bir sonucudur. Ne var ki, devinim halinde kalabilmesi için, onu yağlamalı, arada bir de hız vermeli. İnsanların yakın dostu Tanrı’nın duygulu insan tabiatımızı kendisini nasıl eşsiz yeteneklerle istidatlı kılmış olduğunu görüyorsun; hatta henüz nurun aydınlatmamış olduğu murdar insan tabiatında, günahkâr ruhta bile olağanüstü duygulanmaların doğabileceğini hissettin. Rab bir insana kendiliğinden olan tinsel duayı açınladığında ve ruhunu tutkulardan arıttığında, o insanın duyacağı sevinç ve kendinden geçiş, erişeceği olgunluk derecesi ne büyük olacaktır! Bu, sözle açıklanamayacak bir durumdur. Bu gizin Tanrısal esin yoluyla açınlanması da yüce mutluluğu önceden tatma halidir. Aşkla dolup taşan yüreklerinin sadeliğinde arayanlar almaktadırlar bu armağanı! Bundan böyle, benden sana izin, bu duayı istediğin kadar tekrarlayabilirsin.

Gece nöbetinin tüm vaktini bu duaya adamaya çalış ve İsa’nın adını artık saymadan yakar, alçak gönüllülük içinde Tanrı’nın iradesine boyun eğerek ve onun yardımına güvenerek. . . Tanrı seni terk etmeyecek ve senin yolunu çizecektir.

Bütün yazı bu kurala uyup İsa’nın adını yakararak geçirdim. Tamamen sakinleşmiştim. Uykumda bazen dua ettiğimi düşlüyordum. Gündüzleri ise insanlarla karşılaştığım olursa, o insanlar sanki kendi akrabalarım gibi bana hoş görünüyorlardı. Ama onlarla birlikte olmuyordum. Düşünceler dinmişti, yalnızca duayla yaşıyordum. Aklımı onu dinlemeye yönlendirmeye başlamıştım. Yüreğimde bazen kendiliğinden gelen bir sıcaklık, büyük bir sevinç hissetmeye başlamıştım sanki. Kilisedeki uzun ayinler artık bana kısa görünmeye ve beni eskisi gibi sıkmamaya başladı. Çıplak kulübem bana görkemli bir saray gibi görünüyordu. Benim gibi zavallı bir günahkârın yardımına böylesine bilgili bir starets gönderdiği için Tanrı’ya şükranlarımı nasıl sunacağımı bilemiyordum.

Ne var ki, bilge ve sevgili staretsin yönetiminden uzun süre yararlanamadım. Kendisi yaz sonunda vefat etti. Babaca öğütlerinden ötürü kendisine teşekkür ettim.

Dua etmek için kullandığı tespihini hayır duası olarak bana vermesini isteyerek kendisiyle gözyaşları içinde, vedalaştım. Böylelikle yalnız başıma kaldım. Yaz sona erdi, bostanın meyvelerini topladılar. Artık kalacak yerim yoktu. Bostancı ücret olarak bana iki ruble verdi, yol için torbamı ekmekle doldurdu. Böylece, başıboş yaşantıma yeniden başlamış oldum ama eskisi gibi gereksinim içinde değildim. Bütün yol boyunca İsa’nın adını yakarmak beni neşelendiriyordu. Herkes de bana çok iyi davranıyordu; sanki herkes beni sevmeye başlamıştı.

Günün birinde bostancının bana vermiş olduğu rubleleri ne yapmam gerektiğini düşünmeye koyuldum. Ne işime yararlardı ki! Starets olmadığına göre, bana yol gösterecek kimse de yoktu. Gidip içsel duanın nasıl yapılacağını onun sayesinde öğrenecektim. Haç çıkardım ve dua ederek yoluma devam ettim. Bir ilçe merkezine vardım. “Philokalia”adlı kitabı aramaya koyuldum. En sonunda bir tane bulabildim ama ne kadar pazarlık ettimse fiyatını üç rubleden iki rubleye indiremedim. Satıcı sonunda bana:

– Şu kiliseye git, ayin eşyaları bakıcısından sor. Onda bu kitaptan olacak. Onunki eski olduğu için belki sana iki rubleye verir -dedi.

Kiliseye girdim ve gerçekten de iki rubleye, oldukça yıpranmış ve eskimiş bir “Philokalia”satın aldım. Kitabı almış olduğuma çok sevinmiştim. Kitabı kumaşla elimden geldiğince tamir edip torbama, Kutsal Kitabın yanına koydum.

Dünyada benim için her şeyden daha değerli ve her şeyden daha tatlı olan İsa duasını sürekli olarak söylediğimden beri ne durumdayım onu anlatayım. Bazen günde yetmiş verstlik yol kat etmeme karşın yürüdüğümün bile farkında olmuyorum. Yalnızca dua ettiğimi hissediyorum. Dondurucu soğuklarla karşılaştığımda duayı daha bir dikkatle söylüyorum, kısa süre sonra yeniden tamamen ısınmış oluyorum. Açlık duygusu içimi kemirdiğinde İsa duasını daha sık yakarmaya başlıyorum, böylelikle açlığımı duymaz oluyorum. Kendimi hasta hissettiğimde, sırtım, bacaklarım ağrıdığında bütün dikkatimi dua üstüne yoğunlaştırıyorum ve acıyı duymaz oluyorum. Hakarete uğradığımda bu onduran duayı düşünüyorum; öfkem ve üzüntüm anında yok oluyor, her şeyi unutuyorum. Biraz garipleştim. Hiçbir şeyi kendime dert etmiyorum. Hiçbir şey ilgimi çekmiyor. Dıştan olan hiçbir şey beni bağlamıyor. Daima yalnız kalmak istiyorum. Alışkanlıktan dolayı bir tek gereksinmem var: durmadan dua etmek.

Bunu yaptığımda da tamamen neşeli biri oluyorum. Bende olanları yalnız Allah bilir. Bunlar, tabii duyarlı izlenimlerdir ya da doğanın bir sonucudur. Ama henüz yürekten yapılan tinsel duanın incelemesine giremeyecek kadar bilgisizim ve bu çalışmaya henüz kendimi layık bulmuyorum. Tanrı’nın belirteceği saati bekliyorum ve merhum staretsin hayır duasına güveniyorum. Demek oluyor ki, henüz tinsel duayı yürekten, otomatik olarak (kendiliğinden) ve sürekli olarak söyleyecek duruma erişmemiştim. Ama Allah’a şükürler olsun, çok önceleri işitmiş olduğum, havarinin “durmadan dua edin” sözünün ne anlama geldiğini artık açıkça anlayabiliyordum.

 İKİNCİ ANLATI

İsa duası eşliğinde uzun süre oradan oraya dolaşıp durdum. İsa duası, her türlü yolda, her türlü durumda, her türlü karşılaşmada bana güç veriyor ve beni avutuyordu. Sonunda “Philokalia”yı incelemek ve daha büyük bir yalnızlığa kavuşmak için belirli bir yerde durmanın iyi olacağını düşündüm. Kitabı öğleleri mola verdiğimde, akşamları da yere uzandığımda okuyabiliyordum. Kitabı uzun uzadıya derinlemesine incelemek ve kitaptan inanarak yürek duası aracılığıyla ruhu esenliğe götüren gerçek öğretiyi almak için içimde büyük bir istek vardı. Bu arzumu yerine getirebilmek yüzünden ne yazık ki herhangi bir ağır işte çalışamazdım, çünkü sol kolumu küçüklüğümden beri kullanamıyordum. Bu nedenle sürekli bir işe sahip olamıyor ve bir yere yerleşemediğimden Sibirya’daki ülkelere doğru, ermiş İrkutsklu İnnokentios’a doğru yöneldim. Sibirya’nın ormanlarında, ovalarında daha büyük sessizlik bulacağımı, kendimi daha bir rahatlıkla duaya ve kitabı okumaya verebileceğimi düşündüm. Böylece sürekli dua ederek yoluma devam ettim. Bir süre geçtikten sonra duanın yüreğimde kendiliğinden akmakta olduğunu hissettim. Başka bir deyişle yüreğim düzenli atarken her atışta kutsal sözleri sanki kendiliğinden söylüyordu. Örneğin: 1. Rab, 2. Mesih, 3. İsa vesaire. Dudaklarımı kımıldatmayı keserek dikkatle yüreğimin dediklerini dinlemeye başladım. Yüreğimin içine bakmaya çalışırken merhum staretsin bana açıklamış olduğu bu şeyin ne kadar hoş bir şey olduğunu anımsadım. Daha sonra yüreğimde hafif bir sızı, ruhumda da Mesih İsa’ya karşı öyle bir sevgi hissettim ki, İsa’yı o anda görmüş olsaydım ayaklarına kapanır ve onları kucaklar, öper, gözyaşlarımla yıkar ve kendisine, layık olmadığı halde bana, günahkâr yaratığına, sırf sevgisinden ve iyiliğinden adı aracılığıyla böylesine bir mutluluk bağışladığı için şükranlarımı sunardım.

Ondan sonra yüreğimde göğsümün her yanına yayılan iyi etkili bir sıcaklık belirdi. Bu beni özellikle hissettiklerimi inceleyip gerçekliğini saptamak ve içsel yürek duasının gelişimini incelemek üzere Philokalia’yı daha bir dikkatle okumaya yöneltti. Bu denetleme olmasaydı korkarım merhum staretsin öğrettiklerine uygun olarak çok çabuk elde ettiğim dua etme yeteneğimden dolayı gurura kapılır ve doğal etkileri nurun etkileri sanarak yanılgıya düşerdim. Bu nedenle özellikle geceleri yürüyor, gündüzlerimi de ormanda ağaçların altında Philokalia’yı okumakla geçiriyordum. Bu okuma sayesinde ne çok yeni şey, bilmediğim ne derin şeyler öğrendim! Bu uğraşla o zamana dek hayal edebileceğimin çok üstünde bir mutluluk tattım. Kuşkusuz kitabın bazı bölümlerini sınırlı aklım alınıyordu. Ne var ki yürek duası etkileriyle adamadığımı aydınlığa kavuşturuyordu. Üstelik kimi zaman düşümde merhum staretsi görüyordum. O da bana birçok şeyi açıklıyor ve anlaşılması güç ruhumu daima daha çok alçakgönüllülüğe eğiyordu. Koca iki yaz ayını böyle bir mutluluk içinde geçirdim. Genellikle ormanlar içinde dolaşıyordum. Tarlalar arasından geçen herhangi bir yol beni bir köye ulaştırdığında bir torba kuru ekmek, bir tutam tuz dileniyor, mataramı suyla doldurduktan sonra yüz verst sürecek yeni bir yola çıkıyordum.

Alçak ruhumun günahları yüzünden mi yoksa ruhsal yaşam böyle gerektirdiği için mi, yoksa daha iyi bir şeyler öğrenmem için mi, nedendi bilmem yazın sonlarına doğru birtakım denemelerle karşılaştım. Şöyle ki, bir akşam üzeri ana yola henüz çıkmıştım ki askere benzeyen iki adam yolumu kesti(4). Paralarımı sökülmemi istediler.   

Kendilerine beş param olmadığım söylediğimde bana inanmadılar, sertçe şöyle bağırdılar
– Yalan söylüyorsun! Gezginciler çok para toplarlar! İçlerinden biri:
– Sözle vakit kaybetmeyelim! – dedikten sonra elindeki sopayla kafama vurdu; bayılmışım.
 

Ne kadar baygın yatmışım bilmiyorum. Kendime geldiğimde yola yakın bir yerde ormanın içindeydim. Her tarafım yırtılmış, heybem de yok olmuştu; sadece asılı durduğu ipin uçları kalmıştı. Allah’tan gerektiğinde hemen gösterebilmek için eski takkemin altında sakladığım pasaportumu almamışlardı. Ayağa kalktığımda ağrım sızımdan daha çok heybemle birlikte çalınan kitaplarıma, Kutsal Kitapla Philokalia’ma yanıyordum. Bütün gece hep buna üzüldüm, ağladım durdum. Hep yanımda taşıdığım, küçüklüğümden beri okuduğum Kutsal Kitabım şimdi neredeydi? Avuntu bulduğum, bilgi edindiğim Philokalia’m neredeydi? Zavallı ben kendisine tam doyamadan yaşamımın biricik hazinesini yitirmiştim. Manevi yiyecekten yoksun yaşamaktansa ölmek daha iyi olurdu. Onları bir daha satın alamazdım ki!

Öylesine kederliydim ki ancak iki gün yürüyebildim, üçüncü gün dermansız bir halde bir çalılığın dibine çöküp uyuya kaldım. Düşümde kendimi yalnız başına staretsin hücresinde buldum. Ona sızlanarak derdimden söz ediyordum. Starets beni teselli ettikten sonra, “Cennete doğru daha özgürce gidebilmen için dünya malında gözün kalmamak bakımından bu sana ders olsun. Bu denemeye tinsel şehvete düşmeyesin diye tabi tutuldun! Tanrı bir Hıristiyan’ın kendi benliğini, iradesini, tutkularını terk edip tamamen Tanrısal iradeye tabi olmasını ister. Her yaptığı şey insanın esenliği ve iyiliği içindir. O herkesin esenliğe kavuşmasını ister (I.Tim.2,4). Onun için cesaretini topla ve inan “Rab denemeyle birlikte kurtuluş yolunu da hazırlayacaktır” (I.Kor. 10,13). Pek yakında şimdi çektiğin acılardan çok daha büyük avuntulara kavuşacaksın.

Bu sözler üzerine uyandım, ruhumu aydınlanmış ve sakinleşmiş, vücudumu da zindeleşmiş buldum. Her şey Tanrı nasıl isterse öyle olsun! Diyerek ayağa kalktım, haç çıkarıp yola koyuldum. Dua daha önceleri olduğu gibi yeniden aynı biçimde etki etmeye başladı. Ve sakin sakin üç gün boyunca yol aldım.

Birden yol üzerinde muhafız takımı altında götürülen bir gurup kürek mahkûmuna rastladım. Yanlarına yaklaşınca aralarından beni soyan iki adamı tanıdım. Sıra halinde yürüyorlardı, ayaklarına kapandım, kitaplarımın nerede olduklarını bana söylemeleri için onlara yalvardım. Önce beni tanımamazlıktan geldiler, daha sonra biri bana:
– Eğer bize bir şeyler verirsen sana kitaplarının nerede olduğunu söyleriz. Bize bir ruble gerek – dedi.

Bunun için dilenmem bile gerekse onlara mutlaka bu parayı bulup vereceğimi söyledim.
– İsterseniz rehine olarak pasaportumu alın.

Kitaplarımın ellerinden geri alınan öteki çalınmış eşyalarla birlikte arabaların içinde olduğunu söylediler.
– Onları geri nasıl alabilirim?
– Müfreze komutanına sor.

Komutana koştum, kendisine meseleyi ayrıntılı biçimde anlattım. Konuşmamız sırasında bana Kutsal Kitabı okuyup okuyamadığımı sordu. Yalnız okumasını değil yazmasını da biliyorum dedim.

– Kutsal Kitabın üzerinde kitabın bana ait olduğunu gösteren bir yazı bulacaksınız; işte pasaportumdaki ad ve soyadım.
               Komutan:
– Bu haydutlar asker kaçaklarıdır, bir kulübede barınıyor, yoldan gelip geçenleri durdurarak soyuyorlardı. Dün becerikli bir arabacı troykasını araklamaya çalışırlarken bunları yakaladı. Bana göre hava hoş, buradaysalar kitaplarını sana geri vereceğim, ancak mola yerine kadar bizimle birlikte gelmelisin, mola yeri sadece dört verst ötede, senin yüzünden bütün kafileyi durduramam.
               Sevinç içinde konuşarak komutanın bindiği atın yanında yürüdüm. Çok genç olmasına karşın belli ki iyi bir insandı. Bana kim olduğumu, nereden geldiğimi, nereye gittiğimi sordu. Sorularına samimiyetle yanıtlar verdim; böylelikle mola yerine ulaşmış olduk. Kitapları bulup bana verirken:
– Şimdi nereye gideceksin? Neredeyse karanlık olacak, bende kalabilirsin – dedi.
               Bunun üzerine kaldım. Kitaplarıma kavuştuğumdan ötürü öylesine mutluydum ki Tanrı’ya nasıl şükredeceğimi bilmiyordum. Kitaplarımı göğsüme bastırdım, elim uyuşana dek onları sıkıca tuttum.

Mutluluktan gözlerimden yaşlar boşanıyor, yüreğim de hoş bir sevinçle çarpıyordu. Yüzbaşı beni bu halde görünce:
– Görüyorum da Kutsal Kitabı okumasını seviyorsun – dedi. Sevincimden ona karşılık veremedim;  ağlamaya devam ediyordum. Sözüne şöyle devam etti:
– Ben de, dostum, düzenli olarak her gün İncil’i okurum. Bunu dedikten sonra üniformasının düğmelerini çözerek içinden Kiev’de basılmış gümüş kaplamalı küçük bir İncil çıkardı.
– Otur da sana bu alışkanlığı nasıl edindiğimi anlatayım. Hey! Bize akşam yemeğini getirin.
               Sofraya oturduk. Yüzbaşı öyküsünü anlatmaya başladı.
– Gençliğimden beri orduda görev yaptım, ama garnizonda asla. Görevimi iyi bir şekilde yerine getiriyordum, üstlerim de örnek bir teğmen olduğum için beni seviyorlardı. Ne var ki gençtim, arkadaşlarım da gençti. Talihsizlik bu ya, içmeyi öğrendim ve kendimi alabildiğine içkiye verdim. En sonunda hasta oldum, demediğim zamanlar örnek bir subay oluyordum ama bir tek attım mı kendimi altı haftalığına hapisteki revirde buluyordum. Uzun süre bana katlandılar.

Bir gün, içkili haldeyken bir üstüme hakaret etmişim. Bunun üzerine rütbem söküldü, üç yıllığına garnizonda hizmet etmeye mahkûm edildim, içkiyi bırakmazsam daha büyük cezaya çarptırmakla tehdit ettiler. Bu sefil durumda kendimi tutmak için ne kadar çalıştımsa, kendimi ne kadar tedavi ettirmeye çalıştımsa da içmekten bir türlü vazgeçemedim. Sonunda beni disiplin taburuna göndermeye karar verdiler. Bu kararı duyduğumda ne yapacağımı bilemedim.
               Koğuşumda oturmuş bütün bunları düşündüğüm bir gün kilise için bağış toplayan bir rahip geldi. Herkes bütçesine göre bir şeyler veriyordu. Benim yanıma geldiğinde bana:
– Neden böyle üzgünsün? – diye sordu.
               Ona biraz kendi zavallı durumumdan söz ettim. Rahip halime acımıştı. Bana:
– Aynı durum kardeşimin başına da geldi. Bu beladan şu şekilde kurtuldu: Tinsel rehberi kendisine bir İncil vermiş ve her içki içmek istediğinde kitaptan bir bölüm okumasını buyurmuş. Yeniden istek duyduğunda bir sonraki bölümü okumasını söylemiş. Kardeşim bu öğüdü yerine getirdi ve kısa sürede içki içmek alışkanlığından kurtuldu. Aynısını yap, kısa zamanda yararını göreceksin.

Bende bir tane İncil var istersen sana getiririm – dedi.
Bu sözler üstüne rahibe:              
– Senin İncil’ini ne yapayım! Hiçbir çaba, hiçbir tıbbi çare kendimi tutmayı sağlayamadı. (İncil’i o zamana dek hiç okumamış olduğumdan böyle konuşmuştum).
– Böyle konuşma, sana garanti ederim ki yararını göreceksin. Gerçekten de rahip ertesi gün şu gördüğün İncil’i getirdi. İncil’i açtım. İçinden birkaç cümle okuduktan sonra rahibe:
– Kitabı istemiyorum, hiçbir şey anlaşılmıyor, Slav harfleriyle yazılmış şeyleri okumaya alışık değilim – dedim.
               Rahip ısrarla bana bunu kabul ettirmeğe çalıştı.
– İncil’in her sözcüğünde, orada yazılı duran sözleri Allah söylediğinden, sağlığa iyi gelen bir güç vardır. Anlamasan da zararı yok. Yeter ki dikkatli bir şekilde oku. Bir ermiş şöyle demiş:” Allahın Sözünü anlamasan da şeytanlar okuduğun şeyi anlıyorlar ve korkudan titriyorlar” (I. Yak. 2,19). Kuşkusuz içki içmek arzusu da şeytanın bir marifetidir. Bir de şunu ekleyeceğim: “Johannes Chrysostomos şöyle yazıyor: “İncilin bulunduğu yer bile karanlık ruhları dehşete düşürür ve çevirecekleri entrikalara engel oluşturur.”Pekiyi anımsamıyorum ama galiba o rahibe birkaç kuruş verdim. İncil’ini aldım ve sandığa, diğer eşyalarımın arasına tiktim. Onu orada tamamen unutup gitmiştim. Bir süre sonra, içmek zamanı gelip çattı. İçmek arzusuyla kıvranıyordum. Sandığımı açtım. İçinden para alıp meyhaneye sıvışacaktım. İncil gözüme çarptı ve ansızın rahibin bana söylediklerini anımsadım. İncil’i açtım ve Matta’ya göre İncil’in birinci bölümünü okumaya başladım. Hiçbir şey anlamadan sonuna dek okudum. Rahibin bana söylemiş olduğu şeyleri anımsadım; “anlamasan bile zararı yok yeter ki dikkatle oku.” Kendi kendime “eh bir bölüm daha okuyalım bakalım” dedim. Bu defa okuduğum bana daha açık geldi. “Üçüncü bölüme de bakalım” dedim. Henüz okumaya başlamamıştım ki garnizonun çanları çınladı. Yatmak için ranzalara çekilmek zamanıydı. Artık garnizondan çıkabilmem mümkün değildi; böylelikle o gün içmeden içerde kaldım.
               Ertesi sabah uyandığımda dışarıya çıkıp kendime içki almaya hazırlanırken kendi kendime, “İncil’den bir bölüm daha okusam? Bakalım ne olacak” dedim. Okudum ve dışarıya çıkmadım.

Bir başka defasında yine alkol almak gereksinimini duydum, bir bölüm okudum ve kendimi rahatlamış hissettim. Eski gücüme kavuşmuştum, her içki içmek istediğimde İncil’den bir bölüm okuyuveriyordum. Gün geçtikçe daha iyileşiyordum. Dört İncil’i de bitirdiğimde şaraba olan düşkünlüğümden tamamen kurtulmuştum. İçkiye karşı hiç istek duymaz olmuştum. Aradan tam yirmi yıl geçti. O gün bu gündür ağzıma sert içki koymuş değilim.
               Değiştiğime herkes şaşırmıştı. Üç yıl içinde yeniden subay sınıfına kabul edildim. Rütbem yükseltilerek yüzbaşılığa kadar geldim. Evlendim, çok iyi bir kadına rastladım. Biraz mal mülk edindik. Şimdi de Allah’a şükür her şey yolunda gidiyor; elimizden geldiğince yoksullara yardım ediyor ve gezgincileri evimize kabul ediyoruz. Şimdiden subay olan bir oğlum var, yiğit bir çocuktur.
               Eh, gördüğün gibi, iyileştikten sonra her gün ömrüm boyunca dört İncil’den birini sonuna kadar hiçbir engel tanımadan okuyacağıma yemin ettim. Çok yorgun ve çalışmaktan bitkin düşmüş olduğum zamanlar uzanıyor, karıma ya da oğluma baş ucumda İncil’i okumalarını istiyorum. Böylece yeminimi tutmuş oluyordum.

Allah’a olan şükran hissimi belirtmek için bu İncil’i som gümüşten kaplattım. İncil’i daima göğsümde taşırım.
               Yüzbaşının anlattıklarını zevkle dinledim. Sonra ona şöyle dedim:
– Bizim köyde de buna benzer bir olay geçmişti. Fabrikada işinin ehli bir işçi vardı ama ne yazık ki sık sık içiyordu. Dindar bir adam bu işçiye içki içmek istediği her defasında Kutsal Üçlü-Birlik anısına ve Mesih İsa’nın bu dünyada geçirmiş olduğu otuz üç yılını düşünerek otuz üç kez İsa duasını okumasına salık verdi. Usta işçi de söyleneni yaptı ve kısa zamanda içmeyi bıraktı. Dahası da var. Üç yıl sonra da manastıra girdi.
– Hangisi daha değerli. İncil mi yoksa İsa duası mı? – diye sordu yüzbaşı.
– İster İncil, ister İsa duası olsun ikisi de bir ve aynı şeydir. Çünkü Mesih İsa’nın Tanrısal adı kendinde bütün İncil’e ait gerçekleri bulundurmaktadır. Kilise Babalarının dediklerine göre İsa duası İncil’in bir özetidir.
               Sonra birlikte dua ettik; Yüzbaşı, Markos’a göre İncil’in başından okumaya başladı, içimden dua ederek onu dinledim. Yüzbaşı sabahın ikisine doğru okumayı bitirdi. Sonra yatmaya gittik.

Alışkın olduğumdan sabah erken kalktım. Herkes uykudaydı. Gün yeni ağarıyordu. Sevgili Philokalia’ma daldım. Kitabı ne büyük bir sevinçle açtım bilemezsiniz! Uzun bir ayrılıktan sonra ya da bir arkadaşım yeniden dirilmiş de buluşmuşuz gibi sevinmiştim. Kitabı öptüm. Onu bana geri gönderdiği için Tanrı’ya şükrettim. Philokalia’nın ikinci bölümünde bulunan Filadelfiyalı Theoleptos’u okumaya başladım. Aynı anda üç ayrı faaliyete birden insanın kendisini vermesini önerdiği bölümü okuyunca şaşırdım: “Sofrada otururken yemeğini ye, kulağınla okunanı dinle, aklınla da duanı yap,”, diyor. Geçen günkü o güzel geceyi anımsayınca, bu düşünce, deneyimimle açıklık kazandı. Ancak ondan sonra yürekle aklın aynı şey olmadığı sırrını anladım.
               Yüzbaşı kalkınca yanına gittim. İyilikseverliği için kendisine teşekkür ettim. Bana çay ikram etti, bir ruble verdi, sonra da vedalaştık. Neşe içinde yeniden yola koyuldum.
               Bir verst kadar yol almıştım ki askerlere bir ruble vereceğime söz verdiğimi anımsadım. Şimdi elimde bu kadar para bulunuyordu. Parayı, onlara götürüp versem mi, vermesem mi diye düşündüm. Öte yandan da, “Seni dövüp soydular, şimdi tutuklu bulunduklarından sana artık bir şey yapamazlar” diye düşündüm.

Ama bir yandan da kendi kendime İncil ne yazıyor onu bir gözünün önüne getir, diyordum: “Düşmanın açsa, ona yemek ver” (Rom. 12,20). Mesih İsa’nın kendisi de şöyle buyuruyor: “Düşmanlarınızı sevin” (Mat. 5,44). “Üzerinden mintanını almak isteyene abanı da ver” (Mat. 5, 40). Bu düşünce beni ikna etmeye yetmişti. Gerisin geriye döndüm. Mola yerine geldiğimde kafile hareket etmek üzereydi. Bana kötülük etmiş adamlara doğru koştum, rubleyi ellerine sıkıştırırken şöyle dedim:
– Nedamet gelirin ve dua edin. Mesih İsa insanların dostudur. Sizi yalnız bırakmayacaktır!
               Bunları söyledikten sonra aksi yönde yoluma devam ettim.
Ana yol üzerinde elli verst yol aldıktan sonra, daha yalnız olabileceğim ve kendimi okumaya daha çok verebileceğim kır yollarına saptım. Ormanın derinliklerinde uzun süre yol aldım. Arada bir küçük yerleşim yerlerine rastlıyordum. Bazen ormanda bir köşeye çekiliyor gün boyunca Philokalia’yı okuyordum. Kitaptan çok şaşırtıcı ve derin anlamlı bilgiler ediniyordum. Yüreğim içsel dua aracılığıyla Tanrı’yla birleşmek arzusu ile yanıp tutuşuyordu. İçsel duayı öğrenmeye çalışıyor, sonra da doğru yapıp yapmadığımı Philokalia’ya bakarak kontrol ediyordum.

Aynı zamanda da sakin bir şekilde kendimi okumaya verebileceğim bir sığınak bulamadığıma üzülüyordum.
               O sıralar Kutsal Kitabı da okuyordum ve onu daha iyi anlamaya başladığımın farkına varıyordum. Benim için karanlık olan kısımlar gittikçe azalıyordu. Philokalia’nın İncil’de gömülü olan gizleri açığa çıkaran anahtar niteliğinde olduğunu söyleyen Kilise Babaları haklıydılar. Onun yol göstericiliği sayesinde Tanrı Sözü’nün gizli anlamını anlamaya başlıyordum: Yüreğinde gizli içe dönük insan (I. Petrus 3,4) gerçek duanın yani, ruhta tapınmanın (Yuh.4,23), Göklerin Ülkesi içinizde olmanın(Luk. 17,21) Kutsal Ruh’un bizzat kendisinin ifade olunamaz ahlarla bizim için şefaat etmesinin (Rom.8,26) ne anlama geldiklerini çıkarmaya başlıyordum; sizler Ben’de olacaksınız (Yuh. 15,4), yüreğini bana ver (Mesel. 23,26), Mesih İsa’yı giyinmek, yüreğimizde Kutsal Ruh’la nişanlanmak, Abba! Baba diye yakarmak ne demekti artık anlıyordum. Yüreğimin derinliğinde dua ederken etrafımı çevreleyen her şey bana bir başka güzel görünüyordu. Ağaçlar, meralar, kuşlar, toprak, hava, ışık sanki her şey bana insan  için var olduklarını söylüyordu, Tanrı’nın insana olan sevgisini gösteriyorlardı.

Her şey dua etmekte, her şey Tanrı’ya hamdetmekteydi! Philokalia’da yazılı olan “yaratıkların dilinden anlamak” ın ne anlama geldiğini ve Tanrı’nın yaratmış olduğu yaratıklarla konuşmanın nasıl mümkün olacağını anlıyordum.
               Böyle uzun süre dolaştım. Sonunda gözden ırak öyle yerlere geldim ki üç gün tek bir köye bile rastlamadım. Heybemde ekmek kalmamıştı. Açlıktan ölmek korkusu beni kaygılandırmaya başladı. Yüreğimden dua etmeye başlar başlamaz kaygım yok oldu. Kendimi Tanrı’nın ellerine bıraktım, yeniden neşeli ve sakin oluverdim. Büyük bir ormanın içinden geçen bir yolda biraz ilerlemiştim ki karşımda ağaçlar arasından çıkagelen bir bekçi köpeği gördüm. Yanıma çağırdım, uslu uslu geldi ve kendisini okşattırdı. Sevinmiştim “Allah’ın işine bak! Ormanda herhalde bir hayvan sürüsü var, bu da çobanın ya da buralarda avlanan bir avcının köpeği olsa gerek.” Her neyse, ekmek isteyebilecektim. İki gündür ağzıma bir lokma girmemişti. Olmazsa çevrede bir köy bulunup bulunmadığını sorarım Köpek çevremde dolanıp durduktan sonra baktı ki kendisine yiyecek veren yok, gerisin geriye ana yola fırlamış olduğu patika yoldan ormana daldı. Onu izledim.

İki yüz metre kadar gittikten sonra ağaçlar arasında bir yeraltı yuvasına girmiş, ikide bir başını çıkararak havlayan köpeği gördüm. Aynı zamanda orta yaşlı cılız ve solgun yüzlü bir köylünün yaklaşmakta olduğunu fark ettim. Bana buralara kadar nasıl geldiğimi sordu. Ben de kendisine böyle ıssız bir yerde ne yaptığını sordum. Dostça konuştuk. Köylü beni kulübesine davet ederken orman bekçisi olduğunu, yakında kesilecek olan ormana bekçilik ettiğini söyledi. Bana ekmekle tuz ikram etti. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
– İnsanlardan uzak yalnız başına sürdürdüğün bu yaşantıya imreniyorum, oradan oraya dolaşan, benim gibi sürekli insanlarla ilişki içinde değilsin – dedim.
               Bana:
– İstersen burada kalabilirsin. Şurada eski bekçinin virane bir kulübesi var. Biraz yıkık dökük ama yaz için onarılabilir. Pasaportun var değil mi? İkimize bol bol yetecek kadar ekmek var, köyden her hafta getirirler. Hiç kurumayan ırmak da şuracıkta. Bana gelince on yıldır ağzıma ekmek ve sudan başka şey koymadım. Sonbaharda hasat mevsimi sona erdiğinde iki yüz işçi kesim işi için gelecekler o zaman buradaki işim sona erecek, sana da burada kalmaya izin vermezler bilesin.

Bu sözleri duyunca öylesine sevindim ki seve seve bekçinin ayaklarına kapanabilirdim. Tanrı’ya bana gönderdiği bu mutluluk karşısında nasıl şükredeceğimi bilemiyordum.
               Birden kendime dert ettiğim şeyden kurtulmuş ve istediğime kavuşmuştum. Sonbaharın ortalarına kadar daha dört ay vardı. Bu süre içinde Philokalia aracılığıyla yüreğin içindeki sürekli duayı huzur ve sessizlik içinde inceleyebilirdim. Onun için bana gösterilen kulübede kalmaya karar verdim. Söyleşimize devam ettik. Bekçi basit bir adamdı, bana yaşam öyküsünü anlattı ve fikirlerinden söz etti.
– Köyümde iken böyle yoksul değildim, bir mesleğim vardı. Kumaşları mavi ve kırmızı renge boyardım. Gönlümün çektiği gibi yaşardım. Tabi günah da işlerdim. Müşterilerime kazık atar, her fırsatta yemin ederdim. Kaba, içkici ve kavgacıydım.
               Köyde yaşlı bir kilise yırlayıcısı vardı. O adamın eski, ama çok eski “Yargılanma Günü”(5) adında bir kitabı vardı. Bazen Ortodoks kardeşlerin arasına gelir o kitaptan bölümler okurdu. Ona bu zahmeti karşılığında biraz para verirlerdi. Bana da uğrardı. Ona çoğu zaman on para ile bir bardak içki verirlerdi. Horoz ötene kadar okurdu. Onu dinlerken kendi işimi yapardım.

Bir defasında cehennemde çekilen işkenceleri, ölülerin dirilmesini, Tanrı’nın nasıl yargılamaya geleceğini, meleklerin borazanları çalmasını, orada ne gibi bir ateşin ve ziftin olacağını, kurtların günahkârları nasıl kemireceğini anlatan pasajları okuyordu. Birden korkunç bir dehşete kapıldım ve kendi kendime bu işkencelerden kurtulamayacağım dedim. Ruhumu kurtarmaya koydursam belki günahlarımdan kurtulurum dedim. Uzun uzun düşündükten sonra mesleğimi bırakmaya karar verdim. Evimi sattım, yalnız olduğum için orman bekçiliğine talip oldum. Ücret yerine de ekmek, giyecek ve dua ederken yakacak mum istedim.
               On yıldır buradayım. Günde bir defa yemek yerim, onda da yalnız ekmek yer ve su içerim. Alaca karanlıkta horoz öterken kalkarım, gün doğuncaya kadar diz çöker, yerlere kapanırım. Dua ettiğim zaman ikonaların önünde duran yedi mumu yakarım. Gündüz ormanda dolaşırken üzerimde altmış kiloluk bir zincir taşırım. Yemin etmem. Ne bira, ne alkollü içki alırım. Hiç kimse ile dalaşmam. Hiçbir kızla ilişkim olmamıştır.
               Başlangıçta böyle yaşamaktan memnundum. Ama şimdi, son zamanlarda bir türlü kovamadığım bir sürü kötü düşünce beni rahatsız etmeye başladı.

Günahlarımın kefaretini ödeyebileceğim mi? Allah bilir. Ama bu yaşam tarzı çok zor. Sonra o kitabın yazdıkları doğru mu ki! Bir insan yeniden nasıl dirilebilir? Bir asır önce ya da daha uzun zaman önce ölmüş olanların tozları bile kalmamıştır. Sonra öbür dünyada bir cehennemin olup olmayacağını kim bilebilir ki? Gerçek olan, öbür dünyadan daha kimsenin geri gelmediğidir. İnsan ölünce çürür ve geriye kendisinden bir şey kalmaz. O kitabı belki de bön bön tabi olalım diye yetkililer ya da Rus papazlar bizi korkutmak için kaleme almışlardır. Böylelikle insan bu dünyada çile çekerek mutluluk yüzü görmeden yaşıyor. Öbür dünyada hiçbir şey olmayacağına göre bütün bunlar niye? Bu dünyada yaşadığımız sürece hoşça vakit geçirmemiz daha iyi olmaz mı? İşte kafama takılan düşünceler bunlar, yeniden eski mesleğime dönmekten korkuyorum.
               Ona çok acımıştım, kendi kendime şöyle dedim: Bir de derler ki yalnız bilginler ve aydın kişiler özgür düşüncelidir ve hiçbir şeye inanmazlar. Oysa kardeşlerim, basit köylülerin kafalarından bakın ne inançsızlıklar çıkıyor! Kuşkusuz karanlık dünya güçleri herkesi etki altına alabilir, hatta basit insanlara daha kolaylıkla saldırabilir. Ruhumuzun düşmanına karşı elimizden geldiğince Tanrı’nın Sözüyle silahlanmalı ve güçlenmeliyiz.

Bu nedenle, bu kardeşin inancını biraz olsun kuvvetlendirmek amacıyla heybemden Philokalia’yı çıkararak 109. bölümdeki ermiş Hesychius’u açtım. Ona bu bölümü okuyarak açıkladım. Dedim ki, “insan yalnız cezalandırılacak diye günah işlemekten vazgeçmez, çünkü ruh, temiz bir yüreğe ve uyanık bir ruha sahip olmadıkça kötü düşüncelerden kurtulamaz. Bütün bunlar içsel dua ile elde edilir. Eğer bir kimse çile yoluna yalnız cehennemde çekeceği acıların korkusuyla değil, ama cennete gitmek arzusuyla girerse, Kilise Babaları onun bu davranışını paralı askerin davranışına benzetiyorlar. Diyorlar ki işkence çekmek korkusu kölelerin, ödül elde etmek arzusu da paralı askerlerin yoludur. Oysa Tanrı bizim kendisine kendi çocuklarıymışız gibi gelmemizi ister; aşk ve şevk yüzünden onurlu davranmamızı ve yürekte ve ruhta kendisiyle yetkin bir şekilde birleşmenin tadını çıkarmamızı ister. Kendini tüketsen de, en ağır maddi işleri ve zorlukları üzerine alsan da eğer aklında daima Tanrı ve yüreğinde İsa duası olmazsa kötü düşüncelerden hiçbir vakit kurtulamazsın; ilk karşılaştığın fırsatta günah işleyeceksin. Öyle ise kardeşim, İsa duasını durmadan söylemeye bak, yalnızken bunu yapmak senin için kolay olsa gerek; kısa zamanda bunun yararını göreceksin. Dine aykırı düşüncelerin kaybolduğunu görecek, Mesih İsa’ya olan sevgin ve inancın artacak; ölülerin nasıl dirilebileceklerini anlayabilecek veson yargı gününde olacaklar aynen sana görünecek. Dua yüzünden yüreğinde öyle bir hafiflik, öyle bir sevinç hissedeceksin ki şaşırıp kalacaksın, çileli yaşamından dolayı bir daha huzursuzluk ve bitkinlik duymayacaksın.”
               Daha sonra ona elimden geldiğince Tanrısal buyruğu ve Kilise Babalarının öğretilerine uygun biçimde İsa duasının nasıl yapılacağını öğrettim. Söylediklerimi kabul etmiş gibi göründü ve rahatladı. Sonra ondan ayrıldım ve bana göstermiş olduğu köhne kulübeye çekildim.
               Allah’ım! Bu virane kalıntının ya da daha doğrusu bu mezarın eşiğini aşarken hissettiğim sevinç, mutluluk ve hayranlık ne kadar büyüktü! Bana içi neşe dolu görkemli bir saray gibi görünmüştü. Sevinç gözyaşları dökerek Tanrı’ya şükrettim. Kendi kendime de “eh şimdi, bu sakin ve huzur dolu ortam içinde ciddi bir şekilde çalışmak ve Rabbe zihnime açıklık getirmesi için dua etmem gerekiyor,” dedim. Böylelikle Philokalia’yı ta başından sonuna kadar büyük bir dikkatle okumaya başladım. Belirli bir süre sonra kitabı bitirmiş, kitabın içerdiği derinliğin, kutsallığın ve bilgeliğin bilincine varmıştım.   Kitapta çeşitli konular işlendiğinden hepsini anlayamadığım gibi aklımı da kendiliğinden ve sürekli içsel yürek duasına erişebilmek için yalnız içsel dua ile ilgili bilgilere veremiyordum. Oysa bunu içten arzuluyordum. Tanrı’nın havarinin aracılığı ile belirttiği gibi: “Daha iyi armağanları gayretle isteyin” (I. Kor. 12, 31) ve “Ruhu söndürmeyin” (I. Sel.5,19). Uzunca düşündüm. Neye karar vereceğimi bilemiyordum. Bunu anlamaya ne aklım, ne kavrama yeteneğim yeterliydi. Bana yardım edecek kimse de yoktu. Rabbi dualarımla rahatsız etmeye karar verdim. Belki böylelikle aklımı aydınlatmak lütufunu bağışlardı. Bütün bir günümü bir an bile ara vermeden dua ederek geçirdim. Düşüncelerim sakinleşmiş ben de uyuyakalmıştım. Düşümde kendimi staretsin hücresinde buldum, bana Philokalia’yı açıklamaktaydı: “Bu kitap çok büyük bir bilgelik içermektedir. Allah’ın gizli planları hakkında gizemli bilgi hazinesidir bu kutsal kitap. Kitabın her bölümünü herkes anlayamaz ama kitapta herkesin seviyesine uygun deyişler vardır, akıllı olanlar için derin, basit insanlar için basit deyişler. .. Onun için siz basit insanlar olarak Kilise Babalarının yazdığı bu kitabı, burada yazıldığı sırada okumamalısınız. Bu sıralanış Tanrıbilime uygundur; ama belli bir eğitimden geçmemiş, buna karşın içsel duayı Philokalia’dan öğrenmek isteyen kimse şu sırayı izlemelidir: 1) İlk önce (ikinci bölümdeki) rahip Nikephoros’un kitabını okumalıdır; sonra 2) Sinaitli Gregorios’un kısa bölümler dışında kitabının hepsini okumalıdır; 3) Yeni Tanrıbilimci Simeon’un duanın üç biçimi ile İmanın İncelenmesini; daha sonra 4) Kallistos İle İgnatios’un kitabını okumalıdır. Bu metinlerde herkesin seviyesine uygun içsel yürek duasının tam öğretisi bulunabilir.
               “Daha anlaşılır bir metin istiyorsan dördüncü bölümdeki İstanbul patriği Kallistos’un dua ile ilgili özet örneğini ele alabilirsin.” Ben ise Philokalia’yı elimde tutarak belirtilen yeri bulamadan arıyordum sanki. Starets birkaç sayfa çevirerek bana: “İşte sana yerini işaretliyorum,” dedi. Yerden bir kömür parçası aldı, belirtilen kısmın karşısındaki sayfanın kenarına bir çizgi çekti. Staretsin söylediklerini dikkatle dinliyor ve ayrıntısıyla belleğimde tutmaya çalışıyordum.
               Uyandığımda henüz gün ağarmamıştı. Yattığım yerden kalkmadan düşümde gördüklerimi anımsamaya çalıştım. Staretsin bana söylediklerini kendi kendime tekrar ettim. Sonra da şöyle düşünmeye başladım: “Allah bilir, bana böyle görünen merhum staretsin ruhu mu yoksa staretsin şekline bürünmüş kendi düşüncelerim mi, çünkü Philokalia’yı ve staretsi sık sık hem de uzun uzun düşünmekteyim!” Bu konuda emin değildim. Kalktım. Gün ağarmaya başlamıştı. Birden masa olarak kullandığım taşın üstünde, Philokalia’yı staretsin belirttiği sayfası açılmış ve kömürle işaretlenmiş olarak buldum.

Aynen düşümde gördüğüm gibi. Kömür de hâlâ kitabın yanında duruyordu. Şaşırmıştım, çünkü anımsadığıma göre kitap dün orada değildi. Onu uyumadan önce kapatmış yanı başıma koymuştum. Ayrıca 0 sayfada daha önce herhangi bir işaret yoktu. Bu olay beni görüntünün gerçek olduğuna ve staretsin anısının kutsallığına inandırdı. Böylece Philokalia’yı belirtilen sırada okumaya başladım. Bir kez okudum, sonra bir kez daha okudum. Bu okuma, okuduklarımı uygulama isteğimi alevlendirdi ve beni daha bir gayretlendirdi. İçsel duanın anlamını, ona ulaşma çarelerini ve yaptığı etkileri açıkça öğrendim. Ruhu ve yüreği nasıl sevince boğduğunu ve bu mutluluğun Tanrı’dan mı, doğadan mı, yoksa hayal gücünden mi geldiğini nasıl ayırt edebileceğimi anladım.
               Her şeyden önce ermiş Yeni Tanrıbilimci Simeon’un öğretisine göre yüreğin bulunduğu yeri bulmaya çalıştım. Gözlerimi kapadıktan sonra bakışımı yüreğimin bulunduğu yere doğru yönlendiriyor, göğsümün sol kısmında bulunduğunu göz önüne getirerek özenle atışını dinliyordum. Bu uygulamayı önce günde birkaç kez olmak üzere yarımşar saat yaptım. Başlangıçta zifiri bir karanlıktan başka bir şey göremiyordum. Kısa süre sonra yüreğim göründü, derin hareketinin farkına vardım. Daha sonra Sinaitli Gregorios ile Kallistos ve İgnatios’un öğretilerine uygun biçimde soluk alıp verme ritmine uyarak İsa duasını yüreğimin içine sokup çıkarmayı başardım. Aklımla yüreğimin içine bakarken havayı içime çekerek ciğerlerimde tutarken “Rab Mesih İsa” diyordum. Soluk verirken de “acı bana” diyordum. Bu uygulamayı önceleri günde bir iki saat yaptım, daha sonra gitgide artırarak daha çok yapmaya başladım. Sonunda hemen hemen bütün günümü böyle geçirmeye başladım. Kendimi yorgun, ağırlaşmış ya da kaygı içinde hissettiğimde hemen Philokalia’ya sarılıyor yürek faaliyetinden söz eden kısımları okuyordum. Böylece içimde dua etmek isteği ve şevki yeniden doğuyordu. Üç hafta içinde yüreğimde bir sızı, sonra hoş bir ılıklık, huzur ve mutluluk hissi duydum. Bu bana, kendimi dua uygulamasına daha çok vermem için güç verdi. Artık tüm düşüncelerim bu duayla doluydu ve içimde büyük bir sevinç duymaya başlamıştım. O zamandan beri arada bir hem yüreğimde hem ruhumda çeşitli yeni duygular hissettim. Bazen yüreğimde sanki bir kaynama, öyle büyük bir rahatlama hissi, bir özgürlük duygusu, bir sevinç oluşuyordu ki kendimi tamamen değişmiş ve esrime haline girmiş gibi hissediyordum. Bazen Mesih İsa’ya ve Tanrı’nın yarattığı her şeye karşı şiddetli bir aşk duygusuna kapılıyordum.Bazen de benim gibi nasırlaşmış bir günahkâra acımış olduğu için Rabbe olan şükran duygumdan gözyaşlarını kendiliğinden dökülüyordu. Almayan kafam bazen öylesine aydınlanıyordu ki eskiden bir türlü kavrayamadığını şeyleri açıkça anlıyordum. Bazen yüreğimden yükselen tatlı bir sıcaklık bütün benliğime yayılıyor ve Rabbin mevcudiyetini duygulanarak hissediyordum. Bazen Mesih İsa’nın adını yakardığımda içimde derin ve güçlü bir sevinç duyuyor ve “Tanrı’nın hükümdarlığı içinizdedir” (Luka. 17, 21) sözünün ne anlama geldiğini anlıyordum. Bu iyi etkili mutluluklar içindeyken yürek duasının etkilerinin üç şekilde ortaya çıktığını fark ettim: Ruhta, duygularda ve akılda. Ruha Tanrı aşkının hoşluğu, iç huzur, ruhun kendinden geçmesi, düşüncelerin arılığı, Tanrı düşüncesinin göz kamaştırıcılığı şeklinde ortaya çıkar. Duygularda, yüreğin hoş sıcaklığı, uzuvları kaplayan hoşluk, yaşamayı rahat ve kolay bulmak, acılara ve hastalıklara karşı ilgisiz kalmak biçiminde ortaya çıkar. Akılda ise, aklın aydınlanması, Kutsal Kitabı anlama, yaratıkların dilini anlama, boş kaygılardan arınma, içsel yaşamın tatlılığının bilincine varma, Tanrı’nın yakınlığından ve bize olan sevgisinden emin olma biçiminde ortaya çıkar. Yukarda sözünü ettiğim mutluluk içinde yalnız başıma yaklaşık beş ayı bu dua uğraşıyla geçirdim. Yürek duasına öylesine alışmıştım ki durmadan söyleyebiliyordum. Sonunda hiç katkım olmadığı halde dua kendiliğinden akmaya başladı. Yalnız uyanıkken değil uyurken bile yüreğimden ve aklımdan fışkırıyordu, bir saniye bile ara vermeden. Ruhum Allah’a şükrediyor, yüreğim de bitmek bilmez bir mutluluk içinde yüzüyordu.
               Kesim vakti geldiğinde oduncular toplandılar, ben de sessiz kulübemi terk etmek zorunda kaldım. Orman bekçisine teşekkür ettikten sonra, dua ettim, Tanrı’nın benim gibi günahkâr birine iyiliklerde bulunduğu bu toprak parçasını eğilerek öptüm, heybemi omzuma geçirdikten sonra oradan uzaklaştım. İrkutsk’a gelinceye kadar ülkeyi bir baştan bir başa dolaşarak uzun süre yol aldım. Kendiliğinden akan yürek duası yol boyunca tek tesellim oldu; değişik derecelerde olmasına karşın beni hep mutlu kıldı, nerede olursam olayım, ne yaparsam yapayım, neyle uğraşırsam uğraşayım bu dua beni hiçbir şeyde rahatsız etmedi, hiçbir şey de onu azaltmadı. Herhangi bir işle uğraşırken dua da kendiliğinden yüreğimde hareket ediyorsa işi daha çabuk yapıyorum. Bir şeyi dikkatle dinliyor ya da okuyorsam, dua durmuyor, aynı anda hem birini hem de ötekisini, ikiye bölünmüş gibi ya da göğsümde iki ruh varmış gibi hissediyorum.

Ya Rab! İnsan ne kadar da esrarlı bir yaratık!
Ya Rab, yapıtların ne büyük!
Her şeyi bilgelikle yaptın (Mez. 104, 24).

Yolda birçok olağanüstü olayla karşılaştım. Hepsini anlatmak gerekseydi birkaç günde bitiremezdim. Bir tanesini anlatayım. Bir kış akşamı yalnız başıma bir ormandan geçmekteydim. Geceyi iki verst uzakta görünmekte olan köyde geçirmeyi düşünüyordum. Birden irice bir kurt üzerime saldırdı. Elimde staretsin yün tespihi bulunuyordu (her zaman üzerimdeydi). Bu tespih sayesinde kurdu geriye püskürttüm. Ve inanır mısınız ne oldu? Tespih elimden çıkarak hayvanın boynuna dolandı. Kurt kendisini geriye attı, çalılıktan atlarken arka ayakları dikenlere takıldı, o sıra tespih de kuru bir ağacın dalına takıldı. Bütün gücüyle çırpınmasına karşın kurt bir türlü kendisini kurtaramıyordu, bu ara tespih boğazını daha çok sıkıyordu. İnançla haç çıkardıktan sonra kurdu serbest kılmak için yaklaştım; tespihi kopartıp kaçarken bu değerli nesneyi de beraberinde götürmesinden korkuyordum. Henüz yaklaşmış ve elimi tespihe dokundurmuştum ki kurt tespihi kopartarak ardına bile bakmadan kaçtı gitti. Böylece, Allah’a şükrederek ve merhum staretsi anarak kazasız belasız köye vardım. Hana uğrayarak yatacak yer istedim. Barakaya girdim. Köşedeki masada iki yolcu oturmuştu. Biri yaşlıca öteki ise dolgun ve iri yarı bir şeydi. İkisinin de hali vakti yerinde görünüyordu. Çay içmekteydiler. Atlarına bakan köylüye kim olduklarını sordum. Yaşlı adamın profesör, ötekinin ise sulh mahkemesinde zabıt kâtibi olduğunu söyledi: İkisi de soylu aileden geliyorlarmış.
– Onları yirmi verst ötede kurulan panayıra götürüyorum – dedi köylü.
               Biraz dinledikten sonra hancıdan iğne iplik istedim. Mum ışığına yanaştım ve tespihimi onarmaya başladım. Zabıt kâtibi bana yan yan bakarak:
               – Tespihini böyle koparttığına göre herhalde epey dua etmiş olacaksın – dedi.
– Onu bu hale ben sokmadım, bir kurt.

– Bak hele? Artık kurtlar da dua etmeye başladı – diye gülerek karşılık verdi zabıt kâtibi.
               Onlara olayı ayrıntılı biçimde anlattım ve bu tespihin benim için neden o kadar değerli olduğunu açıkladım. Zabıt kâtibi gülmeye başlayarak:
– Sizin gibi saflar her yerde mucize görürler. Bunda mucizelik ne var ki? Kurda sadece bir şey fırlattın, o da korktu ve kaçtı. Köpekler ve kurtlar kendilerine böyle davranıldığında hep korkarlar. Ayaklarının çalılıklara takılması da öyle olanaksız bir şey değil. Dünyada vuku bulan her olayı mucize olarak görmemeliyiz.
               Profesör beni dinledikten sonra kâtiple tartışmaya girdi:
– Beyefendi, böyle konuşmayın! Bu konularda uzman değilsiniz. Bana göre, bu köylünün anlattığı olayda biri ruhsal, diğeri duyarlı iki gizem görüyorum.
– Nasıl? – diye sordu kâtip.
– Şöyle ki, ileri derecede bir eğitim görmediğiniz halde, okullar için hazırlanmış Kutsal Kitabı kuşkusuz soru ve yanıtlarıyla incelemiş olmalısınız. İlk insan Âdem baba masum olduğu ilk zamanlar bütün mahlûkatın kendisine tabi olduğunu ve yanına korkarak yaklaştıklarını, Âdem’in de onlara adlar taktığını hatırlamalısınız. Bu tespihin asıl sahibi starets kutsal bir adammış. Kutsallık ne demektir? Kutsallık çaba ve erdemler sayesinde günahkâr bir insanda masumluluk halinin yeniden ortaya çıkmasından başka nedir? Ruh vücudu kutsallaştırır. Tespih daima bu kutsal adamın elindeydi. Demek ki elinin sürekli temasıyla ve elden çıkan tesirin yardımıyla bu nesneye kutsal bir güç, ilk insanın masumluluk halinin gücü girmiş. Ruhsal tabiattaki gizem işte budur! Bu güç bütün hayvanlar tarafından doğal olarak hissedilir, özellikle koku alma duyusuyla: Çünkü burun hayvanlarda en önemli uzuvdur. Bu da gizemin duyarlı yanı.
– Siz bilginler için yalnız güçler ve bu tür öyküler vardır; ama bizler meseleleri daha basit bir şekilde ele alırız. Bir tek attın mı istediğin güce sahip olursun – diyerek dolaba doğru gitti.
               Profesör:              
– Bu senin meselen, ama bu meseledeki aydınca yorumları bize bırakın – dedi.
               Profesörün sözleri hoşuma gitmişti. Yanına yaklaşarak:
– İzin verirseniz starets hakkında anlatacak daha başka şeyler de var – dedim.

Profesöre staretsin düşümde nasıl göründüğünü bana akıl verdikten sonra Philokalia’yı nasıl işaretlediğini anlattım. Profesör anlattıklarımı dikkatle dinledi. Bir sıra üstüne uzanmış kâtip ise homurdanarak:
– Kutsal Kitabı okuya okuya insan sonunda delirirmiş derlerdi meğer doğruymuş. Hangi gulyabani akşam gelip de kitabının bir sayfasını işaretleyecek. Uyuyakaldığın bir sırada kitabını yere düşürmüş olacaksın, kitap da küllerin arasında kirlenmiş olacak. Mucize dediğin işte budur. Ah! Biz bu hayatları ve senin gibileri iyi biliriz. . .  
               Böyle homurdandıktan sonra duvara doğru döndü ve uykuya daldı.
Bu sözler üstüne öğretmene doğru eğilerek şöyle dedim:
– İstiyorsanız, gerçekten işaretli kitabı size gösterebilirim, külle kirlenmediğini görürsünüz.
               Philokalia’yı heybemden çıkarıp ona doğru uzatırken:
– Vücudu olmayan bir ruhun bir kömür parçasıyla yazı yazabilmesi mümkün müdür? – diye sordum.
               Profesör kitaptaki işaretlenmiş yere baktı ve şöyle dedi:  

      – Bu da ruhların bilinmeyen yanıdır. Bunu sana açıklamaya çalışayım. Ruhlar herhangi bir kimseye vücut şekline bürünmüş olarak göründüklerinde görünür bedenlerini ışık ve havadan oluştururlar, görüntüleri kaybolduğunda da ölümcül vücutlarını oluşturan elementleri gerisin geriye bırakırlar. Havanın bildiğiniz gibi elastiki, genişleyebilir, sıkışabilir özelliği vardır. Buna bürünmüş ruh hareket edebilir, nesneleri tutabilir ve yazabilir. Dur, bu ne kitabı böyle? Bakabilir miyim?
               Kitabı rasgele açınca Yeni Tanrıbilimci Simeon’un kaleme aldığı bölüm geldi:
– Aha, Tanrıbilimsel bir kitap olsa gerek. Bu kitabı daha önce görmedim.
– Bu kitap hemen hemen yalnız Mesih İsa’nın adıyla yapılan içsel yürek duasını gösteren bilgileri içermektedir. Bu konu burada yirmi beş Kilise Babası tarafından ayrıntılı bir biçimde ele alınmaktadır.
– Ah, içsel dua mı, biliyorum. İncil’de yazdığına göre insan ve tüm yaratıklar iradeleri dışındaki düzensizliğe tabi olmuşlar. “Yaradılış, Tanrı çocuklarının özgürlüğünün ortaya çıkmasını büyük özlemle bekliyor” (Rom. 8, 19-20). Yaratıkların bu gizem dolu iç çekişi, ruhlardaki bu doğuştan gelen arzu içsel duanın ta kendisidir. Öğrenilemez, çünkü her şeyin ve herkesin içindedir!

– Peki öyleyse onu nasıl elde edeceğiz? Nasıl bulacağız? Nasıl yüreğimizde hissedeceğiz? Nasıl bilincine varacak ve isteyerek kabul edeceğiz? Mutluluk vererek, aydınlatarak ve ruhu kurtararak aktif bir biçimde etkide bulunmasını nasıl sağlayacağız? – diye sordum.
– Tanrıbilimsel kitaplar bundan söz ediyorlar mı pek anımsamıyorum – diye karşılık verdi profesör.
– Ama burada, burada hepsi yazılı – diyerek ısrarla üzerinde durdum.
               Profesör eline bir kalem alıp bir tarafa kitabın adını kaydetti.
– Muhakkak bu kitabı Tobolsk’tan ısmarlayıp getirteceğim, sonra da inceleyeceğim.
               Böylece birbirimizden ayrıldık.
Yolda giderken profesörle yaptığım görüşme için Allah’a şükrettim ve zabıt kâtibinin Philokalia’yı bir kez okumasını ve ruhunun esenliği için kitabı anlamasını sağlaması için Rabbe dua ettim.
               Bir başka defasında ilkbaharda, kilisesi olan bir kasabaya vardım. Papazın evinde konakladım. Papaz çok iyi bir insandı ve yalnız başına yaşamaktaydı. Yanında üç gün kaldım. Bu süre içinde beni tanımaya çalıştı. Sonra bana: – Yanımda kal, sana maaş da veririm. Güvenilir bir adama ihtiyacım var. Eski ahşap kilisenin yanında taştan yeni bir kilise inşa ettirmekte olduğumuzu gördün herhalde. İşçileri kontrol edecek, inşaat için yapılacak bağışları kilisede kalarak kabul edecek namuslu birini şimdiye kadar bulamadım. Görüyorum da bu dediklerimi yapacak nitelikte birisin. Yaşam biçimi de tam istediğin gibi. Kilisede kalarak istediğin kadar dua edebilirsin. Kilisede bekçi için tecrit edilmiş bir oda da var. Rica ediyorum, kal. Hiç olmazsa kilise inşaatı bitene dek.
               Kalıp kalmama konusunda bir süre bocaladım. Papazın ısrarına dayanamayarak teklifini kabul ettim. Böylelikle bütün bir yaz sonbahara kadar orada kaldım. Kiliseye yerleştim. Başta dua edebileceğim kadar sakinlik vardı, ama sonra özellikle bayram günlerinde fazla kalabalık gelmeye başladı. Kimisi dua etmek için, kimisi esnemek, kimisi de para toplanan tabaktan bir şeyler aşırmak için geliyordu. Arada bir İncil’e, bazen de Philokalia’ya gömülmüş olduğumu gören bazı ziyaretçiler benimle konuşmaya giriyor, bazıları da benden bir şeyler okumamı rica ediyorlardı.
               Bir ara köylü bir kızın kiliseye sık sık geldiğini ve uzun süre dua ettiğini fark ettim. Mırıldandığı şeye kulak verince, bunlarıntamamen bozulmuş acayip dualar olduğunu keşfettim. Kendisine:
– Böyle dua etmesini sana kim öğretti? – diye sordum.
               Ortodoks olan annesinden öğrendiğini söyledi, babası ise dinden sapmış, papazı bulunmayan bir mezhebe mensuptu. Bu durum beni etkilemişti. Ona kilisenin öğrettiği şekilde dua etmesini salık verdim ve “Göklerdeki Babamız” duası ile “Selam sana” duasını öğrettim. Sonra da ona şöyle dedim:
– Özellikle İsa duasını elinden geldiğince sık söylemeye bak; bu dua bizi öteki dualardan daha çok Tanrı’ya yaklaştırır. Onun sayesinde ruhunu esenliğe kavuşturabilirsin.
               Genç kız beni pür dikkat dinledikten sonra söylediklerimi aynen yapmaya başladı. Ve inanır mısınız? Kısa bir süre sonra gelip bana artık İsa duasına alıştığını ve bu duayı mümkün olduğu kadar devamlı tekrarlamak isteğini içinde duyduğunu; dua ettiği zaman bir hoşluk, bir sevinç ve daha dua etmek isteği duyduğunu söyledi. Bunu duyunca sevindim ve genç kıza Mesih İsa’nın adını yakararak daha çok dua etmesini söyledim.
               Yaz sona ermek üzereydi. Kiliseyi ziyarete gelenlerin çoğu bana geliyor ve kendilerine kitap okumamı istiyor ve benden akıl danışıyorlardı, bana dertlerinden söz ediyorlardı. Bazıları kaybolmuş eşyalarını yeniden nasıl bulabileceklerini soruyorlardı. Bazılarına göre de ben büyücüydüm. Günün birinde yukarda sözünü ettiğim genç kız perişan bir halde akıl danışmak için bana geldi. Babası kendisiyle aynı mezhepten biriyle, kızı istemediği halde evlendirmek istiyordu. Evlendirecek kimse de bir köylü olacaktı.
– Bu evlilik yasal olur mu? Bu sefahatten başka bir şey değildir. Göz göre göre kaçacağım, nereye olursa olsun -diyerek haykırdı.
– Nereye kaçacaksın? Seni nerede olsan bulurlar. Bu devirde kafa kâğıdı olmadan hiçbir yerde gizlenemezsin. Kolayca yakalarlar. Sen en iyisi Allah’a şevkle dua et ki, O da kendi bildiği yoldan babanı kararından caydırsın ve ruhunu günahtan ve din sapkınlığına düşmekten korusun. Bu düşünce kaçmak düşüncesinden daha iyidir.
               Zaman akıp geçmekteydi. Gün geçtikçe türlü türlü ayartma ve gürültü artık dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. En sonunda yaz sona erdi. Eskiden olduğu gibi yeniden yol almak üzere oradan ayrılmaya karar verdim. Papazın yanına vararak:

– Pederim, durumumu biliyorsunuz. Dua edebilmek için sakin bir yere ihtiyacım var, burada ise huzursuzluk ve düzensizlikten başka bir şey bulamıyorum. Benden istediğinizi yerine getirdim, bütün yaz boyunca yanınızda kaldım. Şimdi bırakın da gideyim. Giderken de yalnız başıma yapacağım yolculuğumu kutsayın.
               Papaz beni bırakmak niyetinde değildi, onun için de kalmam konusunda beni zorlamaya kalktı:
– Burada dua etmene ne gibi engel var ki! Hiçbir işin yok! Yeter ki kilisede kal. Ekmeğini de hazır buluyorsun. Kilisede istersen gece gündüz dua edebilirsin. Allah’la birlikte yaşa! Burada çok yararlı olmaktasın. Ziyaretçilere saçma şeyler söylemiyorsun. Sadık, aynı zamanda namuslu birisin. Kiliseye bağışlanan parayı da güvence altında tutuyorsun. Bu, Allah’ın indinde, senin yalnız başına yapacağın duadan daha iyi değil midir? Hep yalnız başına olmak niye? İnsanlarla birlikte daha neşe içinde dua edilmez mi? Allah insanı yalnız kendini tanısın diye yaratmadı. İnsanı herkes birbirine elinden geldiğince yardım ederek esenliğe kavuşsunlar diye yarattı. Azizlere ve Kilisenin bilim adamlarına bak! Onlar gece gündüz çalışarak Kilise için kaygı içindeydiler ve durmadan vaazlar veriyorlardı, insanlardan kaçarak yalnız başlarına kalmıyorlardı.

– Herkes Allah’tan kendine uygun olanı alır, pederim. Birçokları halk kütlelerine vazettiler, birçokları da ömürlerini yalnızlık içinde geçirdiler. Herkes eğilimi neyse ona göre davranırdı ve bu yaptığının Allah tarafından belirtilen esenlik yolu olduğuna inanırdı. Peki, onca azizin dünya tarafından ayartılmamak amacıyla Kilisenin verdiği şan ve şerefi terk ederek çöllere sığındıklarını nasıl açıklayacaksınız? Suriyeli aziz İsaak cemaatini, çok mutlu Athoslu Athanasios de manastırını dediğim şekilde terk ettiler. Bu yerleri çok ayartıcı buluyorlardı ve Mesih İsa’nın “Ruhunu kaybettikten sonra bütün dünyaya sahip olmuşsun neye yarar?” (Mat. 16, 26) sözüne gerçekten inanmışlardı.
–  Ama bu dediklerin büyük azizlerdi.
– Azizler insanlarla ilişkiye girmekten öylesine özenle kaçındıktan sonra benim gibi zavallı bir günahkârın ne yapması gerekir?
               En sonunda bu iyi yürekli papazla vedalaştım. Beni sevgi dolu sözlerle uğurladı.
Yaklaşık on verst yol aldıktan sonra gecelemek üzere bir köyde konakladım. Orada ağır hasta bir köylü vardı. Ailesine hastaya verilmesi için kutsal Efkaristiya’yı getirtmelerini salık verdim. Bana hak verdiler ve sabahleyin kasabadan papazı çağırtmak için adam yolladılar. Tanrısal Armağanlar önünde eğilmek ve bu büyük Ayin süresince dua etmek isteğiyle orada kaldım. Papazın yolunu gözlemek üzere evin önünde duran bir sıraya çökmüştüm. Birden kilisede dua ederken rastladığım o genç kızın koşarak bana doğru geldiğini gördüm. Genç kıza:
– Buraya kadar nasıl geldin? – diye sordum.              
– Raskolnik’le (6)evleneceğim tarih saptandı. Ben de evden kaçtım.
               Sonra ayaklarıma kapanarak yalvarmaya başladı:
– Ne olur beni yanına al. Beni bir kadın manastırına kadar götür. Evlenmek istemiyorum, İsa duasını söyleyerek manastırda yaşamayı düşünüyorum. Oralarda senin sözün geçer, beni manastıra kabul ederler.
– Peki, söyle seni nereye götüreyim? Bu çevrede bir kadın manastırı var mı bilmiyorum. Pasaportun olmadan seni yanıma nasıl alabilirim? Hiçbir yerde konaklayamazsın. Hemen seni bulurlar, memleketine geri gönderilir ve serserilikten ceza yersin. En iyisi sen evine geri dön ve Allah’a dua et. Evlenmek istemiyorsan, hasta numarasına yat. Buna ruhun iyiliği için yapılan bir aldatmaca denir. Clemens’in annesi çok mutlu Marina da böyle davranmıştı ve ruhunu kurtarmak için erkekler manastırına girmişti, böyle davranan daha başkaları da var.

Oturmuş böyle konuşurken içinde dört köylünün bulunduğu iki tekerlekli bir arabanın üzerimize doğru dört nala geldiğini gördük. Kızı zorla arabaya atarak içlerinden biriyle geri gönderdiler. Geriye kalan üçü ellerimi bağlayarak beni yazı geçirdiğim kasabaya götürdüler. Ne kadar dil döktümse fayda vermedi. “Tamam, tamam dindarlık kisvesi altında kızları ayartmanın ne olduğunu sana göstereceğiz” diye beni susturdular. Akşama doğru tutukevine götürüp ayaklarıma demir halkalar taktılar ve ertesi sabah yargılanmak üzere hapsettiler. Hapiste olduğumu öğrenen papaz beni ziyarete geldi. Çorba getirmişti. Beni teselli ederek savunmamı üzerine alacağını, günah çıkartıcım olarak suçlandığım eğilimlerin bende olmadığını açıklayacağını söyledi. Bir süre daha benimle kaldıktan sonra kalkıp gitti.
               Hava kararırken yörenin yargıcı köye geldi. Ona meseleyi anlattılar. Köyün danışma kurulunu toplantıya çağırdı. Beni mahkemeye götürdüler. Ayakta durarak beklemeye başladık. Birden yargıç geldi. Görünüşünden epey doldurulmuş olduğu belliydi. Şapkasını çıkarmadan masaya oturdu ve bağırarak:
– Hey! Yepifan! Bu genç kız, kızın, kaçarken evden bir şey götürmedi değil mi?

– Hiçbir şey efendim!
– Bu aptalla kötü bir şey yapmadı değil mi?
– Hayır, efendim.
– Öyle ise dava sona ermiştir ve şu karara varılmıştır. Kızınla ne halin varsa gör. Bu delikanlıya gelince, bir daha buralara ayak basmayacak. İyi bir ders verdikten sonra yarın buralardan çekip gitmesi sağlanacak. İşte bu kadar
               Bu sözleri ettikten sonra gece kalacağı yere gitti. Beni ise yeniden hapse koydular. Ertesi gün erkenden iki köylü gelip beni bir güzel kırbaçladılar, sonra serbest bırakıldım. Bana adı uğruna acı çekmeme izin verdiği için Allah’a şükrederek yoluma devam ettim. Bu olay beni teselli etmiş ve dua konusunda beni daha çok isteklendirmişti.
               Bu olaylar beni hiç mi hiç üzmemişti. Bana sanki olaylar başka birinin başına gelmiş, beni hiç ilgilendirmiyormuş ve olaylara seyirci kalmışım gibi geldi. Beni kırbaçladıklarında bile buna rahatça göğüs gerebildim. Yüreğimi ısıtan dua dikkatimi başka bir şeye vermeme izin vermiyordu.
              Dört verst kadar yol almıştım ki pazardan alışverişten dönen genç kızın annesiyle karşılaştım. Beni görünce durup:
– Nişanlımız nişanı bozdu. Kaçtığı için Akulka’ya çok kızmış -dedi.
               Sonra bana pastayla ekmek verdi. Yeniden yola koyuldum. Hava açık ve kuruydu. Geceyi bir köyde geçirmek istemedim. Akşamüzeri ormanda iki saman yığını fark ettim. Dinlenmek için gidip oraya çöktüm. Uyuyakalmışım. Düşümde yol alırken “Philokalia’dan” Büyük Antonios’tan bölümler okuyordum. Birden starets bana katılarak:
– Doğru yeri okumuyorsun, şurayı oku – dedi.
               Bana Karpathoslu Johannes’in otuz beşinci bölümde yazılı olan “Yandaş bazen tinsel bakımdan yardımcı olduğu kimseler yüzünden hakaretlere ve şerefsizliklere maruz kalabilir” diyen bölümle kırk birinci bölümdeki “Kendilerini daha bir çabayla duaya verenler korkunç ve yorucu ayartmalara maruz kalırlar” bölümünü gösterdi.
               Sonra bana:
– Cesaretini topla, kendini koy verme! Havarinin şu sözlerini aklından çıkarma, “İçinizde bulunan kimse dünyadakinden daha büyüktür ” (I.Yuh.4,4). “Şimdi deneyimle de bildiğine göre insanın gücünü aşan deneme yoktur.

Çünkü Allah denemeyle birlikte kurtuluş yolunu da hazırlar” (I.Kor. 10, 13). Ömürlerini yalnız dua ederek değil de sevgiyle başkalarını eğitmek ve aydınlatmakla geçiren azizler Allah’ın yardımına güvenerek destek bulmuşlardır. Bu konuyla ilgili Selanikli Gregorios şöyle yazıyor: “Allah’ın buyruğu gereği yalnız Mesih İsa’nın adına dua etmek yetmez, aynı zamanda bu öğretiyi herkese, rahiplere, halka, akıllılara, basit insanlara, erkeklere, kadınlara, çocuklara öğretmeliyiz ki bu insanlar bu içsel duaya karşı bir ilgi duysunlar. Çok mutlu Kallistos Telikudes de aynı şeyi diyor: “İnsan tinsel faaliyeti (yani içsel dua) ruh gözüyle seyre dalarak elde edilen bilgileri ve ruhu yükselten yöntemleri yalnız kendine saklanmamalıdır. Bu bilgileri insanlara duyulan sevgi yüzünden ve dokunacağı yararlar açısından yazılı ya da sözlü olarak iletmek gerekir. Hz. Süleyman’ın hikmetlerinde Allah şöyle der: “Kardeşinden yardım gören bir kimse surlarla çevrilmiş bir kente benzer” (Bilg. 18, 19). İnsan bütün gücüyle kendini beğenmişlikten korumalı ve Tanrısal öğreti tohumlarının rüzgâr tarafından saçılmamasına dikkat etmelidir.
               Uyandığımda yüreğimde büyük bir sevinç, ruhumda da taze bir güç buldum. Sonra kalkarak yoluma devam ettim. Epey sonra başımdan bir olay daha geçti. İsterseniz onu da anlatayım. Bir gün, yirmi dört marttı. Cebrail’in Meryem Ana’ya gebe kalacağını önceden haber verdiği günü anmak için yapılan ayine katılmak için içimde dayanılmaz bir istek duydum. O civarlarda bir kilise bulunup bulunmadığını sordum. Bana otuz verst ötede bir tane bulunduğunu söylediler.
               Sabah duasına yetişebilmek için günün geri kalan kısmını bütün gece yürüyerek kat ettim. Hava çok berbattı. Bazen kar, bazen de yağmur yağıyordu; bir de soğuk, şiddetli bir rüzgâr esiyordu. Yol bir çaydan geçiyordu. Çayın ortasında iken akımdaki buz kırıldı, belime kadar suya girdim. Sabah duasına öylece sırılsıklam katıldım. Ayinin sonuna kadar kaldım. Allah Komünyon almama da izin verdi.
               Günümü huzur içinde geçirmek, ruhsal sevincimi hiçbir şeyin etkilememesi için kapıcıdan ertesi sabaha kadar küçük kapıcı barakasında kalmama izin vermesini istedim. Bütün günü yüreğimde huzur ve sözle anlatılamaz sevinç dolu olarak geçirdim. Isıtılmamış bu barakada bir sıranın üzerine uzanarak sanki Hz. İbrahim’in bağrında dinleniyormuşum gibi dinlendim: Dua kuvvetle etkisini göstermekteydi. Mesih İsa’yla Meryem Ana’ya karşı duyduğum sevgi yüreğimi hoş dalgalar halinde boydan boya kaplıyor, aynı zamanda ruhumu mutlu bir esrime haline sokuyordu. Gece karanlığı çöktüğünde birden bacaklarımda şiddetli bir ağrı duydum, ıslak oldukları o sıra aklıma geldi. Ne var ki bu düşünceyi aklımdan atarak kendimi duaya verdim ve ağrı sızı duymaz oldum. Sabahleyin yerimden kalkmak istediğimde bacaklarımı kımıldatamadığımı gördüm. Tamamen hissizleşmişlerdi, bedenimden aşağı sarkan iki kalın sicim gibiydiler. Kilise kapıcısı beni zorlukla sıradan yere indirdi. Bu durumda da iki gün kımıldamadan kaldım. Üçüncü gün kapıcı: “Ölürsen bir de seninle uğraşmak gerekecek” diyerek beni barakadan dışarı çıkardı. Ellerimin yardımıyla kilisenin taş merdivenlerine kadar süründüm. Orada da uzanmış olarak iki gün kadar kaldım. Oradan gelip geçenler ne bana ne de yakarmalarıma kulak astılar.
               En sonunda bir köylü yanıma yanaşıp benimle konuşmaya başladı.
– Seni iyileştirirsem bana ne verirsin. Aynı şey benim de başıma gelmişti, onun için nasıl iyi edeceğimi biliyorum – dedi.
– Sana verebilecek hiç bir şeyim yok – dedim.
– Peki, heybende ne var öyleyse?
– Kuru ekmekle kitap.

– Öyleyse, seni iyileştirirsem bu yaz bende çalışırsın.
– Bir iş göremem, gördüğün gibi bir elim sakat.
– Peki, elinden ne iş gelir?
– Hiçbir şey, okumak ve yazmaktan başka.
– Yazmayı biliyor musun? Öyleyse, oğluma yazmayı öğretirsin. Okumayı biraz biliyor. Yazmasını da öğrensin istiyorum. Bu iş için öğretmenler çok para istiyorlar. Sadece yazmak için yirmi ruble istiyorlar.
               Sonunda anlaştık. Kilise kapıcısının yardımıyla beni köylünün evine taşıdılar. Beni etrafı duvarlarla örülü bir hamama soktular.
               Köylü daha sonra tedaviye başladı. Tarlalardan, avlulardan, çöplüklerden epey kuş ve sığır kemiği topladı. Topladıklarını bir güzel yıkadı, bir taşın yardımıyla ufak parçalara ayırdı, sonra da büyük bir kazana attı; üzerini de delikli bir kapakla kapattı. Sonra hepsini toprağa gömülü olan boş bir çanağa boşalttı. Kazanın dibini kalın bir tabaka lüleci çamuru ile bir güzel sıvadı. Etrafına odunlar dizerek aralıksız yirmi dört saat yaktı. Odunları dizerken:
– Bütün bunlar kemikten bir katran oluşturacak – dedi.

Ertesi gün çömleği topraktan çıkardı, kapak deliğinden yaklaşık bir litre yoğun, kırmızımtırak, yağlı ve sanki taze et kokan bir sıvı akmıştı. Kazanda kalan kemikler siyahlıklarından ve çürümüşlüklerinden eser kalmayarak sedef gibi ya da şeffaf ve beyaz bir renk almışlardı. Günde tam beş kez bu sıvı ile bacaklarımı ovuyordum. İnanır mısınız? Ertesi güne ayak parmaklarımı oynatabildiğimi fark ettim. Üçüncü gün bacaklarımı bükebildim, beşinci günü de bir değneğe yaslanarak ayakta durabildim ve avluda yürüyebildim. Ayaklarım bir hafta içinde eski halini aldı. Bunun için Tanrı’ya şükrettim ve Tanrı’nın bilgeliği nasıl da yaratıklarında ortaya çıkıyor diye düşündüm! Çürümüş, kurumuş, neredeyse toprak olmuş kemikler meğer içlerinde hayat veren bir güç, bir renk, bir koku içeriyorlarmış; canlı nesnelere etkide bulunarak ölü organları canlandırma etkileri varmış. Bu, ölülerin de dirileceğini gösterir bir güvencedir. Keşke bunu yanında kalmış olduğum, ölülerin dirileceğine pek inanmayan orman bekçisine anlatabilseydim!
               Bu şekilde iyileştikten sonra küçük oğlanla uğraşmaya başladım. Bir örnek olarak İsa duasını yazdım ve harfleri nasıl güzel yazabileceğini göstererek yazdığımı kopya ettirdim. Ders vermek benim için çok kolaydı. Çocuk bütün gün kâhyaya yardım ediyordu.

Benim yanıma ancak kâhya uyurken geliyordu, yani sabahın köründe. Uyanık bir çocuktu. Kısa zamanda doğru yazmasını hemen hemen öğrendi.
               Kâhya çocuğun yazı yazdığını görünce:
– Sana kim ders veriyor – diye sormuş.
               Çocuk da eski hamam evinde kalan çolak gezginciden ders aldığını söylemiş. Kâhya merak etmiş. Aslen Polonyalıydı. Beni görmeye geldi ve beni Philokalia’yı okurken buldu. Bir süre şuradan buradan söz ettikten sonra:
– Ne okuyorsun öyle? – diye sordu. Kitabı kâhyaya gösterince:
– Ah! Philokalia mı? Bu kitabın aynısını Vilna’da iken bizim papazın elinde görmüştüm. İşittiğime göre bu kitap Yunanlı rahiplerin uydurduğu acayip reçeteler ve nasıl dua edileceğini gösteren yöntemlerle doluymuş. Hintli ve Buharalı yobazların yaptıkları gibi bağdaş kurup oturarak göğüslerini şişiriyor, yüreklerinde hafif bir gıdıklanma hissetmeye başladıklarında saf saf bu doğal hissin güya Allah tarafından bahşedilen bir dua olduğuna inanıyorlarmış. İnsan Allah’a karşı görevini başta dua ederek getirmelidir, yataktan kalkar kalkmaz Mesih’in öğrettiği gibi “Göklerdeki Babamız” duasını söylemelidir. Böylelikle o günlük borcunu ödemiş olur.

Ama bütün gün aynı şeyi tekrar etmekle insan aklını oynatabilir. Üstelik böyle davranmakla yüreğine de zarar verebilir – dedi
– Beyefendi bu kutsal kitap hakkında böyle düşünmeyin. Bu kitabı sadece basit Yunanlı rahipler değil, ama sizin Kilisenizin bile saygıyla andığı eskilerde yaşamış kutsal kişiler kaleme almıştır.
               Örneğin Büyük Antonios, Büyük Makarios, çilekeş Markos, Johannes Chrysostomos ve daha başkaları. Hint ve Buhara rahipleri içsel yürek duası tekniğini onlardan alıntılamışlar. Ne var ki, benim staretsin anlattığına göre bozmuşlar ve saptırmışlar. Philokalia’da içsel dua ile ilgili öğretilerin tümü Allah’ın Sözünden ve İncil’den çıkarılmıştır. Mesih İsa “Göklerdeki Babamız” duasını söylememizi istediği gibi durmadan dua etmemizi de şu sözlerle belirtmiştir: “Rab Tanrını bütün yüreğinle, bütün ruhunla ve bütün düşüncenle seveceksin” (Mt.22,37). “Uyanık olun ve dua edin” (Mark. 13, 33). “Siz bende ben de sizde olacağım” (Yuh. 15, 4). Kilise Babaları Kral Davud’un Mezmurlarındaki “Tadın ve görün Rab ne kadar iyidir”i (Mez. 34, 9) aktararak bunu şöyle yorumluyorlar: Hıristiyan biri dua etmenin tatlı bir şey olduğunu anlamak için elinden geleni yapmalı, sürekli duada avuntuyu aramalı ve “Göklerdeki Babamız” duasını bir defa söylemekle yetinmemeli.

Bak Kilise Babaları iyi etkili yürek duasını incelemeye çalışmayanlar hakkında neler yazıyorlar onu okuyayım. “Bu insanlar böyle davranmakla şu günahları işlemiş oluyorlar. 1) Kutsal Kitaplarla çelişki içine giriyorlar; 2) Ruh için daha üst ve yetkin bir durumun varlığını kabul etmiyorlar; yalnız dış erdemlerle yetinerek Adaletin susuzluğunu ve açlığını duymuyorlar, böylelikle Allah’ta duyacakları huzur ve mutluluktan yoksun kalıyorlar; 3) Dış erdemlerini göz önüne alarak çoğu kez kendilerinden hoşnut olmaya ve kendilerini beğenmeye başlıyorlar.”
               Kâhya şöyle karşılık verdi:
– Bu okudukların bizlere göre değil, bunlar oldukça yüksek konular. Hem bizim gibi halktan olan kimseler böylesi bir yolu nasıl izleyebilir ki!
– Şimdi sana iyi insanların dünyadan el etek çekmeden devamlı dua etmesini nasıl öğrendiklerini anlatan bölümü okuyacağım.
               Philokalia’yı elime alıp Yeni Tanrıbilimci Simcon’un genç Georgios hakkında yazdığı bölümü açtım ve okumaya başladım. Okuduklarım kâhyanın çok hoşuna gitti, bana:
– Kitabı bana verir misin? Boş zamanlarımda okumak istiyorum -dedi.

– İsterseniz size bir günlüğüne verebilirim ama daha uzun sürelik veremem; çünkü bu kitap olmadan yapamam.
– Hiç olmazsa bu okuduğun kısmı bir kâğıda yazıver. Bunun için sana para veririm.
– Paranıza ihtiyacım yok,   ama Allah’ın dua etme şevkinizi artırması amacıyla bu kısmı seve seve kâğıda geçireceğim.
               Okuduğum bölümü vakit geçirmeden yazdım. Yazdığımı karısına okudu. İkisi de çok beğendiler. O günden sonra ara sıra beni evlerine davet ettiler. Evlerine giderken Philokalia’yı yanımda götürüyordum ve onlara okuyordum. Çay içerken beni dinliyorlardı. Bir gün beni akşam yemeğine alıkoydular. Kâhyanın karısı yaşlı sevimli bir hanımdı. O da bizimle birlikte ızgara balık yedi. Bir kılçık boğazında kaldı. Bütün çabalarımıza karşın kadını kılçıktan kurtaramadık. Ağrıyan boğazıyla iki saat sonra yatmaya gitti. Doktor otuz verst uzaklıkta bir yerdeydi. Çağırmak için adam yolladılar, ben ise üzgün üzgün eve döndüm.
               Geceleyin hafifçe uyuklarken birden staretsin sesini işittim. Ses bana şöyle diyordu:- İsterseniz size bir günlüğüne verebilirim ama daha uzun sürelik veremem; çünkü bu kitap olmadan yapamam.
– Hiç olmazsa bu okuduğun kısmı bir kâğıda yazıver. Bunun için sana para veririm.
– Paranıza ihtiyacım yok,   ama Allah’ın dua etme şevkinizi artırması amacıyla bu kısmı seve seve kâğıda geçireceğim.
               Okuduğum bölümü vakit geçirmeden yazdım. Yazdığımı karısına okudu. İkisi de çok beğendiler. O günden sonra ara sıra beni evlerine davet ettiler. Evlerine giderken Philokalia’yı yanımda götürüyordum ve onlara okuyordum. Çay içerken beni dinliyorlardı. Bir gün beni akşam yemeğine alıkoydular. Kâhyanın karısı yaşlı sevimli bir hanımdı. O da bizimle birlikte ızgara balık yedi. Bir kılçık boğazında kaldı. Bütün çabalarımıza karşın kadını kılçıktan kurtaramadık. Ağrıyan boğazıyla iki saat sonra yatmaya gitti. Doktor otuz verst uzaklıkta bir yerdeydi. Çağırmak için adam yolladılar, ben ise üzgün üzgün eve döndüm.
               Geceleyin hafifçe uyuklarken birden staretsin sesini işittim. Ses bana şöyle diyordu:- İsterseniz size bir günlüğüne verebilirim ama daha uzun sürelik veremem; çünkü bu kitap olmadan yapamam.
– Hiç olmazsa bu okuduğun kısmı bir kâğıda yazıver. Bunun için sana para veririm.
– Paranıza ihtiyacım yok,   ama Allah’ın dua etme şevkinizi artırması amacıyla bu kısmı seve seve kâğıda geçireceğim.
               Okuduğum bölümü vakit geçirmeden yazdım. Yazdığımı karısına okudu. İkisi de çok beğendiler. O günden sonra ara sıra beni evlerine davet ettiler. Evlerine giderken Philokalia’yı yanımda götürüyordum ve onlara okuyordum. Çay içerken beni dinliyorlardı. Bir gün beni akşam yemeğine alıkoydular. Kâhyanın karısı yaşlı sevimli bir hanımdı. O da bizimle birlikte ızgara balık yedi. Bir kılçık boğazında kaldı. Bütün çabalarımıza karşın kadını kılçıktan kurtaramadık. Ağrıyan boğazıyla iki saat sonra yatmaya gitti. Doktor otuz verst uzaklıkta bir yerdeydi. Çağırmak için adam yolladılar, ben ise üzgün üzgün eve döndüm.
               Geceleyin hafifçe uyuklarken birden staretsin sesini işittim. Ses bana şöyle diyordu:- İsterseniz size bir günlüğüne verebilirim ama daha uzun sürelik veremem; çünkü bu kitap olmadan yapamam.
– Hiç olmazsa bu okuduğun kısmı bir kâğıda yazıver. Bunun için sana para veririm.
– Paranıza ihtiyacım yok,   ama Allah’ın dua etme şevkinizi artırması amacıyla bu kısmı seve seve kâğıda geçireceğim.
               Okuduğum bölümü vakit geçirmeden yazdım. Yazdığımı karısına okudu. İkisi de çok beğendiler. O günden sonra ara sıra beni evlerine davet ettiler. Evlerine giderken Philokalia’yı yanımda götürüyordum ve onlara okuyordum. Çay içerken beni dinliyorlardı. Bir gün beni akşam yemeğine alıkoydular. Kâhyanın karısı yaşlı sevimli bir hanımdı. O da bizimle birlikte ızgara balık yedi. Bir kılçık boğazında kaldı. Bütün çabalarımıza karşın kadını kılçıktan kurtaramadık. Ağrıyan boğazıyla iki saat sonra yatmaya gitti. Doktor otuz verst uzaklıkta bir yerdeydi. Çağırmak için adam yolladılar, ben ise üzgün üzgün eve döndüm.
               Geceleyin hafifçe uyuklarken birden staretsin sesini işittim. Ses bana şöyle diyordu:- Patronun seni iyileştirdi, sen ise kâhyanın eşi için bir şeyler yapamıyorsun. Allah hemcinsimizin acılarına yardım etmemizi buyurmuştur.
– Seve seve yardım ederim ama nasıl? Hiçbir çare aklıma gelmiyor.
– Şu söyleyeceklerimi yap:   Hintyağından son derece iğrenmektedir. Kokusunu duyunca bile midesi kalkmaktadır. Ona bir kaşık hintyağı içir. Kusunca kılçıktan kurtulacaktır. Yağ boğazındaki yarayı da yumuşatıp iyileştirecektir.
– Mademki yağdan iğreniyor peki ona bunu nasıl içirteceğim?
– Kâhyaya, eşinin başını tutmasını söyle bu arada sen de yağı ağzına dök.
               Uykumdan uyandım ve hemen kâhyanın yanına varıp her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlattım. Bana şöyle dedi:
– Hintyağı ne işe yarayacak ki! Şimdiden ateşi var, sayıklamaya başladı, boynu da şişti. Ama yine de deneyebiliriz; yağın yararı dokunmasa bile zararı da olmaz.
               Hintyağını küçük bir bardağa boşalttıktan sonra kadına içirmeyi başardık. İçtikten hemen sonra ardı ardına kustu ve biraz kanla birlikte kılçığı tükürdü. Kendisini daha iyi hissederek derin bir uykuya daldı.- İsterseniz size bir günlüğüne verebilirim ama daha uzun sürelik veremem; çünkü bu kitap olmadan yapamam.
– Hiç olmazsa bu okuduğun kısmı bir kâğıda yazıver. Bunun için sana para veririm.
– Paranıza ihtiyacım yok,   ama Allah’ın dua etme şevkinizi artırması amacıyla bu kısmı seve seve kâğıda geçireceğim.
               Okuduğum bölümü vakit geçirmeden yazdım. Yazdığımı karısına okudu. İkisi de çok beğendiler. O günden sonra ara sıra beni evlerine davet ettiler. Evlerine giderken Philokalia’yı yanımda götürüyordum ve onlara okuyordum. Çay içerken beni dinliyorlardı. Bir gün beni akşam yemeğine alıkoydular. Kâhyanın karısı yaşlı sevimli bir hanımdı. O da bizimle birlikte ızgara balık yedi. Bir kılçık boğazında kaldı. Bütün çabalarımıza karşın kadını kılçıktan kurtaramadık. Ağrıyan boğazıyla iki saat sonra yatmaya gitti. Doktor otuz verst uzaklıkta bir yerdeydi. Çağırmak için adam yolladılar, ben ise üzgün üzgün eve döndüm.
               Geceleyin hafifçe uyuklarken birden staretsin sesini işittim. Ses bana şöyle diyordu:

 

– İsterseniz size bir günlüğüne verebilirim ama daha uzun sürelik veremem; çünkü bu kitap olmadan yapamam.
– Hiç olmazsa bu okuduğun kısmı bir kâğıda yazıver. Bunun için sana para veririm.
– Paranıza ihtiyacım yok,   ama Allah’ın dua etme şevkinizi artırması amacıyla bu kısmı seve seve kâğıda geçireceğim.
               Okuduğum bölümü vakit geçirmeden yazdım. Yazdığımı karısına okudu. İkisi de çok beğendiler. O günden sonra ara sıra beni evlerine davet ettiler. Evlerine giderken Philokalia’yı yanımda götürüyordum ve onlara okuyordum. Çay içerken beni dinliyorlardı. Bir gün beni akşam yemeğine alıkoydular. Kâhyanın karısı yaşlı sevimli bir hanımdı. O da bizimle birlikte ızgara balık yedi. Bir kılçık boğazında kaldı. Bütün çabalarımıza karşın kadını kılçıktan kurtaramadık. Ağrıyan boğazıyla iki saat sonra yatmaya gitti. Doktor otuz verst uzaklıkta bir yerdeydi. Çağırmak için adam yolladılar, ben ise üzgün üzgün eve döndüm.
               Geceleyin hafifçe uyuklarken birden staretsin sesini işittim. Ses bana şöyle diyordu:

– Patronun seni iyileştirdi, sen ise kâhyanın eşi için bir şeyler yapamıyorsun. Allah hemcinsimizin acılarına yardım etmemizi buyurmuştur.
– Seve seve yardım ederim ama nasıl? Hiçbir çare aklıma gelmiyor.
– Şu söyleyeceklerimi yap:   Hintyağından son derece iğrenmektedir. Kokusunu duyunca bile midesi kalkmaktadır. Ona bir kaşık hintyağı içir. Kusunca kılçıktan kurtulacaktır. Yağ boğazındaki yarayı da yumuşatıp iyileştirecektir.
– Mademki yağdan iğreniyor peki ona bunu nasıl içirteceğim?
– Kâhyaya, eşinin başını tutmasını söyle bu arada sen de yağı ağzına dök.
               Uykumdan uyandım ve hemen kâhyanın yanına varıp her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlattım. Bana şöyle dedi:
– Hintyağı ne işe yarayacak ki! Şimdiden ateşi var, sayıklamaya başladı, boynu da şişti. Ama yine de deneyebiliriz; yağın yararı dokunmasa bile zararı da olmaz.
               Hintyağını küçük bir bardağa boşalttıktan sonra kadına içirmeyi başardık. İçtikten hemen sonra ardı ardına kustu ve biraz kanla birlikte kılçığı tükürdü. Kendisini daha iyi hissederek derin bir uykuya daldı.

Ertesi sabah kadının nasıl olduğunu öğrenmek için evlerine gittiğimde onu, kocasıyla birlikte çay içerken buldum. Her ikisi de bu iyileşmeye ve özellikle düşümde bana onun hintyağına karşı duyduğu tiksinti hakkında söylenene şaşırmışlardı. Çünkü bundan o güne kadar hiç kimseye söz etmemişlerdi. Doktor geldiğinde, kâhyanın karısı ona nasıl iyileşmiş olduğunu ve çiftçinin ayaklarımı nasıl iyileştirdiğini anlattı. Doktor bunun üzerine şöyle bir açıklamada bulundu:
– Bu iki vaka da çok ilginç. Her iki vakada da doğanın gücü rol oynamış. Bunları unutmamak için not etmeliyim – dedi ve cebinden bir kalem çıkartarak cep defterine bir şeyler karaladı.
               Çevreye kısa zamanda hastaları iyi eden bir büyücü, bir kâhin olduğum söylentisi yayıldı; bana akıl danışmak üzere her yerden beni görmeye geliyorlardı. Bana armağanlar getiriyorlardı. Beni kutsal bir kimse olarak görmeye başlamışlardı. Olan biteni bir hafta derin derin düşündüm. Kendini beğenmişliğe düşmekten ve kendimi dağıtmaktan korktum. Bir gece gizlice köyü terk ettim.
               Böylece yeniden yalnız başıma yola koyuldum, kendimi sanki omuzlarımdan koca bir yük kalkmış gibi hafiflemiş hissettim.

Dua beni gitgide daha çok avutuyordu. Yüreğim bazen Mesih İsa’ya karşı sınırsız bir sevgiyle fıkırdıyor ve bu hoş fıkırdamanın rahatlatıcı dalgaları bütün benliğime yayılıyordu. Mesih İsa’nın hayali aklıma öylesine iyi yerleşmişti ki İncil’de geçen olayları düşündüğümde, onları sanki gözlerimin önünde vuku buluyorlarmış gibi hissediyor, sevinçten duygulanıyor ve ağlıyordum. Bazen de yüreğimde nasıl betimleyeceğimi bilemediğim bir mutluluk hissediyordum. Bazen üç gün boyunca bir tek insana rastlamadığım oluyordu. İnsanları seven ve bağışlayan Allah’ın karşısında kendimden geçmiş bir halde, ben zavallı günahkâr, dünyada tek başıma kaldığımı sanıyordum. Bu yalnızlık benim mutluluğumdu. Duanın tatlı etkisi, yalnızken, insanlar arasında olduğumdan daha belirgin hissediliyordu.
               En sonunda İrkutsk’a vardım. Aziz İnnokentios’un kalıntıları önünde saygıyla eğildim. Bundan sonra nereye doğru gitmeli diye sordum kendime. Kentte daha fazla kalmak niyetinde değildim, çünkü kent oldukça kalabalıktı. Caddede düşünceli düşünceli yürürken oralı bir tüccarla karşılaştım. Beni durdurarak:
– Gezgincisin, değil mi? Gel bende kal.  

Görkemli evine birlikte gittik. Kim olduğumu sordu, ben de ona yolculuğumu anlattım. Beni dinledikten sonra:
– Kudüs’e gitmelisin. Orada bulunan kutsal yerleri hiçbir yerde bulamazsın.
– Seve seve giderim ama bende oraya gidecek para yok ki. Denize kadar yaya yürürüm ama deniz yolculuğu için para gerek, hem de çok.
– İstersen sana bir yol önerebilirim; geçen yıl buralı yaşlı birini oraya gönderdim.
               Ayaklarına kapandım. O da bana:
– Dinle bak, sana İstanbul’da ticaret yapan Odessa’daki oğlum için bir mektup vereceğim. Oğlumun gemileri var. Seni İstanbul’a kadar götürebilir. Orada sana büroları aracılığıyla Kudüs’e kadar yapacağın yolculuk için para da verirler. Sandığın kadar pahalı değil.
               Bunları işitince içimi sevinç kapladı. Bu iyiliksever adama defalarca teşekkür ettim ve özellikle ne kendisine ne de başkalarına hayrı dokunan ve başkalarının ekmeğini boşu boşuna yiyen benim gibi nasırlaşmış bir günahkâra böylesine babaca bir sevgi gösterdiği için Allah’a şükrettim.

Bu eli açık tüccarın yanında üç gün kaldım. Giderken bana oğluna verilmek üzere bir mektup verdi. Şimdi kutsal kent olan Kudüs’e ulaşabilmek umudu ile Odessa yolundayım. Ama bilmiyorum, Rab kendi kabrini ziyaret edip gereken saygıyı göstermeme izin verecek mi?

               (4)  Bu öykü Sarovlu Serafim’in yaşamından bir kesit anımsatıyor; 1801 sonbaharında ermiş ormanda odun keserken haydutların saldırısına uğruyor. Haydutlar parasını almak istiyorlar. Onlara hiç bir şeyi olmadığını söyleyince, başına vurarak onu ağır bir biçimde yaralıyorlar.
               Doktorların kendisini tedavi etmelerine izin vermiyor ve kendini dövenleri takip etmemelerini ve İncil’deki şu sözleri “Beden öldüren ama canı öldürmeye gücü yetmeyenlerden korkmayın. Hem canı hem de bedeni cehennemde mahvedecek güçte olan Tanrı’dan korkun” (Mat. 10, 28) söylüyor.
               (5)  Burada kuşkusuz Suriyeli Efrem’in özellikle dramatik bir biçimde betimlenen yargılanma gününden söz eden bir konuşması söz konusudur.
            Αρχή φόρμας

Τέλος φόρμας

(6) Raskol. XVII. Yüzyılın ortalarına doğru (1625-58) patrik Nikon tarafından yapılan reform hareketi Rus Kilisesi içinde bölünmeye neden oldu. Büyük Petro 1721 yılında Nikon tarafından istenen bağımsızlığı Kilise’den alarak Patrikliğin yerine bir Sinod kurması üzerine bu bölünme daha da arttı. Bu bölünme birçok mezhebi de ortaya çıkardı. Başlıca iki tanesini sayabiliriz. Kilise hiyerarşisine sadık kalanlara “popovtsi”ler, kalmayanlara da “bezpopovtsi”ler yani “papazsızlar” denirdi. Melnikov-Peçeriski’nin “Ormanlarda” adlı kitabı XIV. yüzyılda bu Eski inanışta olanların yaşantılarını çok geniş biçimde işliyor.

 

ÜÇÜNCÜ ANLATI

lrkutsk’tan ayrılıp yola koyulmadan önce görüşmüş olduğum tinsel rehberime yine bir uğradım ve kendisine:

– Pek yakında Kudüs’e doğru yollanacağım. Gitmeden önce size allahaısmarladık demeye ve bana, benim gibi günahkâr bir gezginciye göstermiş olduğunuz Hıristiyan’ca sevgiye teşekkür etmeye geldim -dedim. Bana:

– Allah yolculuğunu kutsasın. Neden bana kendinden hiç söz etmedin? Neyin nesisin, nereden geliyorsun? Yolculuğunla ilgili epey şey anlattın ama gezginci olmadan önceki geçmişini ve yaşamını anlatmadın. Bunu bilmek istiyorum.

– Peki, size memnuniyetle anlatırım. Zaten pek uzun bir öykü değil. Orel eyaletinin bir köyünde dünyaya gelmişim. Annemle babam ölünce ağabeyimle yalnız başımıza kaldık. O sıra ağabeyim on yaşında ben de üç yaşındaydım. Büyükbabamız bizi evine aldı. Hali vakti yerinde, namuslu, yaşlı bir adamdı. Ana yol üzerinde bir han işletiyordu. İyi bir kimse olarak tanındığından yolcuların çoğu onda konaklıyordu. Böylece onun yanında yaşamaya başladık. Ağabeyim yerinde duramazdı, bense dedemin dizi dibinden ayrılmazdım. Dedem vaktini çoğunlukla köyde geçirirdi. Bayram günleri bizi kiliseye götürürdü, Evdeyken de sık sık Kutsal Kitabı okurdu, bakın üzerimde taşıdığım şunu. Ağabeyim büyüdü ve içmeye başladı. Yedi yaşındaydım. Bir gün onunla birlikte fırının üzerine uzanmıştım. Beni iterek yere düşürdü. Sol kolum yaralandı. O günden beri bu kolumu kullanamaz oldum; tamamen kurudu. Dedem tarlada bir işe yaramadığımı görünce bana okuma öğretmeye karar verdi. Alfabe kitabımız olmadığından bu iş için şu Kutsal Kitabı kullandı. Bana harfleri gösterdi, sözcükleri hecelettirdi. Böylece, ne kadar zamanda pek hatırlamıyorum, onun arkasından tekrar ede ede okumasını öğrendim. Daha sonra gözleri iyi seçemez olunca Kutsal Kitabı yüksek sesle bana okutturmaya ve yanlışlarımı düzeltmeye başladı. Bir tutanak uzmanı, iş dönüşü bizde kalırdı. Yazısı çok güzeldi. Onu yazı yazarken seyretmek benim için büyük bir zevkti. Sözcükleri onun gibi yazmaya koyuldum. Bunun üzerine o da bana nasıl yazı yazılacağını öğretti. Kâğıt, mürekkep ve yontulmuş kalem verdi. Böylece yazı yazmasını öğrendim. Dedem bu durumdan çok memnundu:
– Allah okuyup yazmanı sağladı. Böylelikle adam olacaksın. Bu yüzden Allah’a şükret ve daha sık dua et.

Kilisedeki her ayine katılıyor, evde de sık sık dua ediyorduk; “Allah’ım acı bana” yi söyletiyorlardı. Dedemle ninem yerlere kadar eğiliyor ya da çöküyorlardı. On yedi yaşıma geldiğimde ninem öldü.

Dedem: – Evin hanımı yok artık, kadınsız bu evi nasıl çekip çevireceğiz? Ağabeyin işe yaramazın teki, onun için seni evlendireceğim, dedi.
Sakatlığımdan dolayı buna karşı çıktım. Dedem, ısrar etti ve beni yirmi yaşındaki ciddi iyi bir kızla evlendirdi. Aradan bir yıl geçti. Dedem çok ağır hastalandı. Ölüm döşeğinde beni yanına çağırarak vedalaşmadan önce şöyle dedi:

– Evi ve varımı yoğumu sana bırakıyorum. Vicdanınla yaşa, kimseyi kandırma ve her şeyden önce Allah’a dua et. Çünkü her şey O’ndan gelir. Yalnız Allah’a güven. Kiliseye git, Kutsal Kitabı oku. Dualarında bizleri de unutma. Al sana bin ruble. Bunları sakla, boş yere harcama, ama cimri de olma. Dilencilere ve Allah’ın kiliselerine karşı elin daima açık olsun. Öldü. Onu gömdük. Han miras olarak üzerime kaldığı için ağabeyim hasetlik içindeydi. Başıma dert olmaya başladı. İşi beni öldürmeye teşebbüse kadar vardırdı. Yolcu olmayan bir gece biz uykudayken erzak odasına girmiş, bir kutunun içine gizlediğim parayı aldıktan sonra odayı ateşe vermiş. Ancak evin her bir yanını alevler kaplayınca uyanabildik ve kendimizi o halde pencereden attık. Kutsal Kitap yastığımızın altında durduğundan onu da beraberimizde alabildik. Yanmakta olan evimize bakıyor ve “Allah’tan Kutsal Kitabı kurtardık. En azından felaket anımızda avunabiliriz.” diyorduk. Böylelikle her şeyimiz yanıp kül oldu. Ağabeyim de ortadan kayboldu. Daha sonra kafayı çektiği bir gün, evi ateşe verenin ve parayı alanın kendisi olduğunu böbürlenerek anlattığını öğrendik.

Gerçek dilenciler gibi çıplak ve hiçbir şeysiz kalmıştık. Borçlanarak kendimize iyi kötü bir baraka inşa ettik ve o barakanın içinde zavallılar gibi yaşamaya başladık. İplik eğirmek, dokumak ve dikmek konusunda eşimin üstüne yoktu. Siparişler alıyor ve beni beslemek için gece gündüz çalışıyordu. Elimin sakatlığı yüzünden kabuktan sandalet bile öremiyordum. Eşim ip eğirdiği ya da dokuduğu zamanlar yanına çöker Kutsal Kitabı okurdum. Beni dinlerken bazen ağlardı.

– Neden ağlıyorsun, Allah’a şükür gene de başımızın çaresine bakabiliyoruz – dediğimde bana:

– Kutsal Kitapta öylesine güzel şeyler var ki duygulandım – derdi. Dedemin öğütlerini hiç unutmadım. Sık sık perhiz tutuyor, her sabah Meryem Ana ilahisini söylüyor, akşama doğru da günah eğilimine kapılmamak için ikonaların önünde defalarca eğiliyorduk. Bu şekilde iki yıl geçirdik. İşin şaşılacak yanı: Yürekten yapılan içsel duanın ne olduğunu bilmiyorduk. Bundan söz edildiğini de duymamıştık. Sadece sesli dua ediyor ve salaklar gibi eğiliyorduk. Bununla birlikte dua etme isteği içimizde vardı. Uzun süre dua etmek bize zor gelmiyordu ve bunu yapmak bize zevk veriyordu. Bir defasında, insanın içinde kendisinin de kavrayamadığı ve herkesi yapabildiği ve bildiği kadar dua etmeye isteklendiren gizli bir dua bulunduğunu bana söyleyen o profesör haksız sayılmazdı.

İki yıl bu koşullar altında yaşadıktan sonra karım birden hastalandı. Ateşi yükseldi ve hastalığının dokuzuncu günü Komünyon aldıktan sonra öldü. Artık yapayalnız kalmıştım. Çalışmak desen elimden gelmiyordu. Tek çare dilenmekti, ama dilenmekten de utanıyordum. Bir de eşim aklıma geldikçe ne yapacağımı bilemiyordum. Barakaya her girişimde bir giysisi, başına koyduğu şalı gözüme çarpınca hıçkırmaya başlıyordum. Öyle ki en sonunda bayılıp yere yığılıyordum. Baktım ki o evde kalırsam üzüntüden kahrolacağım, karar verip evi sattım. Eşimin giysilerini ve kendiminkileri yoksullara dağıttım. Sakat olduğum için bana sürekli bir pasaport verdiler. Kutsal Kitabı yanıma alarak oradan uzaklaştım. Yolda yürürken “Şimdi nereye gitmeli?” diye düşündüm. İlk önce Kiev’e giderim, azizlerin kalıntıları önünde eğilir, onlardan bahtsızlığıma yardım etmelerini isterim. Bu kararı alınca kendimi daha iyi hissettim. Acım tamamen dinmiş bir halde Kiev’e vardım. On üç yıldır sürekli yol almaktayım. Birçok kilise ve manastırı ziyaret ettim. Şimdi ise özellikle steplerde ve tarlalar arasında yol alıyorum. Allah Kudüs’e kadar gitmeme izin verecek mi bilmiyorum. Allah’ın iradesi ise, belki de günahkâr kemiklerimi orada gömmek zamanı gelmiştir.

-Kaç yaşındasın?

-Otuz üç.

-Mesih İsa’nın yaşı!

http://oodegr.co/tourkika/biblia/peripeteies_proskyniti/perieh.htm

Kaynakhttp://www.meryemana.net/book/

 

Bir Rus Gezgincinin Anıları